REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

<< Ilk  < Onceki | Sayfa:  1 | 2 | 3 |
Toplam bakislar: 21666 - Toplam yanitlar: 25




GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 23:06:21


BİREY, TOPLUM, MİLLET YAŞAMI

Toplum hakkında
Her şeyin koruyucusu, insan toplumudur. Bizi koruyan,refah içinde yaşatan, toplumdur. Bu sebeple topluma önem vermek, onu kuvvetlendirmek ve yaşatmak gerekir. Bunun için her türlü gelişme, huzur ve güven kaynağı toplumdur.
1932 (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 305)


Birey ve toplum
Bir toplulukta değer ve kuvvet, onu kuran bireylerin kendilerini değer ve kuvvet saymalarındadır. Ancak bu gibi bireylerden kurulmuş olan toplumlardır ki, bütün olarak değer ve kıymet manzarası gösterebilirler.İnsanlar, dünya yüzünde insan sıfatım aldıkları, tarihten önceki zamandan bugüne kadar, yalnız yaşayamayan ve kesinlikle topluluk halinde yaşamak doğal yazgısında yaratılmış olduklarını bilmelidirler. İşte bu nedenle hepimiz söyleriz, hepimiz şerefleniriz, hepimiz bu şerefi kendimize bağlayabiliriz; fakat gerçek şudur ki her bireysel şeref ve saygınlık ve kahramanlık hiçbir bireyin değildir, bütün bu bireylerden meydana gelen toplumundur.

Bu toplum içinde özellikle şeref aşamaları yapmak hatadır. Kuvvet aşamaları yapmak; bu ise o toplumun yapabileceği şey değildir, o toplumun bilinci dışında onun doğurabileceğinde ve doğurabileceklerinde belirirse, toplum kendinden doğmuş olan bu vaziyetlere karşı yadırgamaz.
1937 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B. s. 88-90)

Milleti uzun yüzyıllar dalgın bırakan çeşitli sebepler arasında gerçek noktayı, bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün yoksulluklarımızın kesin sebebi, düşünüş biçimi sorunudur. İnsanlar ve insanlardan meydana gelen topluluklar her şeyden evvel bütün bireyleriyle doğru bir düşünüş biçimine sahip olmalıdırlar. Düşünüş biçimi zayıf, çürük, hasta olan bir toplumun bütün çalışması boşadır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 138)

Uzun yüzyılların uyuşturucu yönetim ve eğitiminin, bir toplumu bir günde, bir yılda serbest bırakabileceğini düşünmek ve kabul etmek doğru değildir. Bu sebeple, insan doğasını ve gerçeği bilenler, elinden geldiği kadar, bağlı olduğu milleti aydınlatıp doğru yolu göstererek, onlara, kurtuluş hedefine yürümekte rehberlik yapmayı en büyük insanlık görevi bilmelidirler.
1927(Nutuk 1, s. 359-360)

Bir millet, bir memleket için kurtuluş, esenlik ve başarı istiyorsak bunu yalnız bir kişiden hiçbir zaman istememeliyiz. Umumî kurtuluşu, gene umumî gayret temin eder ve bir millet, bir toplum yalnız bir bireyin gayretiyle bir adım bile atamaz.
(M. Turhan Tan, Ata Sözü, En Büyük Kaybımız, s. 93 - 94)

En iyi bireyler, kendinden çok bağlı olduğu toplumu düşünen, onun varlığının ve mutluluğunun korunmasına yaşamını veren insanlardır.
1930 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı:82-83, 1931)

Hak ve görev
Hakların en birincisi, yaşamak hakkıdır. Diğer bütün haklar ve bu haklara karşılık olarak yapılan görevler, hep yaşamak hakkına dayanır. Bugünkü hukuk, insanları, her kim olursa olsun, herhangi memlekette bulunursa bulunsun, yaşamak hakkına sahip sayar. Şüphe yok, bir insanın yaşamak hakkı, onu diğerlerinin yaşamak hakkına saygı göstermek göreviyle bağlar. Bu fikri daha açık ifade edelim: Bir insanın hakkı, diğer bir insan için görev olur ve yine bir insanın görevi de diğer insanın hakkı demektir. Hak, yetki dediğimiz zaman hemen aynı şeyleri anladığımız gibi görev, zorunluluk, yükümlülük, ödev ve borç da birbirinden ayrılmayan şeylerdir. Anlıyoruz ki, hakkın bulunduğu yerde görev ve görevin bulunduğu yerde hak vardır. Yani, her insan aynı zamanda hem kendine ait birtakım haklara sahiptir, hem de başkalarına ait hakların kendine yüklediği birtakım görevlere sahiptir.İnsanlar, toplumsal yaşamda haklardan ve görevlerden örülmüş bir ağ içinde düşünülebilir.
İnsanlar, insan kaldıkça bu ağdan çıkamazlar. Şunu da bilmelidir ki, bu söylediğimiz esas, insanlık tarihine oranla yenidir ve hatta denilebilir ki, bu esas istenildiği derecede tam, kesin, değişmez olarak bütün insanlığın ruhuna henüz girmemiştir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk ün El Yazıları, s. 42)

Toplum bireyleri arasında bağlılık
Bütün insanlar, bir toplumsal vücudun parçalarıdır ve bu sebeple birbirine bağlıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk 'ün El Yazıları.s. 522)

Başkasına olan bir iyilik bize de iyiliktir; başkasına olan kötülük bize de kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek ve kötülükten kaçınmak gerekir. Yaptığımız işler, etrafımızda sevinçler veya acılar halinde yankılar uyandırır; bu hal bize vicdan görevleri duyurur. Bağlılık, bizi başkaları için hoşgörülü yapar. Çünkü, başkalarının kusurlarında bizim de istemeyerek ekseriya beraber suçlu olduğumuzu gösterir.

Özetle, bağlılık, "herkes, kendi için" yerine "herkes, herkes için" düşüncesini koyar. Bu düşünce toplumsaldır, millîdir, geniş ve yüksek anlamıyla insancadır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yanları,s. 73; 529-531)

Toplum bireyleri arasında hoşgörü
Çeşitli inanışta kimseler, birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlara ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde hoşgörü yoktur; bunlar
bağnazdırlar. Hoşgörü o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdanî inanışlarına karşı, hiçbir kin duymaz; tam tersine saygı gösterir. Hiç olmazsa, başkalarının, kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. Hoşgörü budur. Fakat, gerçeği söylemek gerekirse diyebiliriz ki, özgürlüğü özgürlük için sevenler, hoşgörü kelimesinin ne demek olduğunu anlayanlar, bütün dünyada pek azdır. Her yerde genel olarak geçerli olan bağnazlıktır. Her yerde görülebilen barış görünümünün temeli, bağnazlık ile özgür fikrin, birbirine karşı kin ve nefreti üstündedir. Temelin devrilmemesi, kin ve nefret zeminindeki dengeyi tutan fazla kuvvet sayesindedir. Bu söylediklerimizden şu sonuç çıkar ki, aramızda, özgürlük engellerinin ortadan kalktığına, bizim gibi düşünen ve hissedenlerle birlikte yaşadığımıza karar vermek güçtür. O halde görülen, hoşgörü değil, zaafın dermansız bıraktığı bağnazlıktır.Şüphesiz, fikirlerin, inançların başka başka olmasından, şikâyet etmemek gerekir. Çünkü, bütün fikirler ve inançlar, bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik belirtisidir, ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki gerçek özgürlükçüler, hoşgörünün yaradılıştan bir özellik olmasını temenni ederler.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları s. 509-512)

Unutmamalıdır ki, bazı insanlar geleceği, geçmişin arasından görmekte direnirler. Bunlar, ilişkimizi kestiğimiz geleneklere karşı mutlaka, bağlılığın eski haline döndürülme-sini isterler. Bu gibi insanlar, kendi inandığı gibi inanmayan kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini manevî baskı altında hissederler.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları s. 514-515)

Hoşgörünün arzu edildiği gibi, genelleşmesi, huy haline gelmesi fikrî eğitimin yüksek olmasına bağlıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 515)


Kamuoyu ve Türk kamuoyu
Kamuoyu, milletin içinden taşan bir, değişik fikirler denizidir. O denizde çeşitli akımlar, çeşitli tartışma dalgaları oluşturur. Kamuoyu, ruhsal bir âlemdir. Orada seyreden fikir mücadelesi, dikkatli gözlerden gizli kalamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 59; 479-480)

Gerçek kamuoyu, dışarıdan kimsenin etkisi olmaksızın doğal olarak var olan fikir ve duyguların, yine doğal olarak yarattığı bir havadır. Halbuki insan daima etki altında kalır. Yalnız yeter ki bu etki, toplumu meydana getiren insanların gerçekten onları düşünen ve bütün varlığını onlara veren ve adayanları tarafından yaratılsın. Bu şekilde yaratılacak olan kamuoyu, bu memleketin geleceğini temin edebilir. Yoksa, herhangi esen bir hava ile değişebilecek bir kamuoyu içinde yaşarsak yarına güven mümkün olmaz.

Türk milletinin sağlam bir fikre sahip olmasını sağlamak amacımızdır. Yürüdüğümüz gerçek yolunun, milleti mutluluğa eriştiren biricik yol olduğunu anlatmak gerekir. Her şeyin yapılmasına çalışırken bütün çalışmanın, bütün girişimlerin üstünde Türk kamuoyunu gerçeği kavrama ve sezmeye alıştırmak, bu hali ona doğal hal yapmak, şuradan ve buradan gelecek günlük fikirlere ve sahtekâr ve aldatıcı telkinlere asla önem vermeyecek bir olgunlukta yaratmaktır.
1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı: 82-83, 1931)

Kamuoyu gibi gösterilmek istenilen yapay fikirler, en nihayet, hususî fikirler gibi düşünülebilir. Değerli ve yararlanmayı gerektirir görülürse göz önüne alınır; fakat, devlet yönetiminde uyulması gerekli kurallar niteliğinde sayılamazlar. Genel değeri olmayan fikirlerin ve görüşlerin gereğinden fazla önemle karşılanmaması, o fikirler ve görüşler sahiplerini üzmemelidir. Dargın hislerine yenilerek serzenişlerde bulunanları mazur görsek bile, haklı bulamayız.
1925 (Atatürk'ün S.D.V, s.210)


Kamuoyunu yanıltanlar
Bu memleketin içinden ve bu memleketin evlâdından -bilmiyorum evlâdından mıdır?- bazı insanların bütün gerçeklere göz yumarak kamuoyuna yanlış fikirler ve yönler göstermesi gerçekten üzüntü vericidir. Bunu yapanlar ya çevrelerini göremeyecek kadar cahil ve ahmak, yahut gerçeğe değinmekten korkacak kadar alçak ruhlu kimselerdir. Her iki halde de bu gibiler, Türk milletinin yüksek kamuoyu karşısında, hiç olmazsa utanç duymalıdırlar.
1931 (Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri, 1.2.1931)


Kamuoyu ve Hükümet,
Hükümet tutum ve hareketlerini düzenlemek için, kahükûmet kamuoyuna önem verince, kamuoyu örgütlenir. Kamuoyunun daima yararlanılabilecek, hazır bir halde bulunabilmesi, onun bir örgüte sahip olmasıyla mümkündür. Bu örgüt, serbest eleştiri ve tartışma alanıdır. Bu alan sürekli açık olmalı ve daima çeşitli fikirlerle beslenmelidir. Bu ise, basının çabası ve halkın yararının her gün yeniden yeniye tartışılmasıyla olur.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 60; 485)

Millî egemenlik esasına dayanan temsilî bir hükümette, kamuoyu büyük rol oynar. Basın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve halka ait işler hakkında geniş bir eleştiri alanı bırakılmadan, kamuoyu görevini yapamaz. Millî egemenlik ve temsilî hükümet fikrinin yayılması ve yükselmesi, ancak kamoyunun etkinliğiyle mümkündür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 59; 477-478)


Özgürlüğün tanımı
Özgürlük, insanın düşündüğünü ve dilediğini sınırsız olarak yapabilmesidir. Bu tarif, özgürlük kelimesinin en geniş anlamıdır. İnsanlar, bu anlamda özgürlüğe, hiçbir zaman sahip olamamışlardır ve olamazlar. Çünkü herkesçe bilinir ki insan, doğanın yaratığıdır. Doğanın kendisi de sınırsız özgür değildir, evrenin yasalarına bağlıdır. Bu sebeple, insan ilk önce, doğa içinde, doğanın yasalarına, şartlarına, sebeplerine, etkenlerine bağlıdır. Meselâ, dünyaya gelmek veya gelmemek insanın elinde olmamıştır ve değildir. însan, dünyaya geldikten sonra da, daha ilk anda, doğanın ve birçok yaratıkların esiridir. Korunmaya, beslenmeye, bakılmaya, büyütülmeye muhtaçtır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 450)


Özgürlük hakkında
Özgürlük olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.
1906 (Atatürk'ün S.D.II, s. 1)

Özgürlükten doğan buhranlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir.
1930 (Asım Us, Hatıra Notları, s.21)

Özgürlük, Türk'ün yaşamıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s.464)

Yazgısını, kendini zincire vuran kişilere terk eden milletler, o kişilerin keyif ve arzularına oyuncak olmaya karar vermiş, bunu kabullenmiş sayılırlar. Bu türlü milletler, talihlerini ellerine bıraktığı insanlar başarı kazandıkça o in
sanların daha kuvvetli baskısı altında kalırlar. Başarı kazanmazlarsa felâket, yok olma yalnız o insanlara değil, onlara bağlı olan topluma gelir. O halde her iki olasılıkta da böyle bir millet, felâketle karşı karşıyadır ve bu kötü sonuca varması kaçınılmazdır.
1922 (Atatürk'ün s.D.11, s. 27)

Varlığını anlamış olan, özgürlük ile tutsaklığın farkını takdir eden, ölümü tutsaklığa tercih eden ve bunu her gün gerçekten kanıtlamakta olan bir milleti, her ne olursa olsun ortadan kaldırmayı amaçlayan zalim arzuya düşmek kadar dünyada vahşet düşünülebilir mi?
1922 (Atatürk'ün S.D.II, s. 36)

Diyorsunuz ki, baskı fikri ve gericilik bir daha yer bulamayacaktır. Ben de aynı düşüncedeyim. Bunu, sizin gibi gençlerden işitmek şeref vericidir.
1922 (Atatürk'ün S.D.II, s. 48)

Sosyal özgürlük
Siyasal özgürlüğü şimdiden kayıtsız şartsız verdiniz; sonu ne olacak? Halk sokaklarda yine serbestçe bağırıp çağıracak; amaç bu mu? Her şeyden önce sosyal özgürlük,
efendiler! Sosyal özgürlük! Millete önce bunu vereceğiz;böylece o, kendi siyasal özgürlüğünü alacağı ve iyi kullanabileceği evreye gelir. (Atatürk'ün R.Y.G.S., s.240)


Vicdan özgürlüğü hakkında
Vicdan özgürlüğü sınırsız ve sataşılmaz, bireyin doğal haklarının en önemlilerinden tanınmalıdır. Uygarlığın geri olduğu bilgisizlik dönemlerinde, fikir ve vicdan özgürlüğü zorbalık ve baskı altında idi. İnsanlık bundan çok zarar görmüştür. Bilhassa din koruyuculuğu kılığına bürünenlerin, gerçeği düşünebilenler, söyleyebilenler hakkında uygun gördükleri zulüm ve işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti'nde, her ergin dinini seçmekte özgür olduğu gibi, belli bir dinin merasimi de serbesttir; yani dinî tören özgürlüğü korunmuştur. Doğal olarak, dinî törenler güvenliğe ve genel töreye aykırı olamaz; siyasal gösteri şeklinde de yapılamaz. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık, Türkiye Cumhuriyeti asla katlanamaz. Bir de, Türkiye Cumhuriyeti içinde, bütün tekkeler ve zaviyeler ve türbeler yasayla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vb. yasaktır. Çünkü bunlar gericilik kaynağı ve bilgisizlik damgalarıdır. Türk milleti, böyle kuruluşlara ve onların mensuplarına katlanamazdı ve katlanmadı.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazılan, s. 470-472)

Kişisel özgürlükler ve devlet
Çağdaş demokraside bireysel özgürlükler, özel bir değer ve önem almıştır; artık bireysel özgürlüklere devletin ve hiç kimsenin karışması söz konusu değildir. Ancak, bu kadar
yüksek ve değerli olan bireysel özgürlüğün, uygar ve demokrat bir millette, neyi ifade ettiği, özgürlük kelimesinin sınırsız şekilde düşünülebilen anlamıyla anlaşılmaz. Söz konusu olan özgürlük, toplumsal ve uygar insan özgürlüğüdür. Bu nedenle bireysel özgürlüğü düşünürken, her bireyin ve nihayet bütün milletin ortak yararı ve devlet varlığı gözönünde bulundurulmak gerekir. Diğerinin hak ve özgürlüğü ve milletin ortak yararı, bireysel özgürlüğü sınırlar.

Bireysel özgürlüğü sınırlama, devletin de âdeta esası ve görevidir. Çünkü, devlet bireysel özgürlüğü temin eden bir kuruluş olmakla beraber, aynı zamanda bütün hususî faaliyetleri, umumî ve millî amaçlar için birleştirmekle görevlidir. "Özgürlük, başkasına zararı dokunmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır" denildiği zaman vatandaş özgürlüğünün, yalnız bunun amaç olduğu, devletin bu amacı temin için bir vasıta sayıldığı ifade edilmiş olur. Fakat bu vasıtadır ki, milletin genel yararını ve amacını koruyacaktır.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s.278)

Vatandaşlar bilmelidir ki, vicdanî ve fikrî özgürlük vardır; fakat nihayet bunlar sınırsız değildir. Bireysel özgürlük karşısında bireylerin hepsinin kurduğu, dayandığı bir devlet, devletin de yönetimi, egemenliği vardır. Bireylerin özgürlüğünü korumakla görevli olan insanların, diğer taraftan devletin de irade ve egemenliğinin felçli bir hale gelmemesine çok dikkat etmeleri gerekir. Bireylerin özgürlüğü, devletin egemenlik ve iradesinin korunmasına bağlıdır. Devlet yönetimi felç olursa bireylerin özgürlüğünü koruyacak hiçbir kuvvet ve vasıta kalmaz. Bu nedenle özgürlüğü yalnız bir taraflı değil, her iki taraflı düşünmek gerekir.
Bireysel özgürlükler mukaddestir. Bunların korunması için daima çalışılır. Fakat bu çalışmada devletin kuvveti, otoritesi hiçe sayılırsa -tutalım ki belki bu hiçe indirilebilir-ancak bu takdirde bu gibi insanların nihayet kesinlikle başka bir devletin otoritesi altına girmek aşağılığına düşeceklerini, yabancı bir devletin otoritesinin tutsaklık zincirlerini kendi elleriyle boyunlarına takmaya mecbur olacaklarını akıldan çıkarmamak gerekir.
1931 (Vakit gazetesi, 19.2.1931; Taha Toros,Atatürk'ün Adana Seyahatleri, s. 37)

Bireysel özgürlüğün ne kadarından kendi isteğiyle vazgeçilmesi gerekeceği, içinde bulunulan zamana ve memlekete göre değişir. Olağanüstü zamanlar, olağanüstü önlemler gerektirebilir. Bir de özgürlüğün kötüye kullanılması, özgürlüğün geçici, ama geniş miktarda sınırlanmasını gerektirebilir. Bütün bu önlemleri ve sınırlamaları tanımak gereği, devlet fikir ve kavramını ifade eder. Bu hususlardaki önlemlerin şiddetini ve sınırların genişliğini ölçmek, büyük bir sanattır. Devlet sanatı, işte budur. Vatandaşların genel özgürlük ve mutluluğu için, bireylerden, ancak devlet için zorunlu olan bir kısım özgürlüklerin bırakılması istenebilir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 462-463)


Birey güvenliği
Biz yurt güvenliği içinde bireylerin güvenliğini de, lâyık olduğu derecede göz önünde tutarız. Bu güvenlik, Türk Cumhuriyeti yasalarının, Türk hâkimlerinin teminatı altında, en ileri şekilde mevcuttur.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 378)


Yurt güvenliği
Vatanın her köşesinde, kamu huzurunu bozan hâdisenin,yalnız oradaki vatandaşları değil, en uzak yerlerdeki vatandaşların rahatını, mutluluğunu ve çalışma yaşamını ve ekonomik durumunu ve üretimini etkilediği ve zarar verdiği açıktır. Bundan dolayı, her mutluluğun ve her çalışmanın ve özellikle ekonomik ve ticarî gelişimin ilk şartı, huzur ve rahat ile güvenlik ve yasa egemenliğinin, bozulması mümkün olmayan bir güven ve kuvvette bulunmasıyla sağlanır. Bu sebeple de cumhuriyet polis ve jandarmasının ve cumhuriyet ordusunun şeref ve itibarı, her düşüncenin üstündedir. Bu şeref ve itibara saygı için vatandaşlarımın dikkat ve uyanıklığını İsterim.
1925 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 520)

Cumhuriyetin iç siyaseti, vatandaşın yaşayışını hiçbir güç ve sataşmanın etkisinde bırakmaksızın temin etmektir. Bu siyaset dikkatle izlenmektedir.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 68, 1929, s. 5024)





BASIN

Millet yaşamında basının önemi
Bir toplumun ortak ve genel duyguları ve fikirleri vardır. Toplumların değerleri, uygarlaşma düzeyleri, arzu ve eğilimleri ancak bu genel duygu ve fikirlerin belirme ve görünme derecesiyle anlaşılır. Bir toplumu yönlendiren ve yöneten insanlar için, toplumun talihi üzerinde karar vermek durumunda bulunan dostlar ve düşmanlar için ölçü, bu topluluğun kamuoyundan anlaşılan yetenek ve değerdir. Bu nedenle milletler, kamuoyunu dünyaya tanıtmak zorunluğundadır. Bütün dünya kamuoyu hakkında bilgi sahibi olma ise, yaşam gereklerinin düzenlenmesi için şüphesiz gereklidir. Bu hususta ise var olan araçların birincisi ve en önemlisi basındır. Basın, milletin genel sesidir. Bir milleti aydınlatma ve uyarmada, bir millete gereksindiği fikrî gıdayı vermekte, özet olarak bir milletin mutluluk hedefi olan ortak doğrultuda yürümesini teminde, basın başlı başına bir kuvvet, bir okul, bir rehberdir.
1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 224-225)

Basın, kötüye kullanmalara engel olur ve hükümet araçlarını, görevlerini doğru yapmaya zorlar. Yayın, en etkili kontrol araçlarındandır. Bu noktada, eleştirinin kolay ve fakat yapmanın güç olduğu gerçeği, unutulmamak gerekir. Onun için, halkın iyiliği fikri her türlü eleştirilere ve tartışmalara daima egemen ve esas tutulmalıdır. Gerekli görülen fikirler, halkın iyiliği için ortaya atılmalıdır. Bu fikir hareket noktası olunca, eleştiri ve tartışma devletin de iyiliği için yapılmış ve vatandaşların toplumsal ve siyasal eğitimlerini yükseltmeye hizmet etmiş olur.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 60; 482-483)

