|
Gosterilen 964 - 969 arasi, toplam 969 Blog mevcut.
| Sayfa:
|
|
|
|
108 |
İki arkadaş cami avlusunda oturmuş konuşuyorlardı. Arkadaşlardan birisi ‘Bu akşam arkadaşlarla maç izlemeye gideceğiz sen de gelir misin?’ diye sordu. Soruyu soranın durumuna bakılırsa arkadaşının sevinç içerisinde ‘evet’ diyerek onaylamasını bekliyordu. Ama beklenen olmadı. Arkadaşının yüzüne ciddi bir yüz ifadesiyle bakan genç “Hayır maça gelemem. Biliyorsun ben evlendim artık gözü yolda olan ve sürekli evde bekleyen bir eşim var. Bundan böyle hayatıma daha dikkat etmeliyim.” dedi. Bu ifadeyi duyan arkadaşı önce hayretle baktı arkadaşının yüzüne ardından alaylı bir tavırla “Vay vay vay kılıbık kardeşim yüreği sevgi dolu pek muhterem ev erkeği bakıyorum da ilk haftada boyunun ölçüsünü almışlar. Nedir bu evdekileri ihmal etmemeliyim artık maça gelmeyeceğim lafları?” diyerek yeni evli genç arkadaşını ayıpladı. Yeni evli genç tam ağzını açmış arkadaşına bir cevap verecekti ki yan taraflarında oturan nur yüzlü bir dedenin konuşmasıyla başını o tarafa çevirdi. O zamana kadar olanları göz ucuyla takip eden dede söze karıştı. “Gençler kusura bakmayın az önce konuştuklarınıza kulak misafiri oldum. Ve bu misafirlik beni yıllar öncesine götürdü. Şimdi müsaadenizle size o gün başımdan geçen ve bugün sizin sayenizde hatırladığım olayı anlatmak istiyorum.” diyerek başladı anlatmaya. “Yeni evlenmiştim mahalleden çok sevdiğimiz arkadaşlar bir program yapmış birlikte eğlenmek istemişlerdi. Tabii beni de çağırmışlardı. Durumu eşime anlatarak gittim; ama akşam olmak üzereyken geri döneceğime dair söz verdim. Kalkmak üzere hareket edince durumu arkadaşlarıma izah etmeye çalıştım ama hepsi birden anlaşmışlar gibi az önce arkadaşının sana ‘maça gelmiyorum’ dediğin için söylediği şeyleri söylediler. Kimisi kılıbık kimisi korkak kimisi ‘daha önce böyle değildin evlendin böyle oldun’ tarzında şeyler söylediler. Anlayacağınız zor durumdaydım. Ya eve gidip akşamı eşimle geçirmeyi tercih ederek korkak ve kılıbık olacak ya da arkadaşlarımla kalarak onların baskısıyla güya kazak erkek olduğumu ispatlayacaktım. Her şeyi göze alarak oradan ayrılmaya karar verdim. Yolda gelirken evimize çok yakın olan caminin hocasıyla karşılaştım. Durumu ona açmaya karar verdim. Söylediği “Sen kılıbık değil kalbi ılıksın.” ifadesi o kadar hoşuma gitti ki o günden bugüne ismim hep kalbi ılık olarak kaldı. Bu yüzden ben bunca hayatım boyunca evde asıp kesen sövüp döven bağırıp çağıran kırıp dökenlerle değil kalbi ılıklarla oturup kalkarım. Öylelerinin aslında erkeklik dedikleri onları pohpohlayan nefislerinden başkası değil. Hz. Peygamber gerçek pehlivanı bize bakın nasıl anlatıyor: “Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsine hakim olabilen kimsedir.” (Müslim Birr 106) Sonra beni bir kenara çekerek konu ile ilgili Hz. Peygamber’in