Basın, hükümetlerin siyaseti üzerinde geniş ölçüde etki yapan büyük bir kuvvettir.
1930 (Cumhuriyet gazetesi, 31.10.1930)


Cumhuriyet basını
Türkiye basını, milletin gerçek ses ve iradesinin belirme yeri olan cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale meydana getirecektir. Bir fikir kalesi, düşünüş kalesi! Basınla ilgili kişilerden bunu istemek, cumhuriyetin hakkıdır. Bugün, milletin samimî olarak birlik ve dayanışma içinde bulunması zorunludur. Halkın kurtuluşu ve mutluluğu bundadır. Mücadele bitmemiştir. Bu gerçeği milletin kulağına, milletin vicdanına gereği gibi eriştirmede basının görevi çok ve çok
Önemlidir.
1924 (Atatürk'ün S.D. II, s. 166)

Cumhuriyet döneminin kendi düşünüş biçimi ve ahlakıyla donanmış basınını, yine ancak cumhuriyetin kendisi yetiştirir.
1925 (Atatürk'ün S.D.I, s. 326)

Florinalı Nâzım*'in mektubuna verdiği cevaptan:
Cumhuriyetin sağlamlaştırılması ve yükseltilmesi hususunda kalem ve fikir sahiplerinin yapacağı hizmet, şüphesiz pek geniş ve etkili olur. Bu yoldaki çalışmaların daima beğeni ve takdir ile karşılanacağı da şüphesizdir.
1924 (Florinalı Nâzım, Cumhuriyet Marşları, 1924)


Basın özgürlüğü
Basının, genel yaşamda ve cumhuriyetin ilerleme ve gelişmesinde sahip olduğu görevler yüksektir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 62; 492)

Basının toplum yaşamında, siyasal yaşamda ve cumhuriyetin gelişme ve ilerlemesinde sahip olduğu yüksek görevleri anmak isterim. Basının tam ve geniş özgürlüğü iyi kullanmasının, ne derecede nazik bir vaziyet olduğunu da söylemeye gerek görmem. Her türlü yasal kayıtlardan evvel bir kalem sahibinin bilime, gereksinime ve kendi siyasal görüşlerine olduğu kadar, vatandaşların hukukuna ve memleketin, her türlü özel görüşlerin üstünde olan yüksek çıkarlarına da dikkat ve hürmet etmek manevî zorunluğu,asıl bu zorunluktur ki genel düzeni temin edebilir. Bununla beraber bu yolda yanılma ve kusur olsa bile, bu kusuru düzeltecek etken ve araç, asla geçmişte sanıldığı gibi, basın özgürlüğünü kısıtlayan bağlar değildir; aksine, basın özgürlüğünden doğan sakıncaların giderilme aracı, yine basın özgürlüğüdür.
1924 (Atatürk'ün S.D.I, s. 317-318)

Gazetelerden korkmamak gerekir. Gazetelere gelince: Onlar, yürürlükteki yasalar çerçevesinde özgürdür. Yasanın dışına çıkarlarsa yasal sorumlulukla karşı karşıya kalırlar. Basın da, yasa çerçevesinde özgürlüğünün saklı olduğuna emin olunca şu veya bu kişinin veya memurun bir gazeteyi mahkemeye vermesinden korkmamalı. Bilimsel ve toplumsal eleştiriler için kimsenin bir şey demeğe hakkı yoktur. Kişisel eleştiriler de haklı noktalara yöneltilmiş olmalı.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 4.12.1929)

Basın, hiçbir sebeple baskı ve etki altına alınamaz.
1923 (Atatürk'ün S.D. III, s. 65)

Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdırlar.
1929 (Ayın Tarihi, Cilt: 20, Sayı: 65, 1929)

Gazeteler, yasanın ve halkın çıkarlarının tersine davranışlara tanık oldukları ve bunları öğrendikleri takdirde gerekli yayında bulunmalıdırlar.
1923 (Atatürk'ün S.D.U, s.51)


Toplanma özgürlüğü ve basın özgürlüğü
Bu iki özgürlük, aynı ilkeden çıkar. O ilke, insanların,fikirlerini serbest söylemek ve yaymak hakkıdır. Vatandaşlar kendi eğitim ve öğretimleri için ve halkın yararları noktasından fikirlerini karşılıklı olarak alıp vermelidirler, düşündüklerini istedikleri gibi söyleyebilmelidirler. En büyük gerçekler ve ilerlemeler, fikirlerin serbest ortaya konması ve karşılıklı alınıp verilmesi ile meydana çıkar ve yükselir.
1930 (Afetinan, M.K.Atatürk'ten Y, s. 33)


Basın özgürlüğünü kötüye kullananlar
Basın özgürlüğünün sakıncalarının giderilmesinin yine basın özgürlüğüyle mümkün olduğuna dair bu Büyük Meclis'in yol gösterme ve düzenleme alanında güzel karşılanan esaslar, eğer cumhuriyetin ruhu olan erdemden yoksun kendini bilmezlere, basının içinde haydutluk fırsatını verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkaranların fikir alanındaki uğursuz etkileri, tarlasında çalışan suçsuz vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve eğer en sonunda haydutluğun en kötüsünü göze alan bu gibi kimseler, yasaların özel durumlarından yararlanma imkânını bulurlarsa Büyük Millet Meclisi'nin eğitici ve ezici gücünün karışma ve uyarması elbette gerekli olur.
1925 (Atatürk'ün S.D.I, s. 325-326)

Özel amaçla yayın yapan bazı gazetelerin, halkın çoğunluğu üzerinde yaptığı etki, her memlekette olduğu gibi o gazetelerin lehinde değildir.
1924 (Atatürk'ün S.D.III, s. 78)

Aşağı insanların para ile yaptırdıkları basın mücadeleleri vardır. En adî yalanları yaymada basının kullanıldığı görülmüştür. Basın ve fikir özgürlüğünün karşı karşıya kaldığı başka tehlikeler de vardır. Basının ve hatta fikir derneklerinin, millî hükümetin etkisinden kurtularak, siyasal ve ekonomik gizli amaçlara âlet olmasından korkulur. Basının para ile satın alınabilmesi, milletlerarası yüksek para âleminin basın üzerinde gizli etkisi ya da sadece yabancı devletlerin örtülü ödeneklerinin etkisi, işte bunların kamuoyunu aldatma ve yanıltmasından gerçekten korkulur. Fakat, özgürlükten çıkacak bu fenalıklar, asla çaresiz değildir. Evvelâ, basın özgürlüğüne yasal bir sınır çizilir. İkinci olarak,gazeteler, özel bir örgüt yaparak, bununla kendi üzerlerinde ahlâkî bir etki yaparlar. İlk zamanlarda bir kazanç işinden başka bir şey olmayan gazetecilik, toplumsal bir kurum haline gelebilir. Bundan başka, halkın fikrî ve siyasî eğitimi de bir teminattır. Halk, birçok gazeteleri okumaya ve onları birbirleriyle kontrol etmeye ve gazetecilik yalanlarına inanmamaya alışırlar. Bütün bunların üstünde, her şeyin açık olması nedeniyle, iyi niyetin gelişeceğini ve hayatî sorunlar üzerinde iyi niyet sahibi insanların daima çoğunluğu oluşturacaklarını kabul etmek uygun olur. Çünkü, her zaman dünyanın yarısını ve bir zaman dünyanın hepsini aldatmak mümkündür.
Fakat, bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir. Deneyim göstermiştir ki, her şeyi söylemekten insanları menetmek, asla mümkün değildir. Fakat, millî eğitim ve büyük manevî kuvvetlere karşı hükümetin uygun hareket tarzı sayesinde, isyancı fikirlerin yayılmasına izin vermeyecek toplumsal bir ortam yaratmak mümkündür. Fakat herhalde, her şeyin söylenmesine izin vermek ve bunun karşısında söyleyenlerin fiile geçmesini bekleyerek önlem almakla yetinmek de anlamsızdır. Bütün halkın harekete geçtiği gün, onları durduracak kuvvet yoktur. Tıbbî bir sağlığı koruma bilgisi olduğu gibi, toplumsal bir sağlığı koruma bilgisi de vardır. Her ikisi aynı ilkeye dayanır. Maddî mikropları yok etmek mümkün olmadığı gibi manevî mikropları da yok etmek mümkün değildir. Fakat, kişinin vücudunda maddî bir sağlamlık yaratmak mümkün olduğu gibi, toplumsal yapıda da manevî bir sağlamlık yaratmak ve bu yolla bir karşı koyma zemini hazırlamak mümkündür.
1930 (Afetimin, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 61-62; 488-492)

Bilerek veya bilmeyerek yabancı kaynakların etkisine kapılanlar vardır. Bunlar fikirleriyle, sözleriyle toplumsal bütünlüğümüzü zayıflatacak çalışma içine girmiş bulunuyorlar. Vatandaşlar, bu gibileri tanımalı ve onların sözlerindeki gerçek anlamı bulmaya çalışmalıdırlar.
1925 (Atatürk'ün S.D.V., s. 211)

Memlekette kalem özgürlüğünün de demokrat bir idareye lâyık ağırbaşlılıkla kullanılmakta daha dikkatli bulunulacağını umarım. Özgürlüğü kötüye kullanmanın sebep olduğu birçok felâketleri çekmiş olan bu memlekette, bu dikkate özellikle gerek olduğu inancındayım.
1930 (Atatürk'ün S.D.1, s352)





DİKTATÖRLÜK VE CİHANGİRLİK

Diktatörlük hakkında
6 Mayıs 1922 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda Başkomutanlık Yasası'nın uzatılması görüşmelerinde, bir milletvekilinin, kendisine "Meclis'in hakkını elinden aldığı, elinden almak istediğini" söylemesi üzerine yaptığı konuşmadan:

Efendiler, açık ifade edeceğim, beni bağışlayınız! Her birinizin olağanüstü yetki ile seçilmesine ve olağanüstü yetkiye sahip bir Meclis'in oluşmasına ve bu Meclis'in, memleketin yazgısına el koyan bir nitelik kazanmasına çalışan, benim! Bunda başarılı olmak için en yakın arkadaşlarımla fikir mücadelesi yaptım. Bütün yaşamımı, varlığımı, bütün şeref ve saygınlığımı tehlikeye attım. Bu sebeple bu, benim eserimdir. Ben eserimi küçültmek ile değil, yükseltmek ile görevliyim. Bu düşünceden sonra Meclis'in hakkını zorla almak sözünü, tamamen ret ve iade ederim. Böyle bir şey söz konusu değildir ve olamaz!
1922 (Nutuk II, s. 655)

Geniş yetkilerle Başkomutanlık verilişinden ve Sakarya Zaferi'nden sonra bir kısım milletvekillerinin endişe duyduğu ve Meclis'in dağıtılacağı kuşkusuna düştükleri, kendisine hatırlatıldığı zaman söylemiştir:
Ben asla böyle bir şey düşünmedim ve düşünmem. Millet Meclisi'nde bana ne kadar karşı koyan ve itiraz eden olursa olsun o, büyük Türk milletinin temsilcisi oldukça benim basımdır. Şüphem yoktur ki, onlara iş ve hareketlerim ve onun sonuçları ile yapabildiğim ve yapabileceğim hizmetlerin değerini açıklayabileceğim. Bunu anlamakta Millet Meclisi kararsızlık gösterse bile asıl olan Türk milleti, yüksek sağduyusu ile bunu anlayacaktır. Bu taktirde sorunun çözümü benim kendime değil, tanıdığım Türk milletine yönelecektir; çünkü ben millet adamıyım, milletsever adamım. Onun sağduyusu dışında hareket eder adam durumuna düşmem. Biricik emelim, bütün vatanseverlerin, bütün devlet ve ordu başlarının başını millete bağlamaktır. Millet, lâyık olduğu büyük efendiliği bugün değilse yarın bütün anlam ve genişliği ile anlayacaktır; buna eminim. İşte o zaman, her millet bireyinin gerçek özellikleri millet tarafından belirtilecek ve belirlenecektir. Ben, o güne başarıyla yetişeceğimi ve milletten onun büyüklüğü ile orantılı ödülü alacağımı kuvvetle ümit ediyorum.
1921 (Asım Us, G.D.D. s. 111-112)

Ben isteseydim derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle yönetmeye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için çağdaş bir devlet kurayım ve onu yaptım.
(Yusuf Ziya Özer, T.T.K. Belleten.Cilt: 3, Sayı: 10, s. 287)

1932 yılında toplanan I. Türk Tarih Kongresi'nin sonunda Marmara Köşkü"nde verilen çay'da, öğretmenlerden birinin Atatürk'e "Paşam! Birçok Avrupalı muharrirler yazdıklarında, eserlerinde sizi diktatör diye nitelendiriyorlar. Buna ne buyurursunuz?" sorusuna verdiği cevap:
-Ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım. Benim diktatör olmadığıma şuradan karar veriniz, ben diktatör olsaydım siz bana bu soruyu soramazdınız!
1932 (Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, 1955, s.116)

Cumhuriyet Halk Partisi'nin ömür boyu başkanlığının teklif edilmesi nedeniyle söylediği söz:
-Milletin sevgi ve güvenini kaybetmediğim sürece tekrar seçilirim; milletin oyu esastır.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk'ün Hususiyetleri, 1965, s. 72)


Demokrat Atatürk
Kendisine "Atatürk!" diye söz yöneltilmesi üzerine söylemiştir:
Kendisine yalnız adıyla hitap ettiren, benim kadar demokrat devlet başkanı biliyor musunuz?
(M. Şükrü Akkaya, Ülkü Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 24, 1948, s. 5)

Ömür boyu Cumhurbaşkanlığı teklifi söylentileri üzerine gazetecilere söyledikleri:
Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve kamuoyu bilmelisiniz ki bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim amacım Türkiye'de, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde millet egemenliğini sağlamlaştırmak ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi gerçekten inciten bir anlamda sayarım. Bu noktada şu veya bu yorumlara giden sözlerin anlamını, beni iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder.
1930 (Cumhuriyet gazetesi, 26.9.1930)

İzmir'de, halkla yaptığı bir toplantıda söylemiştir:
Efendiler, ben şimdi burada hazırlanmış bir söylev verecek değilim .Amacım halkla, kardeşçe sohbet yapmaktır. Bu dakikadaki konuştuğunuz kimse, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan değildir; sade bir milletvekili ve sizi çok seven bir hemşeriniz Mustafa Kemal'dir.
Busebeple benden neler öğrenmek istiyorsanız, serbest olarak sormanızı rica ederim.
1923 (Atatürk'ün S.D., II, s. 84)

Konya 'da esnaf ve tüccarlar tarafından düzenlenen ziyafette, bir tüccarın "Hükümetin, ticaretimizi geliştirmek için ne gibi düşüncelere sahip olduğunu" sorması üzerine verdiği cevap:
-Evvelâ şunu söyleyim ki, bendeniz içinizde hükümet adına değil, meclis adına değil, ordu adına değil, sadece bir milletvekili gibi, belki de yalnız bir arkadaşımız, bir kardeşimiz gibi bulunuyorum. Onun için sorunuza hükümet adına cevap vermeye yetkim yoktur. Eğer sorunuzu 'Sen ne diyorsun? Senin ticaretimiz hakkındaki fikrin nedir?" diye sorsaydınız o zaman cevap vermekte sakınca görmezdim ve kabul ediyorum ki asıl amacınız da budur.
1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 135-136)

Dolmabahçe Sarayı'nda İstanbul halkı temsilcileriyle yaptığı konuşma sırasında söylemiştir:
Artık bu saray, Allanın gölgelerinin değil, gölge olmayan, gerçek olan milletin sarayıdır. Ve ben burada milletin bir bireyi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım.
1927 (Atatürk'ün S.D. II, s.247)

Kendisine "Büyük Atatürk! " diye söz yöneltilmesi üzerine söylediği söz:
-îsmime böyle riyakâr kelimeleri karıştırmayınız.
(Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, 1955, s. 117)

Ben esasen saraylardan hoşlanmam. Devlet Başkanı olmak zorunluğuyla İstanbul'a geldiğim zaman, Dolmabahçe denilen soğuk bir yerde otururum. Ben orada rahatsız otururum. Ben bir evde oturmaktan, daha rahat ederim.
(Hasan Cemil Çambel, Dünya gazetesi, 30. 8. 1952)

Annesi için yaptırılan mermer sandukalı ve uzun yazıtlı kabrin fotoğrafını gördükten ve yazıtta "Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'nin valide-i muhteremeleri Zübeyde Hanımefendi'nin..." diye başlayan cümleyi okuduktan sonra Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'a söyledikleri:
-İlk fırsatta İzmir'e gidersin, bu sandukayı ve yazıtı kaldırtırsın; dağdan iki büyük ve uzun taş getirtirsin, birini olduğu gibi bir temel üzerine yerleştirir, diğerini baş tarafına diktirirsin ve bunun bir yerini biraz düzelttirerek "Atatürk'ün anası Zübeyde burada gömülüdür" diye yazdırırsın, altına da ölüm tarihini koydurursun, yeter!*
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk'ün Hususiyetleri, 1965, s. 10)

Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar; evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü, ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben, kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak yönetmek İsterim.
1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)

Ben de yüz binlerce insanı yönettim; onları ölüme giden yola, seve seve yönelttim. Fakat bir tanesine kamçı kullanmadım.
1923 (Latife Uşaklıgil, Tarih Dünyası,Sayı : 2, 1950)

Ben diktatör değilim. Çünkü fikirlerimi ve düşüncelerimi zora dayanarak kabul ettirmeyi asla benimsemedim, arzulamadım ve uygulamadım. Ben yaşadığım zaman içinde milletimin hayrına, refahına ve maddî manevî mutluluk ve onuruna uygun gördüğüm önlemlerin alınmasına çalıştım. Hepsinin bileşkesi uygar ve ileri bir yaşamın
yaratılması çabasıdır.
(Hamdullah Suphi Tanrıöver'den naklen,Cemal Kutay, Mustafa Kemal'in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2)


Millete dayanma
Benim yaşamımı inceleyenler görürler ki, ben Mısır fıravunları gibi kendime mezar yaptırmak için kırbaçlar altında insanları sürmedim. Ben, memlekette uygulamak istediğim herhangi bir fikri evvelâ kongreler toplayarak, onlarla konuşarak bu fikirleri onlardan aldığım yetkiye dayanarak uyguladım. İşte Erzurum, Sivas kongreleri, işte Büyük Millet Meclisi bunun en canlı ifadeleridir.
1932 (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 304)

Kapıda duran nöbetçi bile benden korkmaz. İsterseniz kendisinden sorunuz. Korku üzerine egemenlik kurulamaz.Toplara dayanan egemenlik devamlı olmaz. Böyle bir egemenlik ve hattâ diktatörlük, ancak ihtilâl olursa geçici bir zaman için gerekli olur.
1930 (Ayın Tarihi, II, 73, 1930)

Benim her emrim yapılır; çünkü benden, yapılmayacak emirler çıkmaz.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 17. 7. 1949)

Benim kendi kuvvet ve kudretim, halkın bana gösterdiği inan ve güvenden oluşmaktadır. Bu güven devam ettikçe, ben de bu güvene lâyık olmaya hak kazanmakta devam edecek ve geleceğe bu karşılıklı güvenle hep beraber yürüyerek inşallah pek az zamanda millete refah ve mutluluk verecek olan büyük amacımıza ulaşacağız!
1923 (Atatürk'ün S.D.11, s.163)


Zorbalarla Mücadele
Biz keyfî hareket etmeyiz. Zorba asla değiliz. Yaşamımız bütün çalışmamız, memleket işlerinde keyfî ve zorbaca hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir. Bizim
akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek belli özelliğimizdir.
Bütün yaşamımızı dolduran olaylar, bu gerçeğin kanıtlarıdır. Memleket ve millet işlerinde kişilikleriyle, yaptıklarıyla, fikirleriyle zararlı olmak durumuna düşenlere karşı, zaman zaman karşı koyduğumuz olmuştur. Milleti gerçek iyileşme yolunda yürümekten alıkoymak isteyenlere sert ve amansız olmak eğilimindeyiz. Toplumsal düzenimizi, bilerek veya bilmeyerek, bozucu kimselere izin veremeyiz; bunlar doğrudur. Bizden bu konuda sessiz kalma ve tarafsızlık isteyenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet çıkarlarını her şeyin üstünde gördüğümüzdür. 1925 (Atatürk'ün S.D.V, s. 211)


Cihangirlik hakkında
Efendiler, kendimizi cihanın egemeni sanmak dalgınlığı,artık hiçbir kafada yer bulmamalıdır. Gerçek durumu tanımaktaki dalgınlıkla, dalgınlara uymakla, zavallı milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir. Bile bile aynı acı olayı devam ettiremeyiz!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 1.2.1930)

Artık millet, yalnız bir şeyi için silâha sarılacaktır: Millî sınırlarımız içinde yaşamını, bağımsızlığını ve egemenliğini korumak için! Artık bizim saldırgan bir askerî siyasetimiz olmayacaktır. Cihangirlik sevdasında, savaşarak ülkeleri alma peşinde olmayacağız. O düşünüş biçimini izleme yüzünden en ağır cezaları hâlâ çekmekteyiz.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 8.1.1930)

İngiliz yazarı Armstrong'un "Bozkurt Mustafa Kemal" adlı kitabındaki görüşleri üzerine söylemiştir :
Bu İngiliz subayı bana bir "cihangir" gözüyle bakıyor. Ben, "cihangir" değilim; olmak da istemem! Biz Türk ordusuyla "cihangirlik"e karşı koymuşuzdur.
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, T.T.K. Belleten, Cilt XX, Sayı : 80, s. 531-532)

Back To Top




GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 23:08:07


EKONOMİ VE KALKINMA

Ekonomi nedir?
Ekonomi demek, her şey demektir. Yaşamak için, mutlu olmak için, insan varlığı için ne gerekli ise onların hepsi demektir. Tarım demektir, ticaret demektir, çalışma demektir, her şey demektir. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 110-111)

Ekonomik Bağımsızlık
Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketimizi haraplığa sürükleyen çeşitli sebepler içinde en kuvvetli ve en önemlisi,ekonomimizde bağımsızlıktan yoksun olmamızdır. Memnunluğa ve övünmeye değer ki, bu bağımsızlığı bugün fiilen elde etmiş bir durumda bulunuyoruz. Ancak, fiilen sahip olduğumuz bu bağımsızlığı, düşmanlarımıza şeklen ve resmen de onaylatmak gerekmektedir. Devletin ve milletin son hedefi, işte bu noktayı sağlamaya yönelmiştir. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı sağlamada başarı kazanılacaktır. Bu nokta o kadar önemli ki, onu kesinlikle elde edeceğiz!
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 119)