söylediği birkaç hadisi de ekleyerek şu kalbi ılığı evde bekleyen eşinin yanına gönderdi. Biz bazen yabancıya bir melek gibi davranır yüzüne güleriz de eve geldiğimizde bizden sevgi bekleyen ev halkına karşı ifrit kesiliriz. Yabancı insan ne yapsın senin güzel ahlakını. Evet elbette ki ona da güzel davranılmalı; ama güzel davranış yani güzel ahlak ilk başta hayatı birlikte yaşadıklarımıza lazım değil mi? Bir başka yerde de yine en hayırlıdan bahseden ALLAH Resulü usvetül hasene olarak kendisini de örnek göstererek bize olmamız gereken hali anlatıyor. Hz. Aişe anlatıyor: “Hz. Peygamber (sas) buyurdular ki: “Sizin en hayırlınız ailesine karşı hayırlı olandır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım...” O gün bana korkak diyen ve kılıbık olmakla eleştiren arkadaşlarımın birçoğu ya eşinden ayrıldı ya da zehir zemberek bir aile hayatları oldu. Oysa ALLAH Resulü’nün sözlerini hayatıma düstur edindiğim için evim çoluk çocukların oynaştığı bir cennet köşesine döndü. Varsın bana korkak desinler. Ben Rabbimin ne dediğine kulak verir her zaman kalbi ılıklardan olmayı tercih ederim.” Hakkınızı helal edin. Dedenin bu anlattıklarından sonra kendisini maça davet eden arkadaşının yüzüne anlamlı anlamlı bakan genç “Sen istersen bana kılıbık demeye devam et. Ben maça gelmeyerek evde dört gözle beni bekleyen eşimin yanına giderek “Kalbi ılık”lardan olmaya kararlıyım.” diyerek ayrıldı. Dede gencin arkasından gülerek bakıyordu...
Etiketler: Nevval
♥.·´¨'°÷·..♥ Aşk Üstüne ♥,.·´¨'°÷·..♥ Yunan mitolojisindeki aşkla ilgili hikayeler her zaman çok renkli, yaratıcı ve entrika doludur (Homeros saolsun). Günümüzde kullandığımız kelimelerin birçoğu, özellikle Avrupa dillerindeki kelimeler, Yunan Mitolojisi'nden etkilenmiştir. Burada aşkla ilgili birkaç hikayeyi ve bunların günümüze yansımalarını göreceğiz. Platonik (karşılıksız) aşkı, aşkta güveni, ve ruh eşi konularını ele alan üç hikaye ile şekilleneceğiz. İlk olarak, platonik aşk... Bu terim, Platon’dan gelmektedir (bu kısım mitoloji değil gerçektir, tabii ki). Kendisi okulunda bir öğrencisine aşık olmuştur ve o zamanlar kızlarla erkekler ayrı ayrı eğitim görmektedirler. Burdan anlıyoruz ki Platon bir erkek öğrencisine aşık olmuştur ve karşılık alamamıştır, bu tür aşka da adını vermiştir (ama platonik aşkın homoseksüellikle bir alakası yoktur). Karşılıksız aşkın yansıması olarak Echo’nun hikayesi bir örnektir... Echo’nun da kitaptan kitaba değişen hikayeleri bulunmaktadır. Pan, mitolojide çoban ve sürülerin yarı insan-yarı keçi tanrısıdır; flüt çalmaktadır ve yaptığı müzik, “panik” kelimesinin de kökenidir ve hareketli, neşeli, hatta gürültücüdür. Pan, bir gün küçük bir vadiden geçerken bir nenfin (nymph) şarkı söylediğini işitir. Bu bir orman perisi olan Echo’dur. Yalnızlığı seven, Zeus’un perileri olan "muse"lerden flüt çalmayı ve şarkı söylemeyi öğrenen bu genç kız Echo, insan topluluğundan ve tanrılardan kaçar, evlenmek istemezdi. Onun ahenkli ve berrak sesini duyan Pan, ona karşı vahşi bir sevgi duydu. Onun yeteneğini kıskanan ve onun güzelliğinden istifade edemeyen bu keçi sakallı mabut, etraftaki bütün çobanların yollarını şaşırttı. Bu şaşkınlıkla bir gün nenfe hücum ettiler, onu öldürdüler ve vücudunun parçalarını dağıttılar. O günden beri, her tarafa dağılmış olan Echo'nun kendine özel bir yeri yoktur. Gürültüyü duyduğu her yerdedir. Ölümden sonra da müzik hafızasını kaybetmemiştir. Kulağına çarpan sesleri tekrarlar. Diğer bir masala göre de Echo'nun felaketine sebep olan Pan değil, baş tanrı Zeus’tur. Bir gün Çapkın Zeus arza inerek bazı güzel nenfleri ziyaret etmişti. Evlilik tanrışası olan kıskanç karısı Hera onu yakalamak istediği zaman Echo onun dikkatini başka tarafa çekti ve uzun tutarak nenflerin saklanmaları için vakit kazandırdı; fakat Hera bu hileyi anlamıştı. Sözleriyle kendisini aldatmış olduğundan, ona ceza olarak söz söylemesini kısıtlayacağını bildirdi. Hera'nın emri yerine geldi. O zamandan beri Echo, hiçbir zaman ilk defa söze başlayamaz ve ona söz söylendiği zaman susamaz. Ancak durmadan işittiği seslerin son kısmını tekrar eder. Başka bir masala göre de (ki bu bence en güzelidir), Echo, geyikleri kovalıyan bir avcı gördü. Adı Narcisse olan bu genç avcıdan daha yakışıklı bir delikanlı az bulunurdu. Onu görür görmez Echo şiddetli bir aşka tutuldu. Gizlice onu takip ediyor, günden güne aşkı alevleniyordu. Derdini açığa vuramıyordu. Delikanlı da izlendiğini hissediyor ve rahatsız olup ormanlara kaçarak gizleniyordu. Ümitsizliğe kapılan Echo başarısızlığını saklamak için derin bir mağaraya kapandı. Artık dağlarda görünmez olmuştu. Beslediği aşk onu günden güne eritti. Bütün vücudu tükendi, kanı çekildi. Ondan geriye yalnız kemikleriyle sesi kaldı. Kemikleri kaya şeklini aldılar, sesi de her tarafta dolaşarak seslenenlere cevap verir oldu. Diğer taraftan Narcisse'in “narsist kişilik bozukluğu”na da isim veren yersiz gururu tanrıları kızdırmıştı. Onun bu anlamsız gururunu ve katı kalbini cezalandırmak için, ona garip bir heves verdiler. Bir gün av ve yaz sıcağının yorgunluğu ile sakin ve şeffaf bir pınarın başına geldi. Su ayna gibi parlaktı. Narcisse su içmek için eğildi ve berrak suya yansıyan yüzünü gördü. Suda aksini görüp büyülenen Narcisse hareketsiz kalmıştı. Adeta aşkla aksine bakıyordu, hiçbir kuvvet onu ordan ayıramıyordu. Yavaş yavaş, güneşin altındaki buz gibi, renginin solduğunu ve eridiğini gördü. Güneş onu yakarak bitirdiği zaman kızkardeşleri onun için ağladılar ve mezarının üstüne koymak için saçlarını kestiler. Cesedi götürmek için hazırlandıkları vakit, onun yerinde sarı ve beyaz bir çiçek buldular ki bu çiçek onun adını taşıyan nergistir.