Ekonomik yaşam
Ben, ekonomik yaşam denince tarım, ticaret, sanayi etkinliklerini ve bütün bayındırlık işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir bütün sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatmalıyım ki, bir millete bağımsız kişilik ve değer veren siyasal varlık makinesinde, devlet, fikir ve ekonomik yaşam mekanizmaları, birbirine bağlı ve birbirine uyarak çalışırlar; o kadar ki, bu cihazlar birbirine uyarak aynı düzen içinde çalıştırılmazsa, hükümet makinesinin motor gücü israf edilmiş olur, ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki, bir milletin kültür düzeyi üç alanda, devlet, fikir ve ekonomi alanlarındaki faaliyet ve başarıları sonuçlarının kazançlarıyla ölçülür.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 379)

Millet yaşamında ekonominin önemi
Tarih, milletlerin yükseliş ve çöküş sebeplerini ararken birçok siyasî, askerî, toplumsal sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler, toplumsal olaylarda rol oynarlar. Fakat bir milletin doğrudan doğruya yaşamıyla, yükselişiyle, çöküşüyle ilişkili ve ilgili olan, milletin ekonomisidir. Tarihin ve deneyimin belirlediği bu gerçek, bizim millî yaşamımızda ve millî tarihimizde de tamamen belirmiş bulunmaktadır. Gerçekten Türk tarihi incelenirse bütün yükseliş ve çöküş sebeplerinin bir ekonomi sorunundan başka bir şey olmadığı anlaşılır. Tarihimizi dolduran bunca başarılar, zaferler veya mağlubiyetler, yokluk ve felâketler, bunların hepsi meydana geldikleri dönemlerdeki ekonomik durumumuzla ilgili ve ilişkilidir. Yeni Türkiyemizi lâyık olduğu düzeye eriştirebilmek için, kesinlikle ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü zamanımız tamamen bir ekonomi döneminden başka bir şey değildir.
1923 (Atatürk'ün S.D.H, s. 100)

Bence, yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları ekonomi programından çıkmalıdır; çünkü, her şey bunun içinde bulunmaktadır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 111)

Türk milleti, bütün tarihinde savaş meydanlarında birçok zafer taçları giymiştir. Bununla övünür, daima övünecektir. Ancak, bu övünç tacını daha çok süsleyerek milletin başında tutabilmek için, diğer bir alanda da kesinlikle başarılı olması gerekir; o da ekonomidir.
1923 (Vakit gazetesi, 29.1.1931)

Bir milletin yaşama gereklerini, refah ve mutluluğunu oluşturan ekonomi ile uğraşamaması, uğraşmaması, dikkati çeken bir durumdur. Fakat biz itiraf etmek zorundayız ki,
ekonomik yaşamımıza gereği kadar önem vermemiş bulunuyoruz. Bir milletin doğrudan doğruya yaşam gerekleriyle uğraşamaması, o milletin yaşadığı dönemler ile ve dönemleri belirleyen tarihiyle çok ilgilidir. Bu nedenle biz de eğer uğraşamamış isek, gerçek sebeplerini geçirdiğimiz dönemlerde ve özellikle tarihimizde arayabiliriz. Fakat böyle bir inceleme yaptığımız zaman, üzülerek itirafa mecburuz ki, biz henüz şimdiye kadar gerçek, bilimsel, olumlu anlamıyla millî bir dönem yaşayamadık. Bu nedenle millî bir tarihe sahip olamadık.
1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 100-101)

Siyasal, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 107)

Bilirsiniz ki, ekonomisi zayıf bir millet fakirlik ve yoksulluktan kurtulamaz; toplumsal ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin yönetimindeki başarı da ekonomisindeki kazançların derecesiyle orantılı olur. Hiçbir uygar devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından evvel ekonomisini düşünmüş olmasın. Memleket ve bağımsızlık savunması için varlığı gerekli olan bütün kuvvetler ve araçlar, ekonomik yaşamın açılma ve gelişmesiyle olabilir.
1924 (Atatürk'ün S.D.H, S. 182)

Yaşam demek ekonomi demektir. Yaşayabilmek için kesinlikle kazanç sağlayan olmalıdır. Bu millet şimdiye kadar imparatorluklar kurmuştur. Cihangirler yetiştirmiştir. Halbuki bazı dönemler oldu ki, ekonomi ile uğraşmaya tenezzül etmemiştir! Ekonomiyi aşağı bir şey sayarak onu başka unsurlara bırakmıştır. Bunun sonucu olarak bugün o unsurlar, o yabancılar esas unsurun gerçekten efendisi olmuştur. Onlar, nihayet bu memleketi sömürge saymışlar, onu bir sömürü alanı yapmışlardır. Hem nasıl sömürge? Kendi evladıyla, kendi parasıyla yönetilen bir sömürge... Ürünleri, bütün kazancı dışarıya gitmek şartıyla.... Efendiler! Yaşamak için, kuvvetli bir devlet yapmak için ekonomi esastır. Onun için görüş noktamızı, çalışmalarımızı kesinlikle bu merkezin etrafında toplamalıyız. Her çalışma dalını, kesinlikle bu esas noktaya dayandırmalıyız. Örneğin öğretim ve eğitim programımız ne olacaktır? Öğretim ve eğitim programımız şu olacak ki, onu izleyen insanlar, güzel çiftçi, kunduracı, fabrikacı, tüccar olacak. Pratik, yararlı, verimli adam olacak... Bunları öğreten programların, bunları öğreten memleketlerin ve kuruluşların tümü öğretim ve eğitim sistemi olacaktır.
1923 (Gazi ve İnkılâp Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 9.1.1930)

Türk tarihi zaferlerle doludur ve zaferlerden sonra mille
tin genel yaşamında ve geleceğinde etkili olacak esaslı önlemler ve iyileştirme yolunda önemli sonuçlar alındığı görülmüş değildir. Bunun içindir ki geçmişteki zaferlerin etkileri geçici olmuş ve millet, ondan sonra daha güç şartlarla ve açık söylemek zorundayım ki, gerileme ile karşı karşıya kalmıştır. Ben ve siyasal partim, zaferden sonra geçen dört yıl içinde özellikle bu esas görüş noktasından hareket ettik. Milletimiz silâhın ve siyasetin benzeri görülmemiş zaferlerini kazandıktan sonra milletin geleceğine dikilen bakışlarımızla, bir an hareketsizlik ve gevşeklik duymaksızın milletin geleceğini ölümsüzleştirecek esaslı hedeflere çalışmamızı yönelttik. 1927 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 530)

Nazilli Kumaş Fabrikası'nda, işleyen makineleri incelerken söylediği söz:
- İşte, halka canlılık veren gerçek musiki!
1937 (Afetinan, Ayın Tarihi, No: 47, 1937, s. 52)

Milletçe ekonomik bakımdan kuvvetli olarak geleceğin tehlikeli günlerine hazırlanmalıyız.
1938 (Afetinan, M.K. Atatürk'ten Y., s.11)

Kapitülâsyonların tarihi ve başlangıcı
Hepiniz anımsayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun düşünüş biçimine göre antlaşma, birbiriyle eşit milletler arasında yapılırdı. Halbuki Venedik, o zaman Osmanlı Devleti'ne eşit olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya emri altında idi. Bu nedenle Padişah, böyle bir hükümetle antlaşma yapamazdı; fakat ona izinlerde bulunabilirdi ve izinlerde bulundu. İşte bu izin kelimesi, kapitülâsyonlar kelimesiyle çevrilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülâsyon kelimesi, bir kale içinde kuşatılan, savunulacak gereç ve araçlarını kullandıktan sonra teslimini bildirmek zorunda kalanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların iznini çevirirken kullanmış bulundular.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 102)


Kapitülâsyonların zararları
Kapitülâsyonlar, bir devleti kesinlikle çökertir. Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslâm İmparatorlukları bunun en büyük kanıtıdır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 97)

Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti "uhud-i atika"* adı altında bir takım kapitülâsyonların esiri idi. Memleket içindeki Hıristiyan unsurlar birçok ayrıcalıklara, bağışıklıklara sahip bulunuyordu. Bir devlet, kendi memleketinde bulunan yabancılara yargı hakkını uygulayamazsa, bir millet, kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan almaktan alıkonulmuş bulunursa, bir devlet kendi yaşamını kemiren kendi içindeki unsurlar hakkında önlemler almaktan alıkonulursa böyle bir devletin, egemenliğine sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur mu? İşte Osmanlı Devleti böyle bir halde idi. Bu kadar da değil... Osmanlı Devleti, kendisini kuran esas unsurun, milletin insanca yaşamasını temin edecek işlere de girişmekten alıkonulmuştu. Memleketi bayındır duruma getiremez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya giriştiği zaman derhal yabancılar karışır, hatta bir okul yapmak istediği zaman bile karışmayla karşılaşırdı. Belirtmeye değer ki, bütün bu fenalıklar, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından, devletin güçsüzlüğünden ileri gelmiş değildi. Tam tersine bütün bu tutsaklık zincirleri devletin en güçlü, en kuvvetli bulunduğu bir zamanda boynumuza, devletin boynuna geçirilmiştir.

Efendiler, bu halin sebebini devlet kavramını anlayış şeklinde aramak gerekir. Biliyorsunuz ki tacidarlar, hükümdarlar ve özellikle kendilerine "Allah'ın Gölgesi" diyen padişahlar, memleketi kendi mülkü ve bütün temel unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız emrine boyun eğen bir kitle sanarlar. Bundan başka padişahların etrafında birtakım çıkarcılar bulunur ki, onlar da padişahın lütfuna, himayesine erişmek için bu görüş tarzını iyi imiş gibi gösterirlerdi. Bütün bu görüş ve yorumlar karşısında masum millet, gerçekten bunun doğru olduğunu, dinin gereğinden olduğunu farz ve zanneder. İşte Osmanlı padişahları, milletin bu anlayışından yararlanarak milletin hakkı olan, milletin şerefi, onuru ve bütün varlığıyla ilgili olan birçok kaynakları, hediye ve bağış olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Biliyorsunuz ki ilk kapitülâsyon Fatih zamanında, İstanbul'da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine çok iyi biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hıristiyan unsurlara ayrıcalık, aynı tarihte verilmiştir. Fakat milletin yaşamsal kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu ayrıcalıklar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya başladı. Katlanama-maya başladı. Onları, bir hediye ve bağış olarak alanlar, sonraları bu ayrıcalıkları bir kazanılmış hak saydılar. Onunla da yetinmediler. Her fırsattan yararlanarak onları artırmak ve genişletmek yollarına gittiler. Hükümeti korkutmaya kalkıştılar. Efendiler, görkem ve gösteriş içinde zaman geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve ileri gelenleri, debdebeyi devam ettirmek düşüncesindeydiler. Onun için devletin gerçek kaynaklarını kuruttuktan sonra gereksindikleri parayı dışarıdan sağlamaya kalkıştılar. Bunun için de birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün kaynaklarını vermek ve onur ve şerefini feda etmek suretiyle o borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödeyemeyecek hale geldiler. Devlet, cihan gözünde iflâs etmiş sayıldı.

Osmanlı Devleti'nin son dakikaya kadar gösterdiği manzara şu idi: Memleket içinde bütün Hıristiyan unsurlar, esas unsurun çok çok üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip... Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü özel örgüte sahip ve dışarının sürekli kışkırtmalarına ve koruyuculuğuna erişmiş. Devlet ve Hükümet ise bunu önlemekten âciz.. Çünkü bütün bu zararlı girişimlerin dayanak noktası, dışarıda birtakım kuvvetli devletler idi. Dışarıdaki devletler hem bir taraftan içerideki unsurları, devlet ve memleketi tahrip etmeye ve birtakım bağımsızlıklar oluşturmaya kışkırtıyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların adına ve hesabına karışıyor, çalışıyor ve bu şekilde bütün dünya gözünde Osmanlı Devleti'nin hiçbir değer, erdem ve onuru
kalmıyor, devlet onuru adına hiçbir şey kendisinde var kabul edilmiyor, âdeta koruma ve vesayet altında bir toplum gibi kabul olunuyordu. İşte bu acı darbenin son evresi olmak üzere memleket ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, memleketin başında bulunan Saray, Babıâli ve bütün bunlara bağlı olan kişiler o düşmanlarla beraber olarak milletin peşini bırakmadılar; en son cinayeti işlediler.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan,Milliyet gazetesi, 24-25.12.1929)

Kapitülâsyonların, konferansta* birçok toplantıları işgal etmiş olması sebebini bir türlü anlayamıyoruz. Bu sorunun söz konusu edilmesi ve görüşülmesi bile millî onurumuza yöneltilmiş bir hakarettir. Kapitülâsyonların Türk milleti için ne derece iğrenç bir şey olduğunu size tarife gücüm yetmez.Bunları, diğer şekil ve isimler altında gizleyerek bize kabul ettirmeyi başaracaklarını düşünen ve hayal edenler bu konuda pek çok aldanıyorlar. Çünkü, Türkler kapitülâsyonların devamının kendilerini pek az bir zamanda ölüme götüreceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak yok olmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye ve savaşmaya karar vermiştir.
1922 (Atatürk'ün S.D.111, s. 57)

Kapitülâsyonların kaldırılması
Bugün için ticaretimiz hakkında ne düşünüyorsun diye sorarsanız, bu soruya bir tek cevap vereceğim. Bugün için düşündüğüm tek şey, kapitülâsyonlardır. Maddeten, fiilen, kanla kaldırılmış olan kapitülâsyonların, bir daha dirilmemek üzere ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. Ticaretimizin de, sanayimizin de, her çeşit ekonomimizin de gelişme ve yükselmesi, ancak buna bağlıdır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 136)

Her şeyden evvel şurası bilinmek gerekir ki Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kapitülâsyonların bırakılmasını asla kabul etmeyecektir. Şayet yabancı uyruklar, eskiden olduğu gibi bundan sonra da kapitülâsyonlardan yararlanmayı düşünüyorlarsa aldanıyorlar. Kapitülâsyonlar bizim için mevcut değildir ve asla mevcut olmayacaktır. Türkiye'nin bağımsızlığı her alanda tamamen ve toptan onaylamak koşuluyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır.
1922 (Atatürk'ün S.D.UI, s. 49)

Türkiye Ekonomi Kongresi
İzmir'de 17 Şubat 1923'de toplanan Türkiye İktisat Kongresi'ni açış konuşmasından:
Efendiler; Yüksek kurulunuzun bugün yapmış olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir, çok tarihîdir. Nasılki Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi felâket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak hususunda Misak-ı Millî'nin ve Anayasa'nın ilk temel taşlarını bulmada etken olmuş, etkili olmuş, girişici olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, millî tarihimizde ve millî yaşantımızda en değerli ve yüksek anıya erişmiş ise, kongreniz de milletin ve memleketin yaşamını ve gerçek kurtuluşunu sağlamaya aracı olacak ilkenin temel taşlarını ve esaslarını gösterip ortaya koymak suretiyle tarihte en büyük üne ve çok değerli bir anıya erişecektir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 112)


Millî ekonomi dönemi
Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya değer bir vatandır. İşte bu memleketi böyle bayındır hale, cennet haline getirecek olan, ekonomik etkenler ve ekonomik etkinliklerdir. Bu sebeple, öyle bir ekonomi dönemi gereklidir ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrensin ve o gereklere başvursun. Hepimizin arzusu şudur ki, bu memleketin bireyleri ellerinde örnekleriyle tarımın, ticaretin, sanatın, çalışmanın, yaşamın bir temsilcisi olsun. Ve artık bu memleket böyle fakir ve bu millet yoksul değil, belki memleketimize zengin memleketi, zenginler memleketi, bu yeni Türkiye'nin adına da çalışkanlar diyarı denilsin. İşte millet böyle bir dönem içinde bulunuyor ve böyle bir döneme yükselecektir. Ve böyle bir dönemin tarihini yazacaktır. Ve böyle bir dönemde, böyle bir tarihte en büyük yer, en büyük hak çalışkanlara ait olacaktır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 108)

Bu geniş memleketi bayındır bir hale çevirmek gerekir. Bu halk, zengin olmak zorundadır. Memleket bayındır olmazsa, bu halk zengin olmazsa, size hâlâ yaşamak imkânından söz ederlerse inanmayınız.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 2.2. 1930)

Herkes güvenle ve özellikle çok büyük ümitlerle tarlalarında veya sanatları başında çalışmaya başlamış bulunuyor. Ve çalışma ve üretimlerinin kendilerinden zorla alınmayacak ürünlerini toplayacaklarından emindirler.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 55)

Savaş meydanlarında değerli evlâtlarımızın süngü ve silâhlarının zaferi yeterli değildir. Bu zafer ve başarı çok büyüktür; ancak, gerçek refah ve mutluluğa sahip olabilmek için, asıl bundan sonra çalışmak gerekir. Sizin için zafer ve ilerleme alanı ekonomide, ticarettedir. Bunu takdir ediyorsanız, çok çalışmak zorundasınız. Yoksa, memleketin gerçek sahibi olduğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsınız. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 129)

Eğer, bugüne kadar ekonomik alanda arzu ettiğimiz derecede büyük gelişmeler görülemiyorsa, bunu doğal karşılamak gerekir. Bu demek değildir ki Türk milleti ekonomi alanında yeteneksizdir. Bunu diyenler belki vardır. Bunlar, Türk milletinin gerçek tarihini bilmeyenler ve onu gerçek değeriyle tanımamış olanlardır. Bütün insanlığa tarımı, sanatı ilk öğreten Türk milletidir. Türk milletinin dünyaya eğiticilik etmiş olduğuna artık, gerçek bilginlerin kuşkusu kalmamıştır. Türk milletinin, bundan sonra da lâyık olduğu derecede ekonomi alanında yükseleceğine kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Partimizin görevi, bu hedefe bir an evvel erişebilmek için millete yol göstermek ve yardım etmektir. Biz bunu bir vicdan borcu, bir insanine borcu biliriz. Borcumuza bağlıyız; daima bağlı kalacağız.
1931 (Vakit gazetesi, 29. 1.1931)

Hepsini kapsamak üzere bizim millet bireylerimiz çalış maya isteklidir. Fakat harcanan emeklerden en üst derecede istifade, çalışmada uygulanan yöntemle orantılıdır. Evvela yöntemlerimizi en çok verim verici uygar biçimde belirlemeliyiz.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.59-60)


Ekonomik kaynaklarımızın zenginliği
Memleketimizin ekonomik kaynakları, bütün dünyanın aşırı isteklerini çekecek verim ve servete sahiptir. Halkımızın çiftçi olması, topraklarımızın dünyanın en bereketli topraklarından bulunması, maddî yaşam için hiçbir kaygıya yer bırakmamaktadır.
1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 229)

Memleketimiz baştan başa hazinelerle doludur. Biz, o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz bütün bu hazineleri meydana çıkarmak ve servet ve refahımızın kaynaklarını bulmak göreviyle yükümlüyüz. Bu görevlerin kolaylıkla yapılabileceğini kabul etmek doğru değildir. Eminim ki, gençler yalnız teori ile uğraşmamaktadırlar. Sanatın, tarımın, ticaretin ne olduğunu anlayan ve bunları fiilen uygulayan gençlerdir. Gerçek zaferlere, ancak bu gibi verimli alanlardaki çalışmayla varacağız.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.114)

Üzerinde yaşadığımız vatanın servet kaynaklarını işletmek ve bu yolla geleceğimizi açmak ve aydınlatmak için alınabilecek olan her önleme başvurulacaktır.
1931 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 552)


Ekonomik kalkınmamızın dayandığı güçler
Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin, özgür, bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin, belkemiğidir. Türkiye bu kalkınmada, iki büyük kuvvet dizisine dayanmaktadır:

Toprağının iklimleri, zenginlikleri ve başlı başına bir servet olan coğrafî vaziyeti ve bir de, Türk milletinin, silâh kadar, makine de tutmaya yaraşan kudretli eli ve millî olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda, tarihin akışını değiştirir yiğitlikle beliren, yüksek sosyal benlik duygusu...
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 383)


Hedefimiz: Ekonomik zaferler
Bundan sonra pek önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi ve bilim ve kültür zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar kazandığı zaferler, memleketimizi gerçek kurtuluşa yöneltmiş sayılamaz. Bu zaferler, ancak gelecek zaferimiz için değerli bir dayanak hazırlamıştır. Askerî zaferlerimizle gururlanmayalım. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım.
1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 72)

Yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı ekonomi ile kuracaktır. Yeni Türkiye Devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye Devleti, bir ekonomik devlet olacaktır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 56-57)

İçinde olduğumuz halk döneminin, millî dönemin millî tarihini de yazabilmek için kalemlerimiz, sabanlar olacaktır. Bence halk dönemi, "ekonomi dönemi" kavramı ile ifade olunur.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 108)

Biz, bu milleti bugünkü şeklinden daha yüksek derecelere çıkarmakla yükümlü adamlarız. Bu yükseliş, yalnız meydan savaşlarında kazandığımız şereflerle olamaz; bu, buna yeterli değil. Asıl yükseliş, ekonomi alanında yükseliş Olacak!
(Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, 1938, s. 258-259)

Bütün dünyada olduğu gibi memleketimizde de en başta bulunan önemli işimiz, ekonomi işidir.
1932 (Milliyet gazetesi, 13.9.1932)



Tüccar hakkında
Tüccar, milletin emeği ve üretimi değerlendirilmek için,eline ve zekâsına güvenilen ve bu güvene lâyık olması gereken adamdır.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 381)

Cumhuriyet hükümetinin namuslu, vatansever, cumhuriyetçi emek sahiplerine daima yardımcı ve destekleyici olacağına şüphe edilmemelidir.
1926 (Atatürk'ün S.D.1I, s.241)


Ticaret ahlâkı hakkında
Ticarette çok kazanmak değil, doğru ve temiz kazanmak İlkesi geçerlidir.
1931 (Cumhuriyet gazetesi, 25. 7. 1931)


Millî ticaret
Eğer tüccarlar bizden olmazsa, millî servetin önemli bir kısmı şimdiye kadar olduğu gibi, yine yabancılarda kalacaktır. Onun için millî ticaretimizi yükseltmek zorundasınız.
1932 (Atatürk'ün S.D.I1, s. 132)

Ekonomik etkinliği dayandıracağımız esaslar, her türlü bilgiyle beraber özellikle doğrudan doğruya memleketimiz topraklarını koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek belirlenecektir. Sanayi ve ticaretimiz için de aynı görüş geçerli olacaktır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 56)

İzmir İktisat Kongresi'ni açış konuşmasından:
Arkadaşlar! Sizler doğrudan doğruya milletimizi oluşturan halk sınıflarının içinden geliyorsunuz ve onlar tarafından seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin, milletimizin halini, gereksinimini ve milletimizin emellerini ve elemlerini yakından biliyorsunuz. Herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması gereğini söyleyeceğiniz önlemler doğrudan doğruya halkın dilinden söylenmiş gibi kabul olunur. Bu, ne büyük yanılmazlıklara sahiptir; zira halkın sesi, hakkın sesidir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.100)

Paramızı, yaşamımızı dış düşmanların sataşmasından kurtarmak, bu memleketin dış düşmanlara tutsak olmasına izin vermemek ne kadar gerekli ise, aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla iç düşmanlara, içerdeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareketlerini gözden kaçırmamak zorundayız.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 132)

Artık halkımızın tüccar sınıfını zengin edebilmek için, ticaretin dış ellerde bulunmasına engel olacak önlemleri almak zorundayız. Arkadaşlar! Dış alımdan çok dış satımdır ki, memleketi zengin yapacaktır. Halbuki dış satımımız ancak kıyılarımıza kadar gidiyor ve oradan bu dış satım, yabancı memleketlere gönderilirken yabancılar eline geçiyor. Kazancımızın önemli kısmı bu şekilde bizden çıkıyor. Onun için dış satım kaynaklarımız, bizden olan tüccarlarımızın
elinde bulunmalıdır. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.136-137)

Sırtınıza giydiğiniz elbise, ayağınıza geçirdiğiniz kunduradan en ufak şeylere kadar sanat sahiplerine muhtaçsınız. Bütün bu gereksinmenizi temin için paranızı düşmanlara vermemek gerekir. Kazancınızın boşa gitmemesi için, başkalarına haraç vermemek için dindaşınız olan, kendinizden olan sanatkârlara koşacaksınız. Onlara yardım etmek hem borcunuz, hem çıkarınızdır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.131)

Kesin zorunluk olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir.
1937 (Atatürk'ün S.D.1, s. 381)

Küçük esnafa ve büyük sanayi sahiplerine gereksindikleri kredileri kolayca ve ucuzca verecek bir kuruluş oluşturmak ve kredinin, normal şartlar altında, ucuzlatılmasına çalışmakda çokgereklidir.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 382)

Millî endüstri
Endüstrileşmek, en büyük millî davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde var olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refah içinde Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zorunluktur.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 381)

Millî gereksinim ve çıkarlarımızın kaçınılmaz kıldığı sanayi dallarının bir an önce gerçekleştirilmesine, duyarlıkla çalışıyoruz.
1932 (Atatürk'ün S.D.I, s. 358)

Her yeni endüstri eseri, çevresine refah ve uygarlık ve bütün memlekete sevinç ve kuvvet vermektedir.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s.374)

Sanayideki girişimler de, özendirecek ve cesaret verecek niteliktedir. Fakat memleketin zorunlu sanayiinin kurulması bitmedikçe, her görüş noktasından kalp rahatlığı duymamıza imkân yoktur. Bu sebeple, memleketin sanayi donanımını tamamlamak için, bütün çalışma ve dikkatimizi toplamayı yerinde bulurum.
1932 (Atatürk'ün S.D.1, s. 359)

Kooperatifçilik hakkında
İnancım odur ki kesin şekilde, birleşmede kuvvet vardır.Kooperatif yapmak, maddî ve manevî kuvvetleri, zekâ ve becerileri birleştirmektir. Yoksa, bir zayıf ile bir kuvvetlinin birleşmesinden söz etmiyorum. Birleşmenin böylesi, zayıf olanın kuvvetliye tutsak olması demektir.

.. Türkiye'nin çalışma yaşamı ve varlığını inceleyince birleşmeden doğan fayda ve yararların çok büyük olacağı görüşüne varacağımızdan şüphe etmiyorum. Böyle bir girişim olurken, birtakım şikâyetçiler olabilir. Üreticilerin birleşmesinden kişisel çıkarları bozulacağını düşünenler, tabiî şikâyet edeceklerdir. Fakat, memleketimiz el değmemiş bir alandır. Görülecek çok iş vardır. Onları da tatmin edecek birçok uğraşılar bulunabilir. Gerçek ticaret sahipleri için hiçbir zarar düşünmüyorum.
1931 (Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri, 29.1.1931)


Türkiye İş Bankası hakkında
İş Bankası kurumu, cumhuriyet tarihinde ekonomi bakımından başlı başına yer alacaktır. Bu kurum, değersiz bir servetin bile, ekonomik yaşamda birey çıkarlarına kullanılmayıp ulus çıkarına kullanılmasından çıkabilecek olan büyük sonuçları, az bir zamanda ve özellikle yepyeni bir devlet kuruluşunun türlü devrim güçlükleri içinde evrensel bir
şekilde fiilen göstermiştir.
1936 (Türkiye İş Bankası, Kuruluşu,Çalışmaları, Eserleri, 1942, s. 7)

Banka, memleketimizin ekonomik durumuna çok yararlı hizmetler yapmıştır. Bence, bütün bu hizmetlerin üstünde daha büyük olan bir hizmeti de bankacılığa gençlerimizi yetiştirmiş olmasıdır. En çok bununla övünürüz.
1933 (Akşam gazetesi, 27. 8. 1933, s.2)


Millî bankaların artması
Genellikle ekonomik durumumuzda verimli bir gelişme görülmektedir. Millî bankalarımızla ticarî ve sanayi ile ilgili şirketlerin sayı ve sermayelerinin sürekli olarak artmakta olması, halkımızın ekonomik faaliyet ve uyanıklığına kanıt sayılabilir.
1926 (Atatürk'ün S.D.1, s333)


Türk milleti ve denizcilik
En güzel coğrafî durumda ve üç tarafı denizle çevrili olan Türkiye, endüstrisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci millet yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmayı bilmeliyiz; denizciliği, Türk'ün büyük millî ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 382)


Kabotaj hakkının Türkiye'ye geçişi
Kabotaj'ın bu yıl içinde, sadece ve tamamen Türk bayrağına dönüşü fiilen gerçekleşmiştir. Bu olayı övünerek anmak isterim. Bu olay, yüzyıllarca süren engellere karşı, ancak millî yönetimin elde edebildiği başarılardandır.
1926 (Atatürk'ün S.D.I, s.333)


Sanatın önemi
Adana'da Esnaf Cemiyeti'nin çayında söylemiştir:
Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller gereklidir ve bilirsiniz ki, bu temellerin en önemlilerinden biri sanattır. Bir millet, sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir yaşama sahip olamaz. Böyle bir millet, bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve hastalıklı bir kimse gibidir. Hattâ kastettiğim anlamı bu söz de ifadeye yeterli değildir. Sanatsız kalan bir milletin yaşam damarlarından biri kopmuş olur.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 125)

Sanatın önemini takdir etmeli ve bu takdirin, bugünün gereklerine göre gereken yollara başvurmakla olacağını anlamalıyız.
1923 (Atatürk'ün S.D.I1, s. 126)

Bir millet sanata önem vermedikçe büyük bir felâkete uğrar.
1923 (Atatürk'ün S.D.1I, s.126)

Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete canlılık ve mutluluk verecek alanlarla gereği kadar uğraştırılmamış, kendi evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar, yabancıların bekçiliğini yapmışlardır. Halbuki, bizi mahvetmek isteyenler sanatın her dalında ilerlemişlerdir. Bugünkü tezgâhla Amerika ve Avrupa'ya karşı mücadelenin sonucu mağlubiyettir. Kendi derecemizi bilelim, insaf edelim. Neyi öğrenmek gerekse onu öğrenelim; bize din de Allah da bunu emrediyor.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.128)

Erişmek zorunda bulunduğumuz düzeye, bugüne kadar uzak kalışımızın önemli sebeplerinden biri, sanata ve sanatkârlığa lâyık olduğu derece önem verilmemiş olmasıdır. Bunda suçun, her şeyde olduğu gibi,sultanlarda, kişisel saltanatlarda olduğu daima hatırda tutulmalıdır. Milleti içinde bir saraç bulunuşundan üzgün, kırgın olan Osmanlı Padişahı vardı.
1923 (Maarif Vekilliği Dergisi, Sayı : 21-22, Şubat 1939)


Sanat şarttır
Memleketimizin verimli topraklarından, sayısız özelliklerinden, çeşitli ve zengin kaynaklarından kimseye muhtaç olmaksızın hakkıyla yararlanabilmek için ve bu nedenle milletimizi mutlu ve varlık içinde, ordumuzu tamamen gereksinimden uzak ve kuvvetli yaşatabilmek için, sanat şarttır. Sanatın en basiti, en şereflisidir. Kunduracı, terzi, marangoz, saraç, demirci, nalbant, sosyal yaşamımızda, askerî yaşamımızda saygı ve değer katına hak kazanmış sanatkârlardır.
1922 (Atatürk'ün S.D. II, s. 32-33)

Dünyanın teknikte ve sanatta en son ilerlemelerini göz Önünde bulunduracağız.
1924 (Atatürk'ün S.D.H, s. 167)

Adana'da Esnaf Cemiyeti'nin çayında söylemiştir:
Bu gece milletin gerçek tabakasına ait siz esnaf ve sanatkârlarla bir sofrada bulunmakla çok memnun ve mutluyum. Bu memnunluk ve mutluluğum asıl siz sanatkârların ufak dükkanlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en gerçek ve en yüksek derecesini bulacak
tır. 1923 (Atatürk'ün S.D.I1, s.128)

Bir millet, sanatsız yaşayamaz. Geçmişte belki büyük fabrikalar halinde değil, fakat her evde bir tezgâh veya birkaç tezgâh vardı. Milletimizin gayet ince sanatları vardı. Bunların da hepsi bitti. Çünkü yabancılara verilen ayrıcalıklar, bu küçük tezgâhların yaşamasına engel oluyordu. Yabancı mallarıyla yarışmak olasılığı yoktu. Ayrıcalıklı dış alım sonucunda sanayimiz söndü. Bunları da canlandırmak gerekir. Artık, yeni hükümette dış ayrıcalıklar söz konusu olamaz. Ancak, küçük tezgâhlarda da genel gereksinimler sağlanamaz. Onun için memlekette fabrikalar kurmaya, sanayiin gelişmesini kolaylaştırmaya mecburuz. Yollarımızı, demiryollarımızı yapmak için, limanlar meydana getirmek için ne kadar para, ne kadar uzmanlık gerekir! Bunu biraz düşünmek, insanı hüzne ve umutsuzluğa götürür. Bununla beraber asla umutsuz olmak gerekmez. Biz, bu kadar geniş, değerli ve sonsuz hazinelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir şekilde millî egemenliğini elinde tutarak yazgısını kendisi yönetmeye devam ettikçe sermaye de, kurumlar da, uzmanlık da bulur, her şey bulur! 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 8.9.1930)
Biz Türkler, yüz yıl öncesine kadar her şeyi kendi çekicimizle, kendi örsümüz üzerinde meydana getirir, kendi çarşımızda kendi elimizle satardık. İşte bunun için büyük bir millettik.
1923 (Atatürk'ün S.D.V, s. 203)


Aşçılık ve sofra hizmeti
Türk lokantacıları tarafından şerefine verilen ziyafette söylemiştir:
Sofra düzeni, sofra hizmeti gerçekten önemlidir; en önemli gereksinimlerimizdendir. Bunun için esas, sofra yöneticileri ve garsonlardır. Üzülerek söylemek gerekir ki, memleketimizde bu tür sanatkârlar gereksinim ile orantılı biçim ve miktarda yetiştirilmemiştir. Evlerimizde, lokantalarımızda, otellerde bu hususları, uygar insanlara yakışacak biçimde yapmak zorundayız. Bugün burada bir defa daha gördük ki, aşçılık sanatında yüzümüzü güldürecek sanatkârlarımız vardır; kendilerini takdir ile anıyorum.
1925 (Atatürk'ün S.D.II, s. 221)

Kendim Anadolu içerilerinde yaptığım gezilerimde gördüm ki, biz Türkler misafirlerimizi ağırlama için onlara verdiğimiz ziyafetlerde çok sayıda yemek yapıyoruz. Bu ekonomiye aykırı olduğu gibi, takdir edersiniz ki sağlığa da zararlıdır. Milletimizin misafirseverlikteki bu geleneğini uygun bir ölçüye çevirmeyi hepimiz görev saymalıyız.
1925 (Atatürk'ün S.D.II, s. 221)


Sanatın özendirilmesi
Halkımızın estetik yeteneklerini aksettiren ve her günkü gereksinimlerimizin büyük bir kısmını karşılayan el ve ev küçük sanatlarının, cumhuriyet rejiminde lâyık olduğu düzeye yükseltilmesi gerekir. Bunun için özendirmeler yapılmasını öğütlemeye değer bulurum.
1938 (Atatürk'ün S.D.l, s. 392)

Türkiye Cumhuriyeti, sanat okullarının tam gelişmesine çok muhtaçtır.
1924 (Maarif Vekilliği Dergisi, Sayı: 21-21, Şubat 1939)

Madenlerin işletilmesi
Türkiye'de devlet madenciliği, millî kalkınma hareketiyle yakından ilgili önemli konulardan biridir.
1937 (Atatürk'ün S.D.l, s. 382)

Ekonomik siyasetimizin önemli amaçlarından biri de kamu yararını doğrudan doğruya ilgilendirecek ekonomik kuruluşları ve girişimleri, malî ve teknik kudretimizin izni oranında devletleştirmedir. Bu cümleden olarak topraklarımızın altında işlenilmeden duran maden hazinelerini az zamanda işleterek milletimizin yararına açık bulundurabilmek de ancak bu yol sayesinde mümkündür.
1922 (Atatürk'ün S.D.l, s. 220)

Maden işletilmesi, gelişme halindedir. Madenlerimiz, bizim başlıca bir döviz kaynağımız olduğu için de, yüksek dikkatinizi çekmeğe değerdir.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s. 374)


Türkiye'nin uyguladığı devletçilik sistemi
1935 Ağustos ayında Uluslararası İzmir Fuarı'nın açılışına gönderdiği mesaj :
Türkiye'nin uyguladığı devletçilik sistemi, on dokuzuncu yüzyıldan beri sosyalizm kuramcılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin gereksinimlerinden doğmuş, Türkiye'ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Bireylerin özel girişimlerini ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin bütün gereksinimlerini ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri bireysel ve özel girişimlerle yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim izlediğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizm'den başka bir yoldur.
1935 (Ulus gazetesi, 23.8.1935, s. 5)

Partimizin izlediği program, bir yönden tamamen demokratik, halkçı bir program olmakla beraber ekonomik bakış açısından devletçidir. Bu nedenle partimize dayanan cumhuriyet hükümetinin her görüş açısından vatandaşların yaşamıyla, geleceğiyle ve refahıyla ilgilenmesi doğaldır.
Halkımız doğal olarak devletçidir ki, her türlü gereksinimi devletten istemek için kendisinde bir hak görüyor. Bu itibarla milletimizin mizacıyla partimizin programında tam bir uyum vardır. Bu doğrultudan yürüyeceğiz ve başarılı olacağımızda şüphe yoktur.
1931 (Atatürk'ün S.D.1I, s.262)

Devlet ve bireyin faaliyet alanları
Herhalde devletin, siyasal ve fikrî hususlarda olduğu gibi bazı ekonomik işlerde de düzenleyiciliğini ilke olarak kabul etmek uygun görülmelidir. Bu takdirde karşı karşıya
kalınacak güçlük şudur: Devlet ile bireyin karşılıklı faaliyet alanlarını ayırmak. Devletin bu husustaki faaliyet sınırını çizmek ve bu hususta dayanacağı ilkeleri belirlemek; diğer taraftan, vatandaşın bireysel girişim ve faaliyet özgürlüğünü sınırlamamış olmak, devleti yönetmeye yetkili kılınanların düşünüp belirlemesi gereken sorunlardır. İlke olarak, devlet bireyin yerine geçmemelidir. Fakat "Bireyin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır." Bir de bireyin kişisel faaliyeti, ekonomik ilerlemenin esas kaynağı olarak kalmalıdır. Bireylerin gelişmesine engel olmamak, onların her görüş noktasından olduğu gibi, özellikle ekonomik alandaki özgürlük ve girişimleri önünde devlet kendi faaliyetiyle bir engel oluşturmamak, demokrasi ilkesinin en önemli esasıdır. O halde diyebiliriz ki "Birey gelişiminin engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını oluşturur." Buna göre, "Genellikle, zaman ve mekânda daimî bir özel nitelik gösteren ekonomik bir işi, devlet üzerine alabilir." Örneğin; bir iş ki büyük ve düzenli bir yönetimi gerektirir ve özel bireyler elinde tekelleşmeye uğramak tehlikesini gösterir veya genel bir gereksinimi karşılar, o işi devlet üzerine alabilir. Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz ulaşım şirketlerinin devlet tarafından yönetimi ve para çıkaran bankaların millileştirilmesi; yine su, gaz, elektrik ve benzerlerine ait işlerin yerel yönetimler tarafından yapılması, yukarıda açıkladığımız türden işlerdir.

Bu açıkladığımız anlam ve anlayışta, "Devletçilik, özellikle toplumsal, ahlâkî ve millîdir." Millî servetin dağılımında, daha mükemmel bir adalet ve emek harcayanların daha yüksek refahı, millî birliğin korunması için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, millî birliğin temsilcisi olan devletin önemli görevidir.
Kamu yararına hizmet eden kuruluşların çoğaltılması, devletin önemle göz önünde tutacağı bir sorundur. Bu sayede sırf çıkarcı faaliyetler sınırlanır. Bu, vatandaşlar arasında ahlakî dayanışmanın gelişmesine yardım eden önemli bir etkendir.
Memlekette her çeşit üretimin daha fazlalaşması için, bireysel girişimin, devletçe gerekli olduğunu da önemle belirttikten sonra, ifade etmeliyiz ki "Devlet ve birey birbirine karşıt değil, birbirinin bütünleyicisidir."
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 441-445)

Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Geçmişten kendine miras kalan bütün hayatî işler, zamanın zorunluklarını tatmin edecek derecede değildir. Siyasal ve fikrî yaşamda olduğu gibi ekonomik işlerde de bireylerin girişimleri sonucunu beklemek doğru olamaz. Önemli ve büyük işleri, ancak milletin tüm servetine ve devletin bütün örgüt ve kuvvetine dayanarak, millî egemenliğin uygulama ve yürütülmesini düzenlemekle görevli olan hükümetin, mümkün olduğu kadar üzerine alıp başarması tercih olunmalıdır.
Diğer bazı devletlerin ikinci derecede görebileceği ve bireylerin girişimlerine bırakılmasında sakınca görülmeyen işlerden bir çoğu, bizim için hayatîdir ve birinci derecede önemli devlet görevleri arasında sayılmalıdır.
Özet olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber "ılımlı devletçilik" ilkesine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz hallere, şartlara ve zorunluklara uygun olur. Bizim izlemesini uygun gördüğümüz "ılımlı devletçilik" ilkesi, bütün üretim ve dağıtım araçlarını bireylerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar içinde düzenlemek amacını izleyen sosyalizm ilkesine dayalı kollektivizm yahut komünizm gibi özel ve bireysel ekonomik girişim ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 447 - 449)


Türk halkının toplumsal yapısı
Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil ve fakat bireysel ve toplumsal yaşam için işbölümü bakımından çeşitli çalışma gruplarına ayrılmış bir topluluk olarak düşünmek, esas ilkelerimizdendir.

A- Çiftçiler, B- Küçük sanat sahipleri ve esnaf, C- Amele ve işçi, D- Serbest meslek sahipleri, E- Sanayi sahipleri, F- Tüccar ve G-Memurlar, Türk topluluğunu oluşturan başlıca çalışma gruplarıdır. Bunların her birinin çalışması, diğerinin ve umumî topluluğun yaşam ve mutluluğu için gereklidir. Partimizin bu ilkeyle hedef tuttuğu amaç, sınıf mücadelesi yerine toplumsal düzen ve birliği temin etmek ve birbirini zedelemeyecek şekilde çıkarlarda uyum sağlamaktır. Çıkarlar, yetenek, beceri ve çalışma derecesiyle orantılı olur.
1931 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 550)

Çeşitli meslek sahiplerinin çıkarları diğerlerine karışmış olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve bütünü halktan İbarettir.
1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s.97)

Biz, memleket halkı bireylerinin ve çeşitli sınıf mensuplarının birbirlerine yardımlarını, aynı değer ve nitelikte görürüz; hepsinin çıkarlarının aynı derecede ve aynı eşitseverlik duygusuyla sağlanmasına çalışmak isteriz. Bu tarz, milletin genel refahı, devlet yapısının kuvvetlenmesi için, daha uygun olduğu inancındayız. Bizim gözümüzde çiftçi, çoban, işçi, tüccar, sanatkâr, asker, doktor, kısaca, herhangi bir sosyal kuruluşta çalışan bir vatandaşın hak, çıkar ve özgürlüğü eşittir. Devlete, bu anlayış ile en çok faydalı olmak ve milletin güven ve iradesini, yerine harcayabilmek, bizce, bizim anladığımız anlamda, halk hükümeti yönetimi ile mümkün olur.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazılan, s. 425-427)


Malî bağımsızlık ve dış borçlanma
Bugünkü savaşımlarımızın amacı, tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tamlığı ise ancak malî bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan mahrum olunca, o devletin bütün hayatî kuruluşlarında bağımsızlık felce uğramıştır. Çünkü, her devlet organı ancak malî kuvvetle yaşar. Malî bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik yapı ile orantılı ve denk olmasıdır. Bu nedenle, devlet yapısını yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın memleketin gelir kaynaklarıyla yönetimi temin çare ve önlemlerini bulmak, gereklidir ve mümkündür. En üst derecede tutumluluk, millî özelliğimiz olmalıdır.