Aşkı Çocuklara Sordunuz Mu Hiç? Çocuk olsaydık, dünyanın en büyük mutluluğunun kumlarla oynamak olduğunu hatırlardık. Çocuklar sonsuza kadar kumsalda oynayabilir; kaleler yapar, yıkar ve yeniden yapar, evler yapar, yıkar ve yeniden yapar. Denizin genişliği ve derinliği çocuğun kumsaldaki oyununun rahatına bağlıdır. Kumlarla oyununu yarıda keserseniz, deniz bütün sahillerden çekilir, okyanuslar kurur, buharlaşır. Ayağına diken batmadan, elini cam kırıkları kanatmadan dilediğince oynayabiliyorsa, deniz sonsuz genişlikte bir evrendir. Ona göre, kumsal pürüzsüz ve sınırsız bir mutluluk demektir. Dalgaların çağıltısı, yosunların kokusu, güneşin dokunuşu cennetin sonsuzluğunu fısıldar gibidir. Şimdi çocukluğunuza gidin; sizi mutlu eden şeyleri hafızanızda bulmaya çalışın. Hatıralarınızda ne zamandır açmadığınız ve içindeki unuttuğunuz çekmeceler gibi küçük ve tatlı şeyler bulacaksınız. Meselâ, ne zamandır elinize almadığınız misketlerinizi elinize aldığınızda, gözlerinizde çocuksu bir mutluluğun parıldadığını hissedeceksiniz. Şimdi çocuğunuzun saçlarını okşayıp koklarken, farkında olmasanız da, çocukluğun şen şakrak vakitlerinde özlemle beklediğiniz oyuncak bebeklerinize kavuşmanın buğusu saracak gözlerinizi. Çocukluk cennetimizdir. Çocuklukta, yaşamanın en küçük detayları bile huzura açılan sihirli kapılardır. Damağınıza ansızın değen bir çilek tadı, pencerenizde bir yağmur damlasının süzülerek akması, bir misket şakırtısı, bir dere çağıltısı, bir deniz kıyısı vs. sanki içinizde dürülü sonsuz bir yumağı açar gibi, sizi mutluluğun sarayına alır, saf mutlulukların tahtına oturtur. Çocukluğumuzda bu kadar kolayca mutlu olabilirken, büyüdükçe sanki mutsuz ve huzursuz olmayı öğretmişlerdir bize. Bir şeyi avuçlamanın hazzı, biri tarafından kucaklanmanın mutluluğu sanki ipi kopmuş uçurtma gibi alıp başını gitmiş, bizi ebediyen terk etmiştir. Sanki küçükken küçük şeyleri büyütüyoruz; daha kolay seviyoruz, daha çok seviniyoruz. Büyükken de büyük şeyleri küçültüyoruz; daha zor seviyoruz, daha seyrek seviniyoruz. Yeniden sevebilmeyi öğrenmek için, ya içimizdeki çocuğun ellerine dokunacağız ya da çocuklarımızın gözlerini parlatan küçük mutluluk gerekçelerini yeniden keşfedeceğiz. Hem böylece, bizim küçümsediğimiz şeyleri çocukların ne kadar büyük gördüğünü hatırlayarak, çocuklarımız için daha çok küçük şey yapmaya başlarız. Şimdi, denizlerin bir avuç kuma sığabileceğine bir kez daha inanmak istiyorsanız, yaşları 4 ile 8 arasında değişen çocukların “Sana göre aşk nedir?” sorusuna verdikleri cevapları okuyun: “Aşk, bütün kötü şeyler geçmeden önce hissettiğin şeydir.” “Büyükannemin romatizması vardı ve eğilemiyordu. Ayak tırnaklarını kesemiyordu. Sonra büyükbabam büyükannemin tırnaklarını kesti. Ama onun da romatizması vardı. Aşk budur.” “Birisi seni sevince senin adını başka türlü söylemeye başlar. O zaman anlarsın ki, senin adın onun ağzında huzur içindedir.” “Bir kız bir gün bir parfüm sürer ve oğlan da tıraş kolonyası sürer. Sonra teneffüse çıkınca birbirlerini koklarlar. O zaman aşk olur…” “Bir gün birisiyle pizza yemeye gidersin. Pizzanın bütün parçalarını ona verirsin. Sen açsındır ama o sana hiç pizza vermez. Aşk budur.” “Bazen çok yorulursun. Biri gelir ve seni güldürür. Aşık olursun.” “Aşk şudur. Annem babama kahve pişirir. Kahveyi babama vermeden