Geçmişin ve düşmanların, memleket ve milletimizi bütün uygarlık dünyasıyla birlikte ileriye götürmekten alıkoymuş olan zincirleri, bugün bizi, az zamanda olağanüstü girişimlerde ve çalışmalarda bulunmaya zorluyor. Ancak, bu zorunluğun tatmini ve kayıpların karşılanması bugünkü maliye gücümüzün üstündedir. Bundan dolayı hükümetimizin, her uygar devlet gibi dış borçlanmalar yapmasına gerek vardır. Şu kadar ki ödünç alınan yabancı paralarını, şimdiye kadar Babıâli'nin yaptığı şekilde, ödemeye mecbur değilmişiz gibi, amaçsız harcama ve kullanma ile borçlarımızın yükünü artırarak malî bağımsızlığımızı tehlikede bırakmaya kesin şekilde karşıyız. Biz, memlekette bayındırlığı, üretimi ve halkın refahını temin edecek, gelir kaynaklarımızı geliştirecek verimli borçlanmalara taraftarız.
1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 222-223)

Para, her türlü aracın üstünde bir varlık silâhıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazdan, s. 437)


Yabancı sermaye
Memleketimizi bugünkü uygarlığın gerektirdiği dereceye bir an evvel eriştirmek için yalnız milletin sermayesi,milletin bilimsel ve teknik girişimleri kâfi gelmez. Dışarının sermayesine, uzmanlığına da gereksinimimiz vardır.Bu noktada dar bir milliyetçilikten çıkıyoruz; biraz daha geniş milliyetçi oluyoruz. Yabancı sermayesinden yararlanacağız. Devletin bağımsızlığı, milletin egemenliği ve bütün yaşamsal gerekleri ve yeteneği korunmuş olmak şartıyla, yalnız korunmuş olmak şartıyla değil, o şartları pekiştirme amacıyla yabancı sermayesinden yararlanma söz konusu olabilir. Ancak, benliğimize ve varlığımıza hiçbir zarar vermeksizin dışarının sermayesi memleketimize girebilir. Demek ki, memlekete yabancı sermayesinin girmesi birtakım sınırlamalara, şartlara bağlıdır. Birinci derecede önemle göz önünde tutulacak şey, bağımsızlığımızın ve iç durumumuzun düşürülmesine yönelik herhangi siyasal bir görüşe sahip olanları memlekete sokmamak...
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 2-3.2.1930)

Evvelce Türkiye'de yabancı girişimlerinin, yabancı amaçlarının bize aşıladığı endişeler, tamamen yok olmuş değildir. Eğer bazen sakınarak hareket ediyorsak, aşırı derecede şüpheli davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan özgürlüğümüzü kaybetmek hususundaki korkumuzdandır. Bu özgürlüğün bir küçük kısmını sakat etmektense, hepsini birden feda etmeyi tercih ederiz.
1923 (Atatürk'ün S.DM, s.69)

Birtakım ekonomik sorunlar vardır ki, biz bunları kendi kaynaklarımızla ve yalnız kendi sermayemizle çözümleye-meyiz. Bize yardım edecek dostlar aramağa mecburuz.
1922 (Atatürk'ün S.D.I1I, s.49)

Ekonomi alanında düşünürken ve konuşurken sanılmasın ki, biz yabancı sermayesine karşı bulunuyoruz. Hayır! Bizim memleketimiz geniştir; çok çalışmaya ve sermayeye
gereksinmemiz vardır. Bu nedenle yasalarımıza saygılı olmak şartıyla yabancı sermayelerine gereken güveni verme ye her zaman hazırız ve arzuya değer ki, yabancı sermayesi bizim çalışmamıza ve belirli servetimize katılsın. Bizim için ve onlar için faydalı sonuçlar versin; fakat, eskisi gibi değil! Gerçekten geçmişte ve özellikle Tanzimat döneminden sonra, yabancı sermayesi memlekette ayrıcalı bir yere sahip oldu ve bilimsel anlamıyla denebilir ki, devl

Back To Top




GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 23:09:42


TARIM VE KÖYLÜ

Türk köylüsü Ve çiftçilik
Milletimiz çok büyük acılar, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel sebebi şundandır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.
1923 (Atatürk'ün S.DM, s. 117)

Memleketimizin bir tarım memleketi olduğu ve genişliği göz önüne alınırsa, bizim başlıca kuvvet ve servet dayanağımızın toprak olduğu görünür.
1926 (Atatürk'ün S.D.l, s.333)

Adana çiftçileri tarafından şerefine düzenlenen yemekte söylemiştir:
Diyebilirim ki hayatımda yaşadığım en yüce, en sade, en mutlu ve samimî gece, bu gecedir. Çünkü bu gece, çok derin saygılarla, sevgilerle bağlı bulunduğumuz milletimizin büyük çoğunluğunu oluşturan çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada, onların emekleriyle meydana gelmiş ekmeği onlarla beraber yiyiyoruz.
1923 (Atatürk'ün S.D.l 1, s. 116)

Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanmış ve lâyık olan köylüdür. Diyebilirim ki, bugünkü felâket ve yoksulluğun tek sebebi bu gerçeği görememiş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli taraflarına göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurganlık ettiğimiz ve bunun karşılığında daima küçük ve hor görerek karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve iyiliklerine karşı nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda tam bir utanç ve saygı ile gerçek yerimizi alalım. Efendiler! Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışmasını yeni ekonomik önlemlerle son dereceye eriştirmeliyiz. Köylünün çalışmasının sonuçları ve verimlerini, kendi yararı lehine son dereceye çıkarmak, ekonomik siyasetimizin temel ruhudur.
1922 (Atatürk'ün S.D.l, s. 219)

Köylü, hepimizin velinimetimizdir. Bu soylu unsurun refahını düşüneceğiz.
1931 (Cumhuriyet gazetesi, 25.7.1931)

Saygıdeğer çiftçiler! Sizler hepimizin babasısınız, hepimizin efendimizsiniz.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.125)

Türk köylüsünü "efendi" yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez.
(Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s.94)

Memleketimiz, şu iki şeyin memleketidir: Biri çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve çok iyi asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik; çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker yetiştirdik; çünkü o topraklara göz diken düşmanlar fazladır. O toprakları sürenler, o toprakları koruyan, hep sizlersiniz. Bundan sonra da daha iyi çiftçi ve daha iyi asker olacağız. Ama bundan sonra asker oluşumuz, artık eskisi gibi başkalarının tutkusu, şan ve şöhreti, keyfi için değil, yalnız ve yalnız bu aziz topraklarımızı korumak içindir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 131)

Devlet, temel unsur olan çiftçiyi ve çobanı kuvvetlendirmek zorunluğundadır. Bunu kuvvetlendirmek de, öyle sözle olmaz; kuvvetlenmesi arzuya lâyıktır, demekle de olmaz. Bilimin, tekniğin ve yüzyılın gerektirdiği araç ve gereçlere fiilen başvurmak gerekir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 4.2.1930)

Çiftçilerimizin çabasıyla memleketimizin verimli tarlaları, birer bayındırlık kaynağı olacaktır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 131)

Kılıç ve saban
Kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur.Fakat, saban kullanan kol, gün geçtikçe daha fazla kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.103)

Kılıç ile zafer kazananlar, sabanla zafer kazananlara mağlup olmaya ve bunun sonucu, yerlerini onlara bırakmaya mecburdurlar.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 102)

Dünyada zaferlerin iki aracı vardır. Biri kılıç, diğeri saban. Başka yerde de söyledim ve burada bir daha tekrarı faydalı buluyorum. Zaferinin aracı yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, küçük düşürülür, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişanlığı o kadar büyük ve acı olur ki, kendi memleketinde bile mahkûm ve tutsak bir halde kalabilir. Onun için gerçek zaferler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında tutmanın, millete oturmuşluk kazandırmanın yolu sabandır. Saban, kılıç gibi değildir; o kullanıldıkça kuvvetlenir. Kılıç kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup oldu. Tarihin büyük vak'aları ve olayları, yaşamın bütün gözlemleri bunu doğruluyor.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.116-117)


Makineli tarım
Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz tarım olmaz. El emeği güçtür. Birlesiniz! Birliklerle makine alırsınız. Yılda yüz dönüm çalışır, on misli eker, yüz misli elde edersiniz. Bir de toprağa sevdiği tohumu bulup atmalıdır. Memleketimiz, çiftçi memleketi olmaya henüz hak kazanmamıştır. Tarım memleketi olacağız. Bu da ancak makineli tarımla olur.
1925 (Mustafa Selim İmece,Atatürk'ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 17)

El emeği yeterli değildir. Makinelerden yararlanmak gerekir. Yüzyıllardan beri kullanmakta olduğumuz sabanları bir tarafa bırakacağız. Çağın ilerlemesinin gerektirdiği bütün tarım âlet ve araçlarını memlekete getireceğiz. İnsan kuvvetini makine ile karşılamak zorunluğundayız. Fakat, yalnız çalışmak, yalnız tarım âlet ve araçlarını elde etmek yeterli değildir. Çalışmanın yolunu da bilmek gerekir; bunun için de bilim gereklidir, teknik gereklidir, kültür gereklidir. Bu nedenle çiftçilerimizi, bu görüş noktasından yetiştirmek gerekir. Bu yoldan gideceğiz.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 4-5.2.1930)

Memleketimizin genişliğini ve nüfusumuzun bu genişlikle ne kadar orantısız olduğunu da hatırlayınız. Bu geniş ve verimli toprakları işleyebilmek, işletebilmek için eksik olan el emeğini, kesinlikle teknik âletler ile gidermek zorunluğundayız. Memleketimiz, tarım memleketidir; bu nedenle halkımızın çoğunluğu çiftçidir, çobandır. Bu nedenle en büyük kuvveti, kudreti bu alanda gösterebiliriz ve bu alanda önemli yarışma meydanlarına atılabiliriz.
1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 111)

Memleketimiz çok geniştir, toprağımız çoktur, zamanımız da dardır. Bu geniş ve bereketli memleketi işletmek için, onun cevherlerini milletin mutluluğunu temin edecek bir servet haline koymak için, acele etmeye mecburuz. Onun için makinelerden yararlanacağız. Artık, yüzyıllardan beri kullanmakta olduğumuz eski sabanlarla, bu memleketin servet hazineleri gelişemez. Bütün çiftçilerimizin makine sahibi olması, makine kullanmasını bilmesi, makine yapacak kuruluşlara sahip olması gerekir.
Bu da yeterli değildir efendiler! Eğer biz, bu çalışmanın ürününü tarlada, köyde, harmanda çürümeye bırakırsak, halkın çalışması ödül-süz kalır. Gerekir ki, bu ürünler dışarıya da iletilebilsin. Onun için de yollar gereklidir, çeşitli taşıt araçları gereklidir; demiryolu, otomobil ve diğerleri... Ne hazindir, efendiler! Konya, Eskişehir, şurası ve burası birer hazine olduğu halde araçsızlık yüzünden başka taraflara iletilemiyor. Gereksinmemiz olan bir kısım buğdayı dışarıdan getirtiyoruz; böyle şey olur mu?
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 8.1.1930)

Savaş ve çiftçilik
Bugüne kadar devam eden savaşlar, ne yazık ki çiftçiliğimizi çok geri bırakmıştır. Bundan sonra, bu gibi sakat hareketlerden kaçınacağız. Memleketin evlâtlarını uzun zamanlar silâh altında bulundurmak suretiyle toprağında çalışmaktan, ailesi ile birlikte bulunup çalışmaktan mahrum
etmeyeceğiz.
(Gazinin, N.A.V., Muhit Mec, No: 32, 1931, s. 7)

Tarım siyaseti
Millî ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki, tarımda kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu amaca erişmeyi kolaylaştıracaktır. Fakat, bu yaşamsal işi, isabetle amacına ulaştırabilmek için, ilk önce ciddî incelemelere dayalı bir tarım siyaseti belirlemek ve onun için de, her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek uygulayabileceği bir tarım rejimi kurmak gerekir. Bu siyaset ve rejimde, önemli yer alabilecek noktalar başlıca şunlar olabilir:

Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle, bölünmez bir nitelik alması. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri toprak genişliği, toprağın bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlanmak gerekir.
Küçük, büyük bütün çiftçilerin iş araçlarını artırmak, yenileştirmek ve korumak önlemleri, zaman geçirilmeden alınmalıdır.

Memleketi, iklim, su ve toprak verimi bakımından, tarım bölgelerine ayırmak gerekir. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları verimli, modern, pratik tarım merkezleri kurulması gerekir.

Bugün, devlet yönetiminde bulunan çiftliklerin ve bunların içindeki türlü tarım-sanayi kurumlarının bir kısmı, tarım yaşam ve faaliyetinin bütün alanlarında her türlü teknik ve modern deneyimlerini tamamlamış olarak, bulundukları bölgelerde en faydalı tarım yöntem ve sanatlarını yaymaya hazır bulunmaktadırlar. Bu, Bakanlık için büyük kolaylıklar temin edecektir. Ancak, gerek mevcut olan ve gerek bütün memleket tarım bölgeleri için yeniden kurulacak tarım merkezlerinin, kesintiye uğramadan tam verimli çalışmalarını, şimdiye kadar olduğu gibi, devlet bütçesine ağırlık vermeksizin kendi gelirleriyle kendi varlıklarının yönetim ve gelişimini temin edebilmeleri için,bütün bu kurumlar birleştirilerek geniş bir işletme kurumu oluşturulmalıdır.

Bir de, başta buğday olmak üzere, bütün gıda gereksinimlerimizle endüstrimizin dayandığı türlü ham maddeleri temin ve dış ticaretimizin esasını oluşturan çeşitli ürünlerimizin ayrı ayrı her birinde, miktarını artırmak, kalitesini yükseltmek, elde etme giderlerini azaltmak, hastalık ve düşmanlarıyla uğraşmak için gereken teknik ve yasal her önlem, zaman geçirilmeden alınmalıdır.
1937 (Atatürk'ün S.D. I, s. s. 379-380)

Çiftçiye toprak vermek de, hükümetin ara vermeksizin izlemesi gereken bir husustur. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar toprak temin etmek, memleketin üretimini zenginleştirecek başlıca çarelerdendir.
1929 (Atatürk'ün S.D.I, s. 348)

Her Türk çiftçi ailesinin, geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması, kesinlikle gereklidir. Vatanın sağlam temeli ve bayındır hale getirilmesi, bu esastadır. Bundan fazla olarak, büyük toprağı modern araçlarla işletip vatana fazla üretim sağlanmasını özendirmek isteriz.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s. 374)

Çok değerli ve çok güzel ürünlerimizden biri olan tütünün tarım yöntemlerini düzeltmek, çiftçileri ürününü işletmek ve değer fiyatıyla satmak bakımından aydınlatmak ve korumak, tütünlerimizi dünya piyasalarına daha çok tanıtarak dış satımını en yüksek dereceye çıkarmak yolundaki çabalar iyi sonuçlar vermektedir. 1938 (Atatürk'ün S.D.I, s.394)

Ormanların korunması
Orman servetimizin korunması gereğine ayrıca işaret etmek isterim. Ancak, bunda önemli olan, koruma esaslarını,memleketin türlü ağaç gereksinimlerini devamlı olarak karşılaması gereken ormanlarımızı dengeli ve teknik bir şekilde işleterek yararlanmak esasıyla uygun bir şekilde uzlaştırmak zorunluğu vardır.
1937 (Atatürk'ün S.D.1, s. 380)

Gerek tarım ve gerek memleketin servet ve genel sağlığı bakımından önemi kesin olan ormanlarımızı da çağdaş önlemlerle iyi halde bulundurmak, genişletmek ve en çok fayda temin etmek, esas ilkelerimizden biridir.
1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 220)

Alıntı ile Cevapla

Back To Top




GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 23:57:14


ULAŞTIRMA VE BAYINDIRLIK

Yol ve demiryolu gereksinimi

Memleket yönetiminde, çekinmeksizin, kişisel belirsiz düşüncelerle ne yapılmak arzu ettiğini bilmeyenlere, halkın sağduyusuna başvurmayı öğütlemelidir. Halk, köylüler bana, her yerde iş programını şu iki kelime ile ihtar ettiler: Yol, okul! Hattâ yoldan söz ederlerken yol köylünün kanadıdır, demeleriyle her şeyden evvel ona önem verdikleri anlaşılıyor. Gerçekten, bütün ekonomi birinci kelimenin ve her şey ikinci kelimenin içindedir.
1924 (Atatürk'ün S.D.U, s. 193-194)
Demiryolu ve yol gereksinimi memleketin bütün gereksinimlerinin o kadar başında kendisini hissettirmektedir ki, hiçbir hayal ve teori peşinde aldanmaksızın memleketin kaynakları ve evladıyla işe devam etmek kesinlikle çok gereklidir. Memleket evlâdının ortaklaşa arzu ve inancının böyle olduğunu kendim yakından öğrendim. Milletimizin uygarlık yolunda gelişmesi için bütün devlet kuruluşlarında öngördüğümüz maddî ve manevî bütün önlemler, ancak demiryolları ve yollarla gerçek sonuçlarını verebilir. Uygarlığın bugünkü araçlarını, hatta bugünkü fikir sistemini demiryolu dışında yayabilmek güçtür. Demiryolu refah ve bayındırlık yoludur. Sağlanması ve kullanılması mümkün her yolla ulaştırmayı artırmak, bütün girişimlerimizin üstünde tereddütsüz amacımız olmalıdır.
1924 (Atatürk'ün S.D.I, s.322-323)
Ekonomik yaşamın faaliyet ve canlılığı, ancak ulaşım araçlarının, yolların, trenlerin, limanların durumu ve derecesiyle orantılıdır.
1922 (Atatürk'ün S.D.1, s. 221)
Memleketimizi, demiryollarıyla ve üzerinde otomobiller çalışır düzenli yollarla ağ haline getirmek zorunluğundayız. Çünkü, batının ve dünyanın araçları bunlar oldukça, trenler oldukça bunlara karşı merkepler ve kağnı ile doğal yollar üzerinde yarışa girişmenin imkânı yoktur.
1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 111)
Yolsuzluk, araçsızlık en önemli eksiğimizdir. Bunların temini çok gereklidir. Memlekette yol yoktur. Birçok yerlerde kağnı arabalarıyla deveden başka taşıt araçları yoktur. Mevcut demiryollarının nerede ve ne kadar az olduğunu söylemeye gerek yoktur. Bütün bu işlerde Meclis'in ve elbette Hükümet'in üzerine düşen çok büyük görevler vardır.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 8.1.1930)

Doğu illerimizin belli başlı gereksinimi, orta ve batı illerimize demiryollarla bağlanmaktır.
1935 (Atatürk'ün S.D.I, s.369)
Yollarımızı yüzyılın, bugünkü ilerlemelerin gerektirdiği bir eksiksiz duruma eriştirmek gerekir. Ancak bu şekilde memlekette yaygın olan fakirlik ve yoksulluğa çare bulabiliriz.
1923 (Atatürk'ün S.D.11, s. 50)
Memlekette her araçla bir karış fazla demiryolu meydana getirmek, fakat vaziyet her ne olursa olsun bir gün geri kalmamak kuralı milletin gerçek gereksinimine tam olarak uygun olduğu inancındayım.
1924 (Atatürk'ün S.D.I, s.316)
Az zaman içinde memleketimizin önemli merkezlerini demiryollarıyla birbirine bağlamak gerekir. Memlekette gömülü olan maden hazinelerini işletmek gerekir. Ekonomik canlılığın servet haline dönüşmesi için en gerekli şeyler, yollardır, hızlı taşıt araçlarıdır, demiryollarıdır.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 3.2.1930)
Demiryolları, bir ülkeyi uygarlık ve refah ışıklarıyla aydınlatan kutsal bir meş'aledir.
1937 (Atatürk'ün S.D.1, S. 383)
Türkiye Hükûmeti'nin belirlediği projeler çerçevesinde kararlaştırılan zamanlar içinde, vatanın bütün bölgeleri çelik raylarla birbirine bağlanacaktır. Bütün vatan, bir demir kütle haline gelecektir. Demiryolları, memleketin tüfekten, toptan daha önemli bir güvenlik silâhıdır. Demiryollarını kullanacak olan Türk milleti, geçmişindeki ilk sanatkârlığının, demirciliğinin eserini tekrar göstermiş olmakla övünç duyacaktır. Demiryolları, Türk milletinin refah ve uygarlık yollarıdır. Türkiye'de ekonomik yaşamın yüksek gelişmeleri ancak demiryollarla olacaktır. Milletin mutluluğu, geleceği bu yollardan geçecektir. Cumhuriyet hükümetinin bu alandaki çok verimli çabası ve çok idealist hareketi takdire değerdir.
1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 25, Sayı: 84-85, 1931)
Ekonominin gelişmesinde başlıca gerekli olan yollar, demiryolları, limanlar, kara ve deniz ulaştırma araçları, millî varlığın maddî ve siyasî kan damarlarıdır; refah ve kuvvet aracıdır.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 266)
Bu köprüler, her biri başlı başına birer teknik ve sanat eseri olarak yeni kuşaklara Cumhuriyet'in armağan anıtları olacaktır. Demiryollarını iç bölgelere bağlayacak ve bu yolların bir an evvel millî ekonomik kalkınmaya en üst hizmetini temin edecek olan karayolu yapımının, önümüzdeki dönemlerde artırılması ve bir plân içinde genişletilmesi gerekir.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 383)

Vatanın bayındır duruma getirilmesi
Bir an için vatan dediğimiz kutsal varlığa genel bir görüşle bakalım. Onun yaşam adına, bayındırlık adına her şereften mahrum bir siyah toprak alanından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah toprak alanının altında defineler ve üstünde soylu ve kahraman bir millet yaşıyor. İşte biz, bütün bu uzun ve katlanılması güç savaşımları, bu aziz atalar mirasının özgür ve bağımsız sahibi olduğumuzu ve daima olacağımızı kanıtlamak için yapmış bulunuyoruz. Vatanın ve millet bağımsızlığının sorumluluğu adına yapmış bulunuyoruz. Bundan sonraki çalışmalarımızın da temel hedefi, aynı sorumluluğun ve huzur ve güvenliğin temini ve kuvvetlendirilmesi olacaktır.
1923 (Atatürk'ün S.D.I, s. 308)
Zaman kavramını anlamak gerekir. Dünyayı dümdüz zannettikleri zaman, bu görüşte olanlar onun beş, altı bin yılda meydana geldiğini zannetmişlerdir. Halbuki, dünyanın niteliği meydana çıktıktan sonra anlaşıldı ki, dünya beş, altı bin yılda değil, ancak milyonlarca yıl içinde meydana gelebilmiştir. Eksiksiz bir eserin anî bir girişimle oluşması o kadar kolay değildir. Aynı zamanda düşünmek gerekir ki, bu eksiklikler yarım yüzyıllık bir gevşekliğin sonucu olsaydı, belki o kadar düşünmeye gerek yoktu. Fakat bütün bu eksikler, yüzyılların biriktirdiği eksikliklerdir. Bu kuşak, hatta bundan sonraki kuşaklar çok yıllar çalışarak bu eksiklikleri giderebileceklerdir. Her vatandaşın arzu ettiğini yapmayı düşünmek hayal peşinde koşmaktır. Yapılabilecek şey, herkesin arzuları sonucunun ortalaması olabilir.
1931 (Vakit gazetesi, 29. 1. 1931)
Türkiye'nin görünüşü
1937 yılında Diyarbakır'dan ayrılırken yolculuk izlenimleri:
Memleketin on bir il merkez ve çevrelerini gezdim. Bütün bu merkez ve çevrelerdeki Türkleri, babaları, anaları ve çocukları ile gördüm; çok sevindim. Yüksek uygarlık temeline tanık oldum. Madenlerden kurulmuş temeller... Bu açılmış maden ocaklarında profesörleriyle, teknisyenleriyle, işçisiyle, baştan aşağı Türk olan yüksek anlayışlı bir insan topluluğu... Öyle memleket bölgeleri geçtik ki orada kadınlar erkeklerden daha çok sabana yapışmış, elinde çapasıyla Türk'ün rızk oluşturan topraklarını zenginleştirmeye çalışıyor, toprağını seviyor, ona gönülden bağlıdır. Bütün bu insanlar, Türkiye Cumhuriyeti zengin, kuvvetli ve görkemli olsun diye kendi rızkının fazlasını seve seve, tereddütsüz,büyük bir özveriyle devlet hazinesine veriyor. Bütün gördüklerimizi bu kısa ifade içinde toplamak mümkün değildir. Türk olsun veya olmasın, bu Türk topluluğu içinde az çok gezen, dolaşan, inceleyen her akıllı insanın, kendini bütün dünyaya büyüklük saçan kuvvetli ve soylu bir varlığın içinde duymamak imkânı yoktur. Böyle duymayan bilinçsizler bir tarafa bırakılınca, gerçek insanlık, tereddütsüz kabul eder ki, Türkiye Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler, bütün dünya uygarlık ve insanlığı için benzemeye çalışılacak bir örnektir. Yalnız bu kadar değil, Türkler tarihin çok eski dönemlerinde insanlığa karşı yaptıkları kültürel görevleri, yeniden ve fakat bu kez daha üstün şekilde yapmaya hazırlanan yüksek bir varlıktır.
1937 (Kadri Kemal Kop, Atatürk Diyarbakır'da, s. 98)



SPOR VE SAĞLIK

Sporun önemi
Her çeşit spor etkinliklerini, Türk gençliğinin millî eğitiminin ana unsurlarından saymak gerekir. Bu işte hükümetin, şimdiye kadar olduğundan daha çok ciddî ve dikkatli davranması, Türk gençliğini spor bakımından da millî heyecan içinde özenle yetiştirmesi önemli tutulmalıdır.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 387)
Başarılı olmak için her türlü yardımdan çok bütün milletçe sporun niteliği, değeri anlaşılmak ve ona kalpten sevgi göstermek, onu vatanî görev saymak gerekir.
1926 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 245)
Dünyada spor yaşamı, spor âlemi çok önemlidir. Bu kadar önemli olan spor yaşamı, bizim için daha önemlidir;çünkü ırk sorunudur, ırkın düzelmesi ve gelişmesi sorunudur, ayıklanması sorunudur ve hatta biraz da uygarlık sorunudur.
1926 (Atatürk'ün S.D.II, s. 244)
Bir toplum yalnız spor ile rengini ve gücünü değiştiremez. Orada hâkim olan sıhhî, sosyal, uygar birçok gerek ve şartların teminine yönelen girişim ve önlemlerin uygulanması gerekir.
1926 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 245)
Fikrî olduğu gibi bedensel gelişmeye de çok önem veririz.
1931 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.551)

Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor alanında da idealine ulaştırılması için yüksek Meclis'in kabul ettiği Beden Terbiyesi Yasası'nın uygulanmasına geçildiğini görmekle memnunum. 1938 (Atatürk'ün S.D.I, s.395)
Spor ve Türk milleti
Köylülerimiz, köy çocukları denilebilir ki bütün yaşamlarını tarlada, meralarda hareket ve beden çalışması içinde geçirirler. Fakat gereken şekilde, bilim ve teknik kurallarına göre olmadığı için amacın istediği sonuç beklenemez. Türk ırkında geçmişin uğursuz, olumsuz, anlamsız izleri kalmıştır. Tarihlerde dünya hâkimi olmuş koskoca Türk. milletine bugünkü kuşağımız mirasçı olduğu zaman da, bu koca milleti biraz zayıf, biraz hasta, biraz cılız bulmuştur. Efendiler, gürbüz, güçlü evlâtlar isterim!
1926 (Atatürk'ün S.D.II, s. 245)

Türk sporculuğu, uluslararası alanda lâyık olduğu yerini alacaktır. O zaman Türk sporculuğu, memleket ve millet yaşamında etkili olduğu kadar, biraz da uygarlık ve belki de benim tahminimden fazla bir uygarlık belirtisi olacaktır.
1926 (Atatürk'ün S.D.II, s. 246)
Türk gençliğinin spor alanında da gösterdiği yetenek ve faydalı çalışmayı takdirde izliyorum.
1928 (Milliyet gazetesi, 8.9.1928)
Türk milleti anadan doğma sporcudur. Henüz yürümeye başlayan köy çocuklarını bile harman yerlerinde güreşirlerken görürsünüz. Ata en çok ve en iyi binen yalnız Türk erkekler değildir; Türk kadını da bu işi bilir. Hangi milletin daha sporcu olduğu ancak savaş meydanlarında anlaşılır. Türk'ün savaş meydanlarındaki şaşırtıcı karşı koyma ve kahramanlığı, ruhu kadar yapısının da sağlamlığına bir kanıtdır. Yalnız savaş, sporcu milletlerin üstünlüğünü belirtmek için kullanılması uygun görülmeyen müthiş bir aracı olduğundan, ancak gördüğümüz, bildiğimiz usuller uygulanmaktadır.
Benim en çok sevdiğim spor, serbest güreştir. Hangi Türk askerini, köylüsünü isterseniz soyup meydana çıkarınız; dik omuzlan, iyi, kusursuz oluşmuş kasları, keskin yüz çizgileri, yanık tatlı renkleri, kafa yapıları, insanın ruhuna güven ve neşe veren bir eser olarak canlanır.
(Ferit Celâl Güven, Yücel Dergisi, Cilt: X, Sayı: 57, 1939, s. 130)

Güreşin tanımı
Kuvvet ve zekâ oyunu!
(Afetinan, Atatürk'ten Hatıralar, 1950 s. 157)
Türk sporcularına meslek kuralı
Ünlü güreşçi Kurtdereli Mehmet'e yazdığı mektup:
Seni cihanda büyük ün almış bir Türk güreşçisi olarak tanıdım. Parlak başarılarının sırrını şu sözlerle açıkladığını da öğrendim: "Ben her güreşte arkamda Türk milletinin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürüm!" Bu dediğini, en az, yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü, Türk sporcularına bir meslek ilkesi olarak belirtiyorum. Bununla senden ve sözlerinden ne kadar çok memnun olduğumu anlarsın.
1931 (Tarih IV, Türkiye Cumhuriyeti, Haz: T.T.T.C, s. 268)

Sporcunun özellikleri
Spor, yalnız beden yeteneğinin bir üstünlüğü sayılamaz. Kavrama ve zekâ, ahlâk da bu işe yardım eder. Zekâ ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zekâ ve kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar.
Ben, sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlâklısını severim.
(Ferit Celâl Güven, Yücel Dergisi Sayı: 57, 1939, s. 130)

Sporda amaç
Sporda tek ve belli bir amaç gözetmek gerekir. Sporu ya propaganda için yapacağız, yahut da bedensel gelişmemizi sağlamak için yapacağız.
1923 (Atatürk'ün S.D.V, s. 98)
Türk sosyal yapısında spor hareketlerini düzenlemekle görevli olanlar, Türk çocuklarının spor yaşamını yükseltmeyi düşünürken, sadece gösteriş için, herhangi bir yarışmada kazanmak emeliyle bir spor çizmezler. Esas olan, bütün her yaştaki Türkler için beden eğitimini sağlamaktır. "Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur" sözünü atalarımız boşuna söylememişlerdir.
1937 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 86)
Sivil havacılığa önem vermek
Hava işine, onun bütün dünyada aldığı önem derecesine göre önem vermek gerekiyordu. Bunu göz önünde tutan Cumhuriyet Hükümeti, havacılığı bütün ulusun işlevi yapmak kararında idi.
Türk, yurdun dağlarında, ormanlarında, ovalarında, denizlerinde, her bucağında nasıl bir bilgi ve kendine güvenle yürüyor, dolaşıyorsa, yurdun göğünde de aynı şekilde dolaşabilmelidir. Bu ise, Türk'ü çocukluğundan, vatan kuşlarıyla vatan havası içinde yarışa alıştırmakla başlar. Türk çocuğu! Her işte olduğu gibi, havacılıkta da en yüksek düzeyde, gökte, seni bekleyen yerini az zamanda dolduracaksın. Bundan, gerçek dostlarımız sevinecek, Türk ulusu mutlu olacaktır! 1935 (Atatürk'ün S.D.11, s. 279-280)

Türk Hava Kurumu
Vatandaşların kendi girişimleriyle meydana getirdikleri Tayyare Cemiyeti, az zamanda verdiği verimli sonuçlarla geniş bir ferahlık umdurmaktadır.
1925 (Atatürk'ün S.D.I, s.329-330)

Sağlık koşullarının sağlanması ve devlet
Her ulus çocuklarının sağlıklı ve gürbüz olmaları için yasadıkları bölgenin sağlık şartlarını temin etmek, devlet halinde bulunan siyasal kuruluşların en birinci görevidir.
1937 (Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B., s.86)
Kendine, devrimin ve devrimciliğin çeşitli ve vazgeçilmez görevler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman, üzerinde dikkatle durulacak millî sorunumuzdur.
1937 Atatürk'ün S.D.I, s. 378)
Milletimizi tam güvenlik içinde yaşatmak ülkümüz olduğu gibi, onun sağlığına özen göstermek ve mevcut imkânlarımız oranında toplumsal dertlerine çare bulucu olmak da hükümetimizin görevlerindendir.
1922 (Atatürk'ün S.DJ, s.216)
Zamanımıza kadar genel sağlığın uğradığı ihmalin derecesi, savaşım yoluna girildikçe daha kuvvetli kendisini göstermektedir. 1924 (Atatürk'ün S.D.I, s. 321)
Sağlık ve sosyal yardım konularında izlediğimiz amaç şudur: Milletimizin sağlığının korunması ve kuvvetlendirilmesi, ölümün azaltılması, nüfusun artırılması, bulaşıcı ve salgın hastalıkların etkisiz hale getirilmesi, bu yolla millet bireylerinin dinç ve çalışmaya yetenekli bir halde sağlıklı vücutlar olarak yetiştirilmesi...
1922 (Atatürk'ün S.D.1, s. 217)
Nüfusumuzun korunması ve artırılması amacını önemle göz önüne koyarım. Halk sağlığı için esaslı olarak göz önüne alınan önlemler durmaksızın daha iyi duruma getirilmeli ve genişletilmelidir. Verimli ve doğurgan olan Türk milleti sürekli ve bilimsel sağlık özenine erişince Türk vatanını hızla dolduracak ve şenlendirecek kuvvette olduğunak imsenin şüphesi yoktur.
1924 (Atatürk'ün S.D.1, s316)
Sağlık örgütümüzde, memleketin gereksinimlerine uygun amaç ve çaba açık olarak görülmektedir. Cumhuriyet Hükûmeti'nin başlı başına bir esas olarak başarıyla izlediği sağlık savaşımına, gittikçe araçlarını artıran bir genişlikle devam olunması gerekir ve önemlidir.
1925 (Atatürk'ün S.DJ, s. 326)
Her çeşit sağlık savaşımını, mümkün olan derecede çabuk ve geniş bir şekilde izlemek, başlıca hedeflerden olmaya lâyıktır. 1929 (Atatürk'ün S.D.I, s. 347)
Ulusun, ulus gençlerinin, çocukların sağlıkları, sağlamlıkları, gürbüzlükleri üzerine düştüğümüz çok gerekli, bir yaşamsal iştir. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nın bu yönden bize kıvanç verecek yolda çalışmakta olduğunu
görmekteyiz. 1934 (Atatürk'ün S.D.1, s.363)
Türk'e ev ve bark olan her yer, sağlığın, temizliğin, güzelliğin, çağdaş kültürün örneği olacaktır.
1935 (Atatürk'ün S.D.I, s. 370)
Türk topluluğu içinde gerçekten himaye ve yardıma muhtaç olanlar dikkat gözümüzün önündedir.
1931 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.551)

Kızılay hakkında
Kızılay üye sayısının, memleketin toplumsal erginliği ile orantılı bir dereceye varmasını ve bütün milletin bu orantıyı sağlamasını temenni ederim.
1926 (Atatürk'ün S.D.1, s. 334)
21 Mart 1923 günü Konya'da, Kızılay Kadınlar Şubesi'nin düzenlediği çayda söylemiştir:
Kızılay Derneğinin ve özellikle bu yüce dernekte pek büyük bir çalışma ve yetenekle özveride bulunan saygıdeğer hanımlarımızın askerî harekâtta, Millî Mücadele'nin başarıya ulaşmasında gösterdikleri çaba ve yardım, orduya yapılan hizmetlerin değerlilerinden birini oluşturmaktadır. Ordunun Başkomutanı sıfatıyla yüksek kurullarına teşekkürlerimi takdim ederim.
1923 (Atatürk'ün S.D.H, s. 147)
Saygıdeğer Kızılay Demeği'nin, yaralı gazilere yaptığı seçkin hizmetleri, özel takdir ile anmaya değer görürüm.
1922 (Atatürk'ün S.D.1, s.236)




TÜRK ORDUSU VE TÜRK ASKERİ

Türk ordusu
Ordu, Türk ordusu!.. İşte bütün milletin göğsünü güven, gurur duygularıyla kabartan şanlı ad! Onu, bu yıl içinde kısa aralarla iki defa, büyük kitleler halinde, yakından gördüm; Trakya ve Ege büyük manevralarında... Disiplinini, enerjisini, subaylarının anlayışlı gayretini, büyük komutan ve generallerimizin yüksek yönetim yeteneklerini gördüm. Derin övünç duydum, takdir ettim. Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve yeteneğinin,Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz,Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için harcamakta olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi İmkânsız güvencesidir.
1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 387)
Bütün millete kararlılıkla ve kalp güvenliğiyle bildiririm ki, cumhuriyet orduları cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunmaya güçlü ve hazırdır.
1925 (Atatürk'ün S.D.II, s.229)
Türk ordusunun görevi ve milletin güveni
Zaferleri ve geçmişi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber uygarlık ışıklarını taşıyan kahraman Türk ordusu! Memleketini en buhranlı ve güç anlarda zulümden, felâket ve sıkıntılardan ve düşman saldırısından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, cumhuriyetin bugünkü verimli döneminde de askerlik tekniğinin bütün modern silâh ve araçları ile donatılmış bir şekilde görevini aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur. Türk vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve şerefini, iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan görevini her an yapmaya hazır ve hazırlanmış olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve güvenimiz vardır. Büyük ulusumuzun orduya bağışladığı en son sistem fabrikalar ve silâhlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir nefis feragati ve yaşamı hiçe sayma ile her türlü görevi yerine getirmeye hazırolduğunuza eminim.
1938 (Ulus gazetesi, 30. 10. 1938)
Türk ordusunun kahramanlığı
Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, diğeri en elim ve en güç şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla lâyık olma niteliği kazanan ordumuzun kahramanlığı; bu iki şeye güvenir. Arkadaşlar! Komutamız altında bulunan ordular, gerçekten kahramanlığına güvenilir ordulardır. Bu ordular tarihte benzeri görülmemiş kahramanlıklar, özveriler göstermiştir. Şanlı zaferler kazanmıştır. Millet ve memleketin gerçekten gönül borcu ve teşekkürüne hak kazanmıştır.

Arkadaşlar, Türkiye en zayıf sanıldığı bir zamanda en kuvvetli olduğunu kanıtlamıştır; ordusu sayesinde! Ordumuz vatan içinde zafer kazanmıştır. Bu olay Türkiye'nin olağanüstü gücüne, yüce kararlılığına ve ölmez varlığına en belirgin kanıttır. Düşmanın vatan içine girmiş olması, düşman lehine birçok durum ve sebepler doğurur. Bütün bu güçlükleri aşarak düşmanı vatan içinde mağlûp etmek,mahvetmek başlı başına bir varlık, büyük bir kuvvet eseridir. Vatan içerisinde mağlûbiyetin sonucu son derece fecidir, tehlikelidir; bu gerçeği doğrulayan yakın ve uzak tarihî örnekler çoktur. 1924 (Atatürk'ün S.D.II, s. 171)
Ordumuzun başında ölüme giden, seve seve kanını akıtan, vücutlarını parça parça etmekten zevk alan subay ve komutanlarımızın kahramanlığını söylemek gereksizdir. Fakat buna bir kelime ilâve ederek, söz konusu olan bir fikri açıklığa kavuşturmak isterim: Memleketimiz ve milletimiz
her ne zaman felâketlerle karşı karşıya kaldıysa, hiç şüphesiz ki bütün vatan evlâtları, memleket evlâtları en büyük özveriye katlanmaktan çekinmemiştir. Yalnız, bütün bu memleket evlâtlarını, vatanın savunulması için ölüme götürmek sorumluluğunu üzerine alan ve aynı zamanda onların ilerisinde göğsünü düşman kurşunlarına geren subaylardır, komutanlardır.
1923 (Atatürk'ün S.D.1, s. 311)

Türk ordusunun göreve bağlılığı
Bu saldırı gününde*, en son kanatta bir tümenimiz -57. Tümen- saldırılarını yöneltirken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakta bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerine, etkili bir baskı yapamıyordu. O tümenin komutanı Reşat Bey adında bir kişiydi. Bu kişiyi çok eskiden tanıyorum; Muş'ta beraber savaştık, Suriye'de çok savaşlar yaptık. Çok değerli bir askerdi; kendisinin bana sevgisi ve güveni vardı. Telefonla sordum: "Niçin hedefinize ulaşamadınız?" dedim. Cevap olarak dedi ki: "Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız!" Halbuki, yazık ki yarım saatte bu hedefler ele geçirilememişti. Tekrar sorduğum zaman, telefonda Reşat Bey'in son veda yazısını okudular; orada diyordu ki: "Yarım saat içinde size o mevzileri almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam!" Bu örneği, Reşat Bey'in o hareketini takdir etmek için söylemiyorum. Elbette öyle bir davranış ve öyle bir hareket, bizce kabule değer değildir. Yalnız, ordumuzda subayların, komutanların kendilerine verilen görevi yapmada gösterdiği, istekle ileri atılışı ve namus hissini göstermek isterim. Gerçekten, ordumuzdaki subaylar ve komuta yüksek
kurulu, birbirlerine karşı böyle bir sevgiyle, saygıyla, inan ve güvenle bağlıdır ve üstünden aldığı emri bir namus sayarak yaparlar.
1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 245-246)
Türk milleti ve ordu
Bütün tarih bize gösteriyor ki, milletler, yüksek hedeflerine erişmek istediği zaman, bu coşkuları karşısında üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu genelliği içinde yüksek bir ayrılık bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki Türk milleti, ne zaman yükselmek için adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima baş olarak, daima yüksek millî ülküyü gerçekleştiren hareketlerin önderi olarak, kendi kahraman çocuklarından kurulu ordusunu görmüştür. Bunun içindir ki Türk milleti, tehlikelere karşı elinde kılıç yürümeye hazır bulunan kahraman çocuklarına derin güven beslemiştir ve bu güveni daima besleyecektir. Bundan sonra da, Türk milletinin yüce idealinin gerçekleşmesi için kahraman asker evlâtları hep önde gidecektir.
Bugün Türk milleti, başardığı her hayatî şeyin kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusuna komuta eden öz evlâtlarından kurulu subaylar topluluğunu, yüksek komuta kurulunu görmektedir. Millet ve kahraman çocuklarından meydana gelen ordu, o derece birbiriyle birleşmiştir ki, dünyada ve tarihte bunun örneği pek seyrektir. Bu millî görünüş ile daima övünebiliriz.
1931 (Ayın Tarihi, Sayı: 84-85, 1931. s. 7291)
Yürümekte olduğumuz yenilik, gelişme ve uygarlık yolunda sizlerden oluşan bir Türk ordusuna dayandıkça, kesinlikle başarılı olacağımıza imanım tamdır. Şimdiye kadar olduğu gibi, birbirimize dayanarak ve hep beraber milletin iradesine dayanarak yürümekte devam edeceğiz. Milletimizin yol almak zorunda olduğu aşamalar büyüktür; erişilmesi zorunlu olan hedefler çoktur. Kesinlikle bu aşamalar geçilecek, en ışıklı hedeflere varılacaktır. Onun için birbirimize vereceğimiz işaret: İleri! İleri! Daima ileridir!
1925 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 234)
Milletimiz tam bir kararlılıkla toplumsal ve fikrî gelişimine çalışırken, onu yolundan alıkoyacak iç ve dış engellerin karşısında kuvvetli, kudretli, yüksek görevini anlamış kahraman ordumuzun hazır bulunduğunu düşünerek gönlü rahat olabilir. Bütün millete kararlılıkla ve kalp güvenliğiyle bildiririm ki, cumhuriyet orduları cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunmaya güçlü ve hazırdır.
1925 (Atatürk'ün S.D.II, s. 229)

Türk milleti ordusunu çok sever; onu kendi idealinin koruyucusu kabul eder.
1931 (Ayın Tarihi, Sayı: 84-85, 1931. s. 7291)
Türk milleti gerçekten büyük millet! Hüner ona lâyık komutan olabilmekte.
1921 (Yunus Nadi, Ayın Tarihi, Sayı: 60, 1938, s. 134)
Türk Ordusunun değeri
Ben, Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben,ordu ile küçük subaylıktan beri derinden ilişki kurmuş bir askerim. Ben, olayların yönlendirmesiyle ordunun içinde subay, nihayet komutan olarak iş görmüş ve zannıma göre başarılı olmuş bir komutanım. Türk ordusunu, onun erdemini, değerini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini bizim kadar anlayan az olmuştur.
1918 (Falih Rıfla Atay, Atatürk'ün BA., s. 13)
Benim için ordumuzun değerini ifadede ölçü şudur: Türk ordusunun bir birliği, eşitini kesinlikle mağlup eder; iki mislini durdurur ve tespit eder. Şimdilik bundan fazlasını istemiyorum. Çünkü, fazlasını milletimizin yaradılıştan sahip olduğu savaşkanlık zaten temin etmektedir. Fakat bu değeri kesinlikle korumak gerekir. Bunu, askerî bir esas, bir kural olarak göz önünde tutmalıdır. Bu değer korundukça kuruluşumuzu, yetiştirme ve eğitimimizi, yönetimimizi bu hedef ve amaca yürüttükçe, Türkiye'nin her türlü saldırı ve sataşmadan korunacağına kimsenin şüphesi kalmaz.
1924 (Atatürk'ün S.D.II, s. 170)
Cumhuriyet orduları tarihe yazdığı büyük zaferlerin neşesinden, ancak daha yüce görevlerin yerine getirilmesinde gereken askerî nitelik ve meziyetlerini her gün artırmak için istifade etmektedir.
1925 (Atatürk'ün S.D.II, s.229)
Türk milleti ve onun küçük ve büyük yaştaki çocukları, çelikten yapılmış heykellerdir! Onların ne olduklarını anlamak için onlarla savaş meydanlarında boy ölçüşmek gerekir. İşte böyle bir girişimdir ki, Türk gençliğinin binlerce yıl önceden beri tanınmış olan yüksek değer, kuvvet, kudret ve yenilmez zekâsının sınavı olur. Türk milleti her an ve her kiminle olursa olsun böyle bir sınava hazırdır.
1937 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 87-88)
Tarihte bütün bir vatanı, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında, son toprak parçasına kadar karış karış kahramanca ve namusluca savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu, o cevherde bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenler, komuta edebilmek özelliklerine sahip bulunsun! 1927 (Nutuk II, s. 492)