önce üstünden azıcık içer. Kahvenin güzel olduğunu anlamak için.” “Aşk, hiç durmadan öpmektir. Öpmekten yorulduğunda da, yine birlikte olmak istersin ve daha çok konuşursun. Annem ve babam bunun gibiler. Öpüştüklerinde muhteşem görünüyorlar.” “Sevdiğine kendin hakkında kötü bir şey söylersin. Bunu söylediğin için seni hiç sevmeyecek sanırsın. Ama seni yine sevdiğini söyler; hatta daha çok sevmeye başlar. Bu aşktır.” “Birine tişörtünü çok sevdiğini söylersin. Sonra onu yarın da giyer, yarından sonra da…” “Minik yaşlı bir kadınla minik yaşlı bir erkek birbirlerini çok seviyorlarsa bu aşktır. Çünkü birbirlerini çok iyi tanıyorlar.” “Beni en çok annem seviyor; çünkü yatmadan önce beni öpüyor.” “Annem babama pilicin en iyi parçasını verir. Bu aşktır.” “Bazen babam çok yoruluyor, çok terliyor, çok pis kokuyor. Ama annem ona ‘Sen Brad Pitt’den yakışıklısın’ diyor. O zaman aşk oluyor.” “Köpeğimi yalnız bırakıp gittiğimde bile, akşam beni yalıyor. Bu aşktır.” “Ablam beni çok seviyor. Bunu biliyorum. Bana eskiyen elbiselerini veriyor. Sonra, yeni elbise almak zorunda kalıyor.” “Birini sevince, göz kapakların bir yukarı kalkar, bir aşağı iner ve gözünden yıldızlar çıkmaya başlar.” “Bence birini gerçekten seviyorsan ona ‘Seni seviyorum’ diyebilirsin. Ve gerçekten onu seviyorsan, ona hep öyle söylemelisin.”
gönlümün mürekkebinden süzülen damlalar... özledim seni... bir kardelen gibi tek mevsim değil 4 mevsim seviyorum seni.o zaman ben kardelenden cesurum sevgili...baş kaldırmıyorum belki düzene sensizliğe ama sessizce usulca asilce seviyorum ben seni. özledim seni.. yokluğuna bir kaç fiil biriktirip özlemene özneler vurdum... bir dağ başı ıssızlığı gecenin en karanlık noktasındaki en sönük ışık bile olsan umudumsun beklerim seni.. özledim seni... oysaki ben küçücük bir dünyanın yüreği büyük prensesi sense prensiydin.en önemliside notaları sahipsiz yarım kalmış bir türkü artık senin yokluğun.hani geldesem gelemezsin biliyorum.cesaretimin tükenişliğini izliyor içimdeki küçük kız çocuğu.eteğimden çekiştiriyor kalbi kanıyor belkide seni özlediği için. can susar gözlerim ağlar yokluğunun vahim noktasındayım anlayacağın.gözden kanda damlarmış ben bunuda gördüm.acıyı bal eyledim sensizlikte.bilirsin senden ödünç aldım ben suskunluğu. özledim seni... şairinde dediği gibi "ben burda sana yanarken sen kimbilir nerede üşüyorsun" ben sana yanıyorum sende bana üşüyorsun.en olmadık zamanlarda düşüyorsun gözlerimden en vurgun saatlerde.hayallerimin en cam anında.camdan hayaller kuruyorum ben sana.öyle ya senin yokluğunda geçilen hayalde mantık arama.kızmada bana.seni yeşil gözlü bir güverciğinde görüyorum diye.yeşil gözlü güvercinmi! deme dedim sana kurduğum hayalde mantık arama.sınır tanıma.... özledim seni... bir anadolu türküsü dolandı dilime.masallar büyüttüm.küçük bir prenses koca bir dev girdi araya.prensini bekledi hep prenses.devi yenmeye çalıştı küçücük bedeniyle.asilce savaştı hasret denilen devle.bütün silahlarını kuşandı.kurşuna dizdi yalandan askerlerini.gözlerini nöbet saldı yollarına.her adımda seni sordu sokaktaki kaldırım taşlarına.sende gözlerini kapa ve pusulu gözlerinin kahvesinde ara beni. ey sevgili diyeceğim o ki... "bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varsa kahve gözlerinin bin yıl hatırı vardır"bin yılda olsa beklerim seni...