Cumhuriyetin kara, deniz ve hava kuvvetleri, her hususta değerli takdirinize ve güveninize lâyıktır. Bunu, tam ve kesin inançla söyleyebilirim.
1929 (Atatürk'ün S.D.l, s. 3-7)
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, kara ordumuzun yanında donanmamızı kurarken, hava filolarımızı da en son hava şartlarıyla düzenlemekten geri kalmadı. Şahıslarıyla onur duyduğumuz hava subaylarımız ve komutanlarımız da yetişmiş bulunuyorlar. Uçmanlarımız her zaman ve her halde, ulusun yüzünü ağartacak yüksek değerdedirler.
1935 (Atatürk'ün S.D.1I, s.279)
Türk askeri
Dünyada sevgisi benim için yegâne cömert olan şey Mehmed'in, Türk köylüsünün soyluluğundan gelen şeylerdir. Onun sevgisine inanmış ve kanmış olanlar, insanların en mutlusudurlar.
(Ferit Celâl Güven, Yücel Dergisi, Sayı: 57, 1939, s. 130)
Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. İnancınla, imanınla, emre uymanla, hiçbir korkunun yıldıramadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı sonunda alt eden büyük gayretin için gönül borcumu ve teşekkürümü söylemeyi kendime en aziz bir borç bilirim.
1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 414)
Mehmetçik, o ne elmastır o! Mehmetçik, dünyanın en yiğidi Mehmetçik...
1925 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 101)
Mehmetçiğimizi anmak için büyük, çok büyük anıtlar yapmalıyız; fakat bu, bir zaman ve imkân sorunudur. Ancak, sizi rahatlatmak için söyleyeyim ki, bu toprakların Türk sınırları içinde kalmasıyla, Mehmetçik en büyük anıtı kendisi kurmuştur.
1935 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 159)
Balkan Savaşı komutanlarından birinin "Efendim, bu Türk neferlerinden hayır yoktur, yalnız kaçmayı bilirler" şeklinde konuşması üzerine verdiği cevap:
Biz de askeriz, biz de bu orduyu komuta etmiş adamız. Türk askeri kaçmaz, kaçmak nedir bilmez! Eğer Türk askerinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki, onun başında bulunan en büyük komutan kaçmıştır. Eğer siz kaçtığınız küçüklüğünü Türk askerlerine yüklemek istiyorsanız, insafsızlık ediyorsunuz.
1918 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün BA., s. 52)
Sakarya Meydan Savaşı'na ilişkin anlattığı bir anısı ;
- Tepe, düşman ateşinin odaklasan yoğunluğu ile âdeta yanardağ manzarası veriyor. Oradaki yetersiz kuvveti durmaksızın desteklemek gerek. Şuradan gelen beş yüz, buradan yetişen bin kişilik kuvvetlere daima tepeyi gösteriyordum. "Asker! Bak şu tepeye; gördün mü, işte oraya!" diyordum. Askerler bir tepeye, bir silâhlarına bakarak koşuyorlar, tepeye çıkıyorlar ve ateşin içinde kayboluyorlardı. Bu ısrarımızın bu kadar cesur ve yılmaz bir kahramanlıkla desteklenişi, tepeyi bizde bıraktırdı. Bu sonuç, o gün için olağanüstü büyük bir önem taşıyordu.
(Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesi, 13. 3. 1931)
Türk'ün bir büyüğüne, komutanına bağlılığı dünya yüzünde benzersizdir.
(Vasfı Rıza Zobu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk IH, Der: NA. Banoğlu, s. 46)

Askerler mert olur; Türk askeri ise mertlerden mert ve pek mert olur.
1919 (Reşit Paşa'nın Hatıraları, s. 61)
Malûl gaziler
Memleket savunması ve milletin bağımsızlığı uğrunda sakat kalan ordu mensupları ve millet bireyleriyle genel olarak emekliler ve yetimler ve dulların fakirlik ve yoksulluklarına meydan bırakmayacak önlemler alınacaktır.
1923 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.490)

Şehitlere saygı ve şehitlikleri düzenleme
Şehitlikleri İmar Cemiyeti'ne çektiği telgraftan:
Cemiyetin, aziz vatan şehitlerinin ruhlarını kutsama amacıyla yaptığı girişim ve değerbilirliğinden memnun oldum.
1927 (Atatürk'ün S.D.V, s.159)

Back To Top




GONDEREN: stroyy on 04/09/2009 00:00:22


MİLLÎ SAVUNMA VE ASKERLİK SANATI

Ordunun görevi

Ordunun görevi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır. Bu kalkış, elbette yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değer.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s.19)
Vatan savunmasına ait görevlerden daha önemli ve yüce görev olamaz.
(Kadri Yaman, Yurt Müdafaasında Türk Gençliği, 1938, s .3)
Millî ordu, millet birliğinin ve devlet varlığının en göze çarpan örneğidir. Ordu, dışarıya karşı devletin varlığını temin ve gerektiğinde içeride büyük asayişsizliği ortadan kaldırır. Her bireyin, devlet içinde yerine girmek görevi ve her bireyin devlet için sorumluluğu, ordu yaşamında fiilen belirgin bir şekilde görülür. Ordu, cumhuriyet aleyhine girişimlere karşı, devlet ve hükümetin irade ve kuvvetini belirtir. Bu şekilde herkesi devlet düzeninden, devlet güvenliğinden paydaş yapmak görevini yapar. Devlet ve hükümet gibi ordu da kendisi için bir varlık değil, belki, milletin yaşamak ve var olmak iradesinin bir şeklidir. Ordunun devlete karşı en birinci görevi, en üst derecede kudret ve yeteneğe sahip olmaya çalışmaktır. Devletin büyüklük ve şerefi bununla yükselir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 116)

Ordunun gereği ve önemi
Türk vatandaşı kesin olarak bilmelidir ki, bir milletin insanlık ve uygarlık âleminde yükselmesi ve başarılı olması, yalnız ve ancak kendi kuvvetine dayanarak, özgürlük ve bağımsızlığını dokunulmaz bulundurmasıyla mümkündür. Bunun başka çare ve yolu yoktur.
Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddî, manevî özveriyi göze aldırmayan bir millet, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçirir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 118)
Sağlam bir devlet yaşamı için, ordunun gerekliliğine kanıt aramak gereksizdir. Etrafındaki devletler silâhlı oldukça, hayır, dünya yüzünde bir tek silâhlı devlet bulundukça görevini bilen bir devlet, bütün antlaşmalara rağmen ve bütün antlaşmalarla beraber kendi güvenliğini her şeyden evvel kendi kuvvetine dayandırır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 117)

Savaş araçlarına sahip olmayan veya savaş aracı zayıf olan milletler, kuvvetlilerin bağımlısı, haraç vereni, tutsağı olmuşlardır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 117)

Bir orduyu yaşatan güç ve ruh
Kuşkusuzdur ki, bir orduyu meydana getiren, genellikle, her birey, canlı bir makinenin canlı unsurları, parçalarıdır. Bu makineyi işleten, her unsurunu, her parçasını harekete geçiren araç, buharla işleyen motorlar değildir. O işletme aracı, ordu makinesini oluşturan canlı unsurların beyinlerindeki kuvvet ve kanlarındaki ruhtur. Bu beyinlerde ve bu kanlarda, gereken akım kuvveti ve hızı bulunmazsa makine durur ve başka hiçbir kuvvet onu işletemez. Böyle bir makinenin yeniden çalıştırılması için herhangi bir veya birkaç makinistin sanat ustalığı da yetmez ve bu işi üzerine alamaz. Çünkü bu uyuşuk beyinlerden ve durgun kanlardan oluşmuş yığınlar taş, demir ve odun yığınlarından daha hareketsiz ve daha ağırdır.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s. 26)
Temel cevherini koruyan, aklını ve sezişini koruyan bir ordu için mevziin önemi yoktur. Bir asker her yerde savaşır; tepenin üstünde, tepenin altında, derenin içinde de savaşır.
1921 (Atatürk'ün S.D.t, s. 174)
Bir milletin ve ordusunun güçlü oluşunun koşulları
En iyi siyasetin, her türlü anlamıyla "en çok kuvvetli olmak"ta bulunduğunu kabul ederim. Bu sözden amacım, yalnız silâh kuvveti olduğunu sanmayınız, tam tersine asker olmama rağmen bu, bence kuvvet toplamının oluşturduğu etkenlerin sonuncusudur. Benim dilediğim manevî yönden, bilimsel yönden, teknik yönünden ve ahlâk bakımından kuvvetli olmaktır. Çünkü bu saydığım niteliklerden mahrum olan bir milletin bütün bireylerinin en son silâhlarla donatıldığını varsaysak bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz.
Bugünkü milletler arasında insan olarak yer alabilmek için silâh elde hazır olmak yeterli değildir. Benim düşünüşüme göre kuvvetli bir ordu denildiği zaman anlaşılması gereken anlam, her bireyi, özellikle subayı, komutanı uygarlığın ve tekniğin gereklerini kavramış ve ona göre iş ve hareketlerini uygulayan, yüksek ahlâkta bir topluluktur. Şüphe yok ki biricik amacı, görevi, düşüncesi ve hazırlığı vatan savunmasıyla sınırlanmış olan bu topluluk, memleketin siyasetini yönetenlerin en sonunda verecekleri kararla faaliyete geçer.
1918 (Hikmet Bayur, T.T.K. Belleten, No: 128, 1968, s.488)

Teknik araçlara sahip olmayan bir ordu ile, teknik araçlara sahip olan ordulara karşı savaşmak imkânı hemen kalmamıştır. Bu sebeple ordu oluşturulmasında çağdaş araçlar ve silâhlar, kesinlikle göz önüne alınmalıdır. Bu bir zorunluktur. Memleketin ekonomi ve sanat vaziyeti ne kadar uygun ise savaşta o kadar başarılı olunur. Bu sebeple savaş, yalnız cephelerde savaşan askerlerin faaliyeti demek değildir. Bir memlekette, bütün vatandaşların her türlü çalışma ve faaliyeti demektir. Barış zamanında da bu genel faaliyetin ortak hedefe yöneltilmesi önemlidir. Ortak hedef, bağımsızlığın dokunulmazlığını sağlamaktır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 114)
Süngü, kuvvet, şeref ve saygınlığın savunamadığı sınırlar, başka hiçbir ilkeyle savunulamaz.
1926 (Falih Rıjkı Atay, Atatürk'ün BA., s. 61-62)
Bir ordunun değeri
Bir ordunun değeri, subay ve komuta kurulunun değeri
ile ölçülür. 1923 (M.E.İ.S.D. I, s. 18)
Gerek komutanların ve gerek erlerin, bizzat düşüncelerini işleterek kendiliklerinden iş görebilecek üstün nitelikte yetiştirilmiş oldukları inancına ulaşmadan, bir askerî kıt'anın, bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir kuvvet olarak tanınması dalgınlıktır, felâkettir.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 22)

Zaferin koşulları
Zafer, "Zafer benimdir!" diyebilenindir. Başarı, "Başaracağım!" diye başlayanın ve "Başardım!" diyebilenindir.
1925 (Atatürk'ün S.D.II, s. 206)
Savaş meydanlarında düşmanlara üstün gelenler ve zafer kazanmış olan milletler çoktur. Fakat gerçek zafer, gerçek zafere daima aday olabilmek, zaferde gerekli olan kuvvetlerin kaynaklarını yükseltmekle, güçlendirmekle mümkündür.
1923 (Taha Toros, Atatürk'ün Adana Seyahatleri, s. 17)
Zafer ve amacı
Hiçbir zafer, amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan bir amacı elde etmek için gereken en belli başlı araçtır. Amaç, fikirdir. Zafer, bir fikrin elde edilişine hizmeti oranında değer ifade eder. Bir fikrin elde edilmesine dayanmayan bir zafer devamlı olamaz; o, boş bir çabadır. Her büyük meydan savaşından, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır; doğar! Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir çaba olur.
1921 (Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk'ü Özleyiş, s. 44)

Komutan ve nitelikleri
Komutan, yaratan demektir.
1932 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 85)
Komutanlar, astlarından yüksek ve bilgili olmalıdırlar.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s, 78)
Komutan olan kişi, tehlike zamanlarında askerleri kendi iradesine uygun şekilde yönetmek zorundadır; bu nedenle insanlara beğenilmekten ziyade onlara emir vermeye ve egemen olmaya eğilimli bir yaradılış ve tabiata sahiptir. Başkalarına emretmek ve egemen olmak, karar sahibi olmaya bağlıdır. Kararlılıkla yapılan bir iddia veya teklif, nadiren itiraza uğrar. İnsanlar, arkasından gidecekleri adamın, gerçekten kendilerine baş olmasını isterler; ancak bu takdirde, kendi esenlikleri için güven duyabilirler. Kuvvetli bir kararlılık için kendine güven şarttır.

Sorumluluğu üstlenmek cesaret ve isteği, komutana en çok gerekli olan bir özelliktir; bu pek nadirdir. Birçok insanlar, sorumluluğu başkalarına ait bildikleri zaman, düşünmeden en fena tehlikelere atılırlar; sorumluluk kendilerine yükletildiği anda kararsız ve çekingen olurlar. Çünkü, sorumluluğu üstlenmek, felâketli zamanlarda suçlu olmak demektir. Sorumluluktan korkmak, kalbin gizli bir halidir. Halbuki, bir komutan ancak sorumluluğu üstlenmek cesareti sayesinde büyük işler görebilir. Çünkü, deneyim ve bilgi noktasını tamamlayacak yardımcılar daima bulunabilir. Sorumluluğu üstlenmek cesareti, komutana bir soyluluk veren yüksek kalplilikten doğar. Bu doğuştan gelen özellik, kibirli olmamak şartiyle, komutanı herkese üstün yapar.
Komutan olan kişinin, insan tanıması gereklidir. Çünkü, ordu cansız bir âlet değildir. İnsanların değerleri, mizaçlarına ve duygularına göre değişir.
Cesaret ve yiğitlik, her askere gereklidir. Fakat komutan, büyük adamlara özgü yaradılıştan ve az bulunur bir cesarete sahip olmalıdır. Bu çeşit cesaretin sahibi, onun varlığından haberdar olmaz; ölümden korkmamak hali kendisinde o kadar doğaldır ki, en şiddetli bir tehlike zamanında, herkes az çok bir şaşkınlıkla iş gördüğü halde, onun fikrinde daha ziyade kuvvet ve yaratma gücü oluştuğu hayretle görülür.
Komutan olanlar için daha birçok güzel huylar sayılabilir. Fakat, büyük komutanlara birtakım kusurlar da yöneltilir. Örneğin: Merhametsizlik. Yüz binlerce insanın dövüştüğü savaş meydanları, her çeşit felâket ve sefalet yeri olabilir. Ortalık cesetlerle dolar, kan deryası haline gelir. Böyle manzaralar karşısında herhangi bir insan acıma ve merhamete gelir, ürker. Burada da komutanı koruyacak, kendine özgü özelliktir. Buna merhametsizlik diyorlar; halbuki bu, gerekli bir katılıktır.Bir komutanda bulunması gerekli nitelikler göz önüne getirilince, her millette büyük komutanların az olarak yetiştiğinin sebebi kolay anlaşılır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 112-113)
Komutanların en büyük cesareti, sorumluluktan korkmamalarıdır. Gerçekten sorumluluğun ağırlığını, ben kendi kişiliğimde denedim. Namuslu ve onur sahibi bir komutan için ölüm, hiçbir zaman hatıra gelmez; onu düşündüren, yaptığı işlerin yerinde olduğu ve olmadığıdır. Tersine, geri çekilme manevrası için komutanda pek büyük karar yanılmazlığı, görüş kudreti olmak gerekir. Bizim ordumuzu felâketlere götüren, çoğu kez geri çekilme manevrası için çaba ve karar sahibi komutanlarımızın yokluğu olmuştur. Üstün düşman saldırısı karşısında, ekseriya komutanlar askerin kendi kendine yerlerini terk ettikleri zamana kadar karar vermekten korkup çekinirler ve sonra da geri çekilmeyi bir suç ve askeri suçlu görürler.
1918 (M. Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları, Afetinan, s. 41-42)
Eksiksiz bir komutanı oluşturan şey, eksiksiz ahlâktır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 112)
Komutanlar, emir vermiş olmak için emir vermezler.Gerekli ve yapılabilme yeteneği olan hususları emrederlerve emir verirken, kendini, o emri yapacak olanın yerine koymak ve emrin nasıl yapılacağını ve uygulanacağını düşünmek ve bilmek gerekir.
1922 (Nutuk II, s. 744)
Komutan olan bir kimsenin, büyük bir kararlılıkla fırsatları elden kaçırmaması gerekir. Aynı zamanda, akla uygun olan şeyleri izlemesi gerekir. Değişikliklerin belli ve belirli vaziyetleri yoktur.
1930 (Ayın Tarihi, No: 73, 1930, s. 6051)
Komutanlık, pek önemlidir. Bir ordu, gerçek bir komutanın emri altında, kendinden büyük kuvvetleri mağlup edebilir. Aynı ordu herhangi bir komutanın emri altında, sebepsiz mağlup olabilir. Mağlup bir ordu, güçlü bir komutanın emri altında muzaffer ve galip olabilir. Büyük komutanlar pek çok defa, başkasının egemenliği altına geçmiş ve dağılmaya yüz tutmuş milletlerin savaş kuvvetlerine yeniden bir canlılık vermeyi başarmışlardır. Çoğu kez bir büyük komutanın ölmesiyle veya ordu üzerinden çekilmesiyle, milletlerin askerî şerefinin de yavaş yavaş ortadan kalktığı görülmüştür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 112)
Vatandaş bilmelidir ki, ordu ne kadar önemli ise, onun başına geçirilecek olan millî başkomutan da başarı için, en aşağı o kadar önemlidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 113)
Saldırıyı komutan yapar, savaşı yönetmek kudretindeki komutan! Efendiler, komutan kimdir bilir misiniz? Subay vardır ki yönetimine yüz veya bin kişi verebilirsiniz. Fakat ne zaman ki alaylar ve tümenler, dağlar ve dağlarla ayrılarak cepheler yüzlerce kilometre uzunluğunca gider, işte bu gözlerin görmediği geniş alana komuta edecek adam, başka değerde ve başka kudrette bir adamdır!
1922 (Yunus Nadi, Atatürk'ün Vasıfları, En Büyük Kaybımız, s. 231)
Komutanlar, her vaziyet ve andaki duruma karşı gereken önlemleri duraksamadan ve hızla almak zorundadırlar.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s. 22)
Eğer ben askerî yaşamımda, Suriye geri çekilme hareketinin bir kısmını yönetmemiş olsaydım, Sakarya Meydan Savaşı'ndan önce geri çekilme hareketini yapmaya bu kadar kesinlikle cesaret edemezdim.
(Afetinan; M.K Atatürk'ten Y, s.10)
Olağanüstü ve ansızın beliren durumlarla ilk karşılaşan, bir kıt'anın en büyük komutanı değildir.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s. 22)
Kolordu komutanı demek, dünyanın her yerinde, her millette, en büyük komutan demektir. Kolordu komutanından sonra başka büyük komutan yoktur. Ancak çeşitli kolorduların hareketlerini yönetmesi için üzerine ordu ve sanalkahve.com komutanı geçer. Daima, askerî kuruluşta en büyük komutan, kolordu komutanıdır ve kolordu komutanının görevini yapması demek, savaşların içinde ve subayların içinde bulunması demek değildir ve böyle bir hareket hoş karşılanmaz. Kolordu komutanı, yanındaki tümen komutanlarına emir verir ve onu yaptırır; görevini bu şekilde yapar.
1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 109)
Cephenin insan sayısıyla, gıdasıyla, giyeceğiyle, silâh ve cephanesiyle ve diğer işleriyle ilgilenen başkomutan, elbette bütün bunların geride bulunan kaynaklarıyla ilgilidir. Gerçi, hem cephe ile hem de geride birçok işlerle uğraşmak güçtür. Bir adara, hem cepheye komuta edecek, savaş idare edecek hem de aynı zamanda arkadaki bölgelerde birçok şeylerin yapılmasını sağlayacak. Bunu bir adam nasıl yapabilir? Şüphesiz yapar.