Sensiz" bir hayat; tebeşirle kara tahtaya birşeyler yazmak kadar kolay değil.. ! Aşk suçüstü yakalanmıştır... Bu ayrılığın, bu delilsiz cinayetin tek failiyiz biz... Sen ve ben... Suçluyuz sanık sandalyesinde.. Adlarımız mutluluk diyarından sınır dışı edilmişken Aynı cümlenin icinde özneyle yüklem olmak neye yarar ki... Artık suçumuz sabit... Cezamız müebbet... Şimdi sen başka kollarda Ben ise karanlığın koynunda yaşamaya mecburuz... Aşkı öldürmekten yargılanıp bir ömür boyu"yalnızlığa" mahkumuz... Ne sen bana ait, ne de ben sana... Artık biz iki yakası hiç kavuşmayacak kör uçurumuz... Çünkü biz, büyük bir aşkı öldürmekten ömür boyu mahkumuz... Tamamlanmamış söz olmuşken mutluluğun dudağında Tek başına acıları sırtlanmak neye yarar ki... Ömür boyu iki yabancı olacaksa gözlerimiz birbirine Neye yarar ki aynı cümlede yan yana durmak... Geleceğine ve yüreğine ayrılık ipotek koymuşken Neye yarar ki sen diye soğuk duvarlarla konuşmak... Sen ve beniki suçluyuz artık... Şimdi susma vakti... Ve demir parmakların arasından görebildiğimiz gökyüzüne bakıp bakıp Bu sevdayı "ayrılığa" gömmeliyiz... Gömmeliyiz, çünkü biz iki yakası kavuşmayacak iki uçurumuz... Çünkü biz aşkı ''öldürmekten'' suçluyuz... Suçlu ayağa kalk...! Sen ve ben... Ya da biz... Sanık sandalyesindeyiz... Sen ve ben, ya da hayat... Ayrılığa hüküm giymişsiz... Çünkü suçumuz sabit... Cezamız ömür boyu müebbet...!
Sana Son Sözüm Hayat Düşünme artık olanı biteni, Önünde gül yüzlü bir çocuk suretidir gelecek.. İçimi ısıtan yalanın geceye kurban verdiği son ümidiydi, Bu kırgın savunmasız cümle.. Yıllar yılları kovaladıkça,nefesin yüreğine fazla gelmeye başlayacak. Ardına bakacaksın ansızın,ne çok acı toplamışım diyeceksin koca bir iç çekerek. İsyanlara sırdaş acılara küskün yeni kimliğinle, Belki kızgın belki çaresiz sorular soracaksın, Adressiz zamanlarına.. Yaşlanmış,kırışıklıklarla bezeli yüzünde, Istırap hayatın en acı imzası olarak kalacak son nefese kadar.. Ben artık; Yorgunum Yılgınım Biraz kahır dolu biraz çaresiz Sensiz kimsesiz Issız ,terk edilmiş Hüzünlerin başkentiyim.. Pişmanlıklar,yaşanmış yaşanamamış bütün hatıralar o koyu özlemler.. Boğazımda düğümlenmiş,haykırılmayı bekleyen boynu bükük hıçkırıklar.. Zalimim ben.. Utanıyorum kendimden.. Öksüz yetim gibi bıraktığım düşlerim karanlık kuytularda af diliyorlar.. Ne zaman bu kadar gaddar oldum ben ? Ne ara harcadım umutları ? Elim değdi yüreğimdeki sen’e, Bıçak misali keskindim,kanadın durdun Aldırmadım avuçladım kana kana,ağlaya ağlaya.. Zihnim lal.. Korkuyorum içimdeki intihar heveslisi arzularımdan.. Haydi hayat;ses ver sesime. Benden alacaklarının hesabını çıkar, Acılar taşıyor yüreğimden. Birkaç damla gözyaşım var hala sakladığım, Hesabımdan düş ben düşmeden. Dayanmaz buna bu can, girdaplarına sürüklediğin mutlulukların Senin merhametine ihtiyacı var. Yalvarsam fayda etmez, yüreğindeki hissiz öfkeler azılı düşmanımdır.. Gücüm yok savaşamam, Yenildim hüzünlü hazan mevsimlerine.. Yaprak gibi düşüyorum,ez yüreğimi Sana son sözüm hayat,dinle; Kabullendim gerçeği,oyun bitti.. Kaybettim.. Sana armağandır,yenilgimde hayasızca savurduğun kahkahalar..
| Sayfa:
|
|
|
|
108 |
|