Fakat yapar dediğim zaman başkomutan bu an, cepheye komuta eder; sonra oradan kalkar, filân yere gider, yiyecek işini yapar; filân yere gider, eksikleri tamamlama işini yapar demek değildir. Büyük işler üstlenmemiş insanların, bu husustaki kararsızlıklarını bağışlamalıdır. Bakınız! Size bir örnek söyleyeyim: Ben, çok acemi komutanlar gördüm. Örneğin, bir alay komutanı, yeni tümen komutanı olmuş veya bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş; biraz da deneyimsiz!.. Henüz deneyim kazanmaya zaman bulamadan güç vaziyetler karşısında kalmış, yaşamında bir tümene alışmış iken, düşman karşısında iki veya üç tümene birden komuta zorunluğunda bulununca, kararsızlığa düşmesi ve güçlüklere uğraması doğaldır. Bir tümene komuta ettiği zaman, mümkün olduğu kadar, bütün tümen birliklerini gözü altında birleştirmek ve yönetmek imkânına sahip olan bir acemi komutan, iki üç tümenin gözünden uzak mevzilerde savaşını yönetmeye mecbur olduğu zaman, kendi kendine, "Ben hangi tümenin yanında bulunayım, onun mu, bunun mu; orada mı, burada mı?" diye sorar. Hayır! Ne orada bulunacaksın, ne de burada! Öyle bir yerde bulunacaksın ki, hepsini yöneteceksin! "O zaman ben her birini gereği gibi göremem!" der. Şüphesiz ki göremezsin, elbette gözlerinle göremezsin! Akıl ve sezişinle görmek gerekir.
1922 (Nutuk II, s. 660-661)
Komutanlar, askerlik görev ve gereklerini düşünürken ve uygularken beynini siyasal düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan sakınmalıdırlar. Siyasal yönün gereklerini düşünen başka görevliler olduğunu unutmamalıdırlar.
1927 (Nutuk II, s. 492)
Komutanlar, emri altına verilen millet evlâdını, memleket araçlarını, düşmana, ölüme yöneltirken tek düşüneceği nokta, milletin kendisinden beklediği vatanî görevi ateşle, süngü ile ve ölümle yapmak ve sonuçlandırmaktır. Askerî görev, ancak bu anlayış ve görüşle yapılabilir. Sözle, siyasetle, düşmanın aldatıcı vaatlerine kulak vermekle, askerlik görevi yapılamaz. Komutanlık görev ve sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle beyninde kuvvet bulunmayanların, feci sonuçlarla karşılaşmasından kaçınılamaz.
1927 (Nutuk II, s. 492)

Millî Mücadele'nin sonunda bir komutanım, bana şöyle bir telgraf çekti: "Emir ver, bir hafta sonra Matapan Burnu'ndayım.*" Derhal kendisine "Dur!" emri verdim. Belki, dediği doğru idi. Fakat biz, ülkeleri değil, insanların kalbini fethetmek isteriz. Eğer biz, o zaman durmasını bilmeseydik, bugünkü dünyayı kapsayan saygınlığımız ne olurdu! Komutanlar da sanatçılar gibidirler, yerinde durmasını bilmezlerse zaferleri kalıcı olmaz.
(Atatürk'ten B.H., s. 39)
Bir komutanın tutsaklığı da bağışlanabilir. O zaman ki, askerlik görev ve gereklerini yapıp uygulamakta elindeki kuvveti sonuna kadar, son süngü ve son nefese kadar kullandıktan sonra kanını akıtmak fırsatını bulamaksızın düşman eline düşerse... Bütün ordusu, üstün düşman ordusu karşısında mağlup ve kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını, düşman başkomutanının çadırına sürerek ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür.
Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi kötü tesadüf, herhangi kötü talih sonucu bile olsa, düşmana tutsak olmasını biz bağışlasak da, tarih, bunu asla affetmez ve affetmemelidir. Türk Devrim Tarihi'nin gelecek kuşaklara seslenişi ve uyarısı işte budur!
1927 (Nutuk 11, s. 492 - 493)
Sorumluluktan korkan komutanların hiçbir zaman gereken kararları veremediklerini, bunun sonucunda ise, acı felâketler meydana geldiğini şahsen ben de çeşitli zamanlarda görmüşümdür.
1918 (Ruşen Eşref Onaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat, 1930, s. 69)

Savaş ve meydan savaşı
Savaş, sürekli mücadele halinde bulunan gözle görülmez kuvvetlerin göze görünür şekil ve görünüş almasıdır.
1925 (Atatürk'ün S.D. II, s. 206)
Savaş, nihayet meydan savaşı, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı, milletlerin bütün varlıklarıyla, bilim ve teknoloji alanındaki düzeyleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, özetle bütün maddî ve manevî kudret ve erdemleriyle ve her türlü araçlarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. Bu alanda, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve değerleri ölçülür. Sonuç yalnız maddî güçlerin değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlâkî ve kültürel kuvvetin üstünlüğünü görünür hale getirir. Bu sebeple meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığıyla mağlûp edilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne kadar feci olabileceğini tahmin edersiniz. Yok oluş, yalnız savaş alanında bulunan ordu ile sınırlı kalmaz. Asıl, ordunun ait olduğu millet feci sonuçlarla karşılaşır. Tarih, başlarındaki tacidarların, hırslı politikacıların birtakım hayalî emellerle, aracı durumuna düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu çeşit sonuçlarla doludur.
1924 (Atatürk'ün S.D.II, s. 178)
Savaş demek, iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve bütün varı yoğu ile, bütün maddî ve manevî güçleriyle birbiriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bu nedenle bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Millet bireyleri, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silâhla vuruşan savaşçı gibi, kendini görevli hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını, vatan savunmasına vermekte geç davranan ve hoşgörü gösteren milletler, savaşı gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılamazlar. Gelecek savaşlarının tek başarı şartı da en fazla bu söylediğim hususta saklı olacaktır. Daha şimdiden Avrupa'nın büyük askerî milletleri, bu hareket tarzını yasa haline getirmeye başlamışlardır.
1927 (Nutuk II, s. 619)
Bir milletin alın yazısını olumlu ve olumsuz olarak belirleyen, meydan savaşlarıdır. Çünkü bir savaşın sonucu, ancak meydan savaşlarındaki zafer veya yenilgiyle belli
Olur. (Afetinan, Ülkü Dergisi, Cilt: 2, Sayı : 22, 1948, s. 9)
Savaşta ordunun yüksek morali
Çanakkale Savaşları sırasında verdiği bir emrin son sözleri:
Benimle beraber burada savaşan bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki üzerimizde bulunan vatan ve namus görevini tam olarak yerine getirmek için bir adım geri gitmek yoktur! Uyku ve istirahat aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebep olabileceğini hepinize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın benimle aynı düşüncede olduklarına ve düşmanı bütünüyle denize dökmedikçe yorgunluk işaretleri göstermeyeceklerine şüphe yoktur!
1918 (Ruşen Eşref Onaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat, 1930, s. 47)

Çanakkale Savaşları sırasında komutanlara verdiği emre ilâve ettiği bir söz:
- Size ben saldırı emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman sırasında yerimizi başka kuvvetler ve komutanlar alabilir.
1918 (Ruşen Eşref Onaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat, 1930, s. 31)
Askerî ahlâk ve moral sağlamlığı
Savaşın ve askerlik sanatının öğrenilmesine sebep olan araçların en mükemmeli, en gerçeği ahlâktır. Askerî ahlâk ise, çeşitli rütbelerdeki komuta sahiplerinin yetenek ve yeterlik kazanmalarını temin suretiyle sağlamlaştırılır. Ordularda, subayların büyük bir kısmı savaşlarda bulunmuş ve sorumlu hizmetler yapmış olduklarından, savaş ateşini kendi kalplerinde yakmış olurlar. Bu hal, onların meslek bakımından yararlanmalarını sağladıktan başka, morallerini de herkesten fazla sağlamlaştırmaya hizmet eder.
1938 (Faik Türkmen, Atatürk'ün Ahlâk Düşünceleri ve Tefsiri, s. 3)
Kitaplarda, bir yerde pek cesur olan asker, diğer bir yerde ürkek ve tersine, bir yerde ürkeklik göstermiş bir askerî kıt'anın diğer bir yerde cesur olabileceğini okudum. Ben, daima askere özgü huya, ruhî ve manevî duruma çok dikkat ederim. Gerçekten bu hali birçok defalar ben de gördüm. Bunun çeşitli sebepleri olabiliyor. Komutanların hâl ve şanı ve kalp kuvveti ve kendine güven dereceleri pek büyük önem taşır.
1918 (M. Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları, Afetinan, s. 42)
Askerin ruhunu kazanmak
Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev olduğu gibi, evvelâ onlarda bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak da Allah'tan ve Medine şehrinde yatan Cenab-ı Peygamber'den sonra bize yöneliyor.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s. 18)
Savaş yaşamsal ve zorunlu olmalı
Ne olursa olsun şu ve bu sebepler için, milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş, zorunlu ve yaşamsal olmalı. Gerçek inancım şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. "Öldüreceğiz!" diyenlere karşı, "Ölmeyeceğiz!" diye savaşa girebiliriz. Ama, millet yaşamı tehlikeye uğramadıkça, savaş bir cinayettir.
1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 124)
Şimdiki ülküde asker bile ölmek için değil, ölmeden savaşı kazanmaya uğraşıyor.
1930 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, sayı: 82-83, 1931)

Ölmek, ancak öldürmek niyet ve amacına yönelmiş olmak gerekir. Fakat öldükten sonra hiçbir amaç temin edilemeyecekse neye yarar?
1920 (Atatürk'ün s.D.1, s, 81)
Savaş ve talih
Tutsak edilen Yunan Generali Trikopis'e söylemiştir:
Savaş, bir talih oyunudur, General! Bazen, en ustasıda yenilir. Siz, görevinizi yaptınız. Sorumluluk talihten geliyor, üzülmeyiniz!
1922 (Halide Edip Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı, s. 277)

Askerlik sanatı
Ben, askerliğin her şeyden fazla sanatkârlığını severim.
1912 (Atatürk'ün Özel Mektupları, Sadi Borak 1961, s. 11)
En büyük askerlik budur: Çeşitli olasılıkları çok iyi hesap etmeli; en iyi görüneni hızla uygulamalı!
(Oğuz Kâzım Atok, Ülkü Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 71, 1944, s. 12)
Silâh arkadaşlığı, fikir arkadaşlığı demektir.
(Burhan Cahit, Atatürk'ün İki Cephesi, s 36)
İnsanların mücadelesinde saldırıya en kuvvetli karşı koyucu yer, iman dolu göğüslerdir.
1922 (Atatürk'ün s.D. III, s. 37)
Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle, söz konusu cephe, verilen kuvvetle tam olarak orantılı dar bir cephe olmayıp da böyle yüzlerce kilometre uzunluğunda bulunursa, bu cephenin şurasında ve burasında bulunan zayıf bir kuvvetin sonuna kadar savunmasını kabul etmek, bütün plânları ve kararları yanılgıya yöneltir. Cepheler delinebilir, buna karşı önlem, delinen kısmı derhal kapamaktan ibarettir. Bu ise, cephe üzerindeki kuvvetlerden başka, geride, yedekte, kuvvetli birlikler bulundurmakla mümkündür.
1920 (Nutuk İl, s. 464-465)
Savaşta kuvvetten çok, kuvveti amaca uygun yönetmek Önemlidir.
1915 (Mustafa Kemal, Anafartalar M.A.T., s. 23)
Savaşta yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s. 15)
Bazı düşünceler vardır ki onların hesap ve mantıkla açıklanması pek güçtür; özellikler savaşın kanlı ve ateşli anlarındaki duyguların doğurduğu düşünceler... Şüphesiz her düşünce ve karar, içinde bulunulan durum ve şartları inceleme ve bu incelemelerin sonuçlarını sezme ve değerlendirme sayesinde doğar.
1915 (Mustafa Kemal, Anafartalar MAT., s. 51)

Toprağın ve birtakım durumların, şartların, olağanüstü fırsatların savaşın sonucu üzerine etkileri inkâr olunamaz.Fakat daima güvenilecek ve dayanılacak olan, sayı ve değerdir.
1924 (Atatürk'ün S.D. II, s.. 169)
Saldırı ve savunma hakkında
Kesin sonuç daima saldırıyla alınır; fakat savunma ile yerine getirilen birçok görevler de vardır. Kesin sonuç istenilen zamana gelmeden evvel, tam ve gerçek saldırı zamanından evvel birliklerin savaşma gücünü azaltmaktan, sayıca miktarını eksiltmekten kaçınmak gerekir. Bunun için saldırı, savunma, işgal savaşı ve kesin savaşın niteliği, uygulanacağı zaman ve durumun ayırt edilmesi hususunda, arkadaşların zaten mevcut olan karar verme yetenekleri korunmalıdır. Buna teorik ve pratik çalışmalarımızda çok dikkat etmeliyiz. Bir de alınan görev ile harcanacak askerî faaliyetin önemli bir ilgisi vardır. Bunun için görev verenlerin, görev alanların kullanacağı aracı, askerî faaliyeti belirlemede kararsızlığa düşmelerine sebep olmamaları gerekir. İstenilen şeyde açıklık çok önemlidir.
1924 (Atatürk'ün S.D. II, s. 170)
Bir yer düşer; ne zaman? Eğer bir kale gibi savunulursa, eğer bir yerin etrafında mevcut kuvvet, savaş araçlarıyla sonuna kadar karşı koyarsa, düşman o savunma kuvvetlerini altüst eder ve o yere gelirse o yer düşer.
1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 79)
Saldırı hazırlığı ve koşulları
Düşmana saldırı için, verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan evvel hazırlamaya ve tamamlamaya mecbur bulunduğumuz savaş araçlarının ne olduğunu söyleyeyim: Tam üç aracın hazırlığının yeterli derecede olduğunu görmek gereğini hissediyorum. Onlardan birincisi ve en önemlisi ve temel olanı, doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin, yaşam ve bağımsızlığı için kalbinde, vicdanında beliren, gelişen arzu ve emellerin sağlamlığıdır. Millet bu içten gelen arzusunu ne kadar kuvvetli gösterirse, bu arzu ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok kararlı ve imanlı olursa, düşmanlara karşı başarı için o kadar kuvvetli bir araca sahip olduğumuza inanırım. İkinci araç, milleti temsil eden Meclis'in millî arzuyu belirtmede ve bunun gereklerini inanarak uygulamada göstereceği kararlılık ve yiğitliktir. Meclis, ne kadar çok beraberlik ve birlik halinde millî arzuyu belirtirse, düşmana karşı o kadar kuvvetli üstünlük aracına sahip oluruz. Üçüncü araç, milletin silâhlı evlâtlarından ibaret olup düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdur.

Bu üç çeşit araç veya kuvvetin düşmana karşı kurduğu cepheler, iki nitelikte düşünülebilir. Kolay anlaşılmak için şöyle diyeyim: iç cephe, dış cephe... Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten "kaleyi içinden almak", dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, araçların varlığını iddia etmek doğrudur.
Meclis'in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur. Meclis'te, bir veya birkaç üyenin karamsarlık aşılayan sözlerinden bile aleyhimizde yararlanma çareleri aranılmakta olduğuna şüphe edilmemelidir. Dışişleri Bakanlığı'nın dosyaları buna dair belgelerle doludur. Kesin şekilde söylüyorum ki, istemeyerek olsa dahi düşmanlara ümit verecek en küçük belirtiler oldukça millî davanın sonuçlanması tehlikeye düşer.
1922 (Nutuk II, s. 638 - 639)
Yarım hazırlıkla, yarım önlemlerle yapılacak saldırı, hiç saldırıda bulunmamaktan daha çok fenadır.
1922 (Nutuk, II, s. 636)

Saldırıda kesin sonuç
Çanakkale Savaşları sırasında bir tümen komutanına emri:
- Ben, şu haberi bekliyorum: "Siperlere giren düşman yok edilmiş, düşman siperlerine askerimiz girmiştir!" Bundan başka hiçbir haber, bence önemli değildir!
1915 (Mustafa Kemal, Anafartalar MAT., s. 67)
Savunma yüzeyi
Savunma sınırı yoktur, savunma yüzeyi vardır. O yüzey,bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı
cephe oluşturup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona uyamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar direnmek ve dayanmak zorundadır.
1921 (Nutuk II, s. 618)


Birinci derecede hedefi meydana çıkarmak
Memleketin savunması ve milletin yüksek çıkarlarının korunması sorumluluğunu yüklenen büyük komuta katlarının, sahip oldukları bütün kuvvetleri ve bütün araçları en önemli hedef üzerinde toplaması gerektiğine dair hepinizce bilinen kuralı, ilkeyi bu münasebetle hatırlatmak isterim. Birinci derecede önem taşıyan hedefi meydana çıkarmak, ciddî ve esaslı inceleme ve düşünmeye değer. En önemli hedef üzerinde elde edilecek başarı, ikinci üçüncü derece hedefler üzerinde, başlangıçta göze alınacak özverileri daima karşılar. Bu kural, bütün barış zamanındaki tertip ve önlemlerde hâkim ve etkili olduğu gibi, savaşın başlangıcından sonuna kadar ihmal edilmemesi gereken bir noktadır. Bu esasa göre düşünülecek ve kararlaştırılacak önlem ve tertiplerin uygulamaya konulmasına engel durumlar, önemle göz önüne alınmalıdır. Şüpheli önlemlere, yazgıyı emanet etmekten, son derece kaçınmak gerekir. Birçok felâketler gördük, talihin bunca darbeleriyle karşılaştık. Bunlar bize, memleket savunmasında her zaman çok dikkatli olmak için gereken dersi kesinlikle vermiştir zannederim.
1924 (Atatürk'ün S.D. II, s. 169)
Zırhlı savunma hakkında
Geçen gün bana zırhlı savunma hatlarından söz ediliyordu; diyelim ki Majino*'dan... Benim görüşüm belki biraz aykırı düşecek amma... ısrar ederim ki bu hatların yararına inanamıyorum. Zira savaşı insan yapar. Bunun için insanın toprak üstünde bulunması gerekir. Köstebek gibi toprak altında, beton borularda veya zırhlı kulelerde oturtulacak bir kuvvet, evvelden savaş dışı edilmiş bir kuvvet sayılmalıdır. Manevra yeteneğini kendi kendine yok eden bir ordu, bir savaşta mağlubiyetten başka ne kazanabilir, bilmem...
1938 (Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Bilinmeyen Taraftarıyla Atatürk, s. 95)

Orduda piyadenin yeri
Orduda, esas sınıf piyadedir, piyadesiz savaş yapılamaz; çünkü piyade saldırır, kazanır ve kazandığını koruyadabilir. Halbuki makineli silâhlar, motorlu araçlar, tanklar vb. bu görevin ikisini birden yalnız başına, piyadesiz yapamazlar. Bununla beraber piyade, süvarisiz, topçusuz ve diğer silâhlar ve araçlar olmaksızın bir ordu oluşturamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 111)

Hava savunması ve Hava Kuvvetlerimiz
Türk milletinin, Hava Kuvvetlerimizin desteklenmesi gereğini anlaması ve takdire değer özveriler göstermesi, siyasal ve uygar erginliğinin en büyük kanıtıdır.
1926 (Atatürk'ün S.D. III, s. 79)
Çok emekle kurduğumuz, canımızla korumaya ant içtiğimiz kutsal yurdun, havadan saldırılara karşı güvenlik altında bulunması demek, bize saldıracakların, kendi yurtlarında bizim aynı zararları yapabileceğimize güvenimiz demektir. Bu güveni her gün artıracak araç bulmakla, büyük Türk ulusunun, ne göksel bir duyguyu kalbinde taşıdığını her bireyinin vatan için tutuşan gözlerinde okumaktayız.
Havacılarımız, bütün ordu ve donanmamız gibi vatanı korumaya yetenekli kahramanlardır. Büyük millet, bu soylu evlâtlarıyla kendini mutlu sayabilir.
1935 (Atatürk'ün S.D.I, s. 371)
Türk Donanması hakkında
Sınırlarının önemli ve büyük kısımları deniz olan Türk Devleti'nin donanması da önemli ve büyük olmak gerekir. O zaman Türk Cumhuriyeti, daha gönlü rahat ve güvenli olacaktır. Eksiksiz ve güçlü bir Türk Donanması'na sahip olmak amaçtır. Buna ilk gidiş noktası, savaş gemileri sağlanmasından önce onları başarıyla yönetecek güçlü komutanlara, subaylara, uzmanlara sahip olmaktır.
1924 (Raşit Metel, Atatürk ve Donanma, 1966, s. 90)
Tarihte büyük deniz komutanlarımız vardır. Fakat modern donanma oluşturulmasına giriştikten sonra bu gibi kahramanlıklara, parlak hareketlere pek tesadüf olunamaz. Millî Mücadele esnasında donanmamızın toplu olarak kullanılmasına imkân yoktu. Bununla beraber, ayrı ayrı ve vatanseverce hizmetler pek çoktur. 1924 (Atatürk'ün S.D.V, s. 33)
Deniz silâhları
Deniz silâhlarına önem veriyoruz. Denizcilerimizin iyi silâhlı ve iyi eğitimli olarak hazırlanmaları büyük emelimizdir.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s.375)
Askerî hareketin incelenmesinde yöntem
Herhangi bir askerî hareketin, herhangi bir görüş noktasından araştırılıp incelenmesi, onu başından sonuna kadar hatalı gösterebilir. Yine aynı askerî hareketin başka görüş noktasından incelenmesi, onu başından sonuna kadar doğru gösterebilir. Bunu, bugünkü olaylar ile karşılaştırmamak, oluş tarihindeki durumuyla incelemek gerekir. Burada zaman ve şartlar, özellikle içinde bulunulan şartlar, tek etken olur. Bir askerî harekete uzaktan bakmak ve bakanın kendisinin bulunduğu şartlar içinde onu incelemek, onu hiçbir zaman doğru sonuçlara ulaştırmaz. İnsanları, hareketleri incelerken, hareketleri yapan komutanların, subayların içinde bulunduğu durumu ve sahip olduğu araçları, karşısında bulunduğu baskıyı, karşılaştığı güçlükleri o anda araştırmak gerekir. Yoksa, aradan zaman geçtikten sonra huzur içinde düşünüp yapılacak incelemeler, orada düşünülmüş incelemelere uymayabilir.
1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 103)
Askerî görüşler eleştirilmelidir.
1936 (TTK. Belleten, Sayı: 10, Lev: XCV.)
Askerî plân arzuya değil, hesaba dayanarak düzenlenmelidir.
(Oğuz Kâzım Atok, Ülkü Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 71, 1944 s. 12)
Durumu gözden geçirirken ve önlem düşünürken, acı olsa da gerçeği görmekten bir an uzaklaşmamak gerekir. Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için gerek ve zorunluk yoktur.
1920 (Nutuk II, s. 466)
Şehitlik ve gazilik
Savaşa "ya şehit veya gazi olmak için" gidilir. Genel olarak yiğitlik meydanında ölenlerin hepsine şehit derlerse de, sağ kalanların hepsine gazi unvanı verilmez. Bu unvanı ancak yasa verir. Uygar bir milletin, yüksek çıkarlar gereği, yapmak zorunluğunda bulunduğu savaşlar, Arap aşiretlerinin savaşı değildir. Öyle de olsa, savaştan sağ salim çıkanlara belki, yalnız, anaları, babaları takdir amacıyla, "benim gazi oğlum" diyerek övünür. Fakat, millet, tarih, unvan verişinde o kadar cömert değildir.
1927 (Nutuk II, s. 749)
Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha dirençlidirler. Bundan başka özel inançları, çok defa ölüme götüren emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Gerçekten onlara göre iki tanrısal sonuç mümkün: Ya gazi ya da şehit olmak! Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek!
1915 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 56-57)
Her başarılı savaşa katılan kişinin, hakkı olmadığı halde kendisini tek etken, galip ilân etmesi, örnek alınacak bir ahlâk kuralı oluşturmaz. Memleket çocuklarına, böyle gerçeğe uymayan durum ve davranışlar göstermek alışkanlığını veremeyiz; gelecek kuşaklara, böyle havadan, galip, fatih olunabileceği gibi yanlış bir fikri miras bırakamayız!
1927 (Nutuk II, s. 748)

Asker ocağı bir okuldur
Asker ocağı, örgütüyle, millet ve hükümetin güvenine sahip, bilim ve ahlâkça yüksek, özveri fikirleri ve özellikleri ile belirgin, görev aşkıyla dolu subay kurullarından oluşan eğitim kurullarıyla, milletin yetişmiş gençlerini yalnız askerlik açısından değil bilgi açısından da eğiten ve yetiştiren bir okul, bir eğitim ocağıdır. Bu ocakta vatandaşlar, eşitliği öğrenirler; cesaret ve girişim fikirlerini geliştirirler. Bu ocakta bütün vatandaşlar, hep aynı toprağın evlâdı olduklarını en iyi duyarlar. Bütün vatandaşların millet ve memlekete faydalı ve yararlı olmak gereği, orada en iyi anlaşılır. Vatandaşlar, milletin değerli, kuvvetli ve yüksek uygarlıklı olabilmek için biricik koruyucunun ordu olduğunu ve yine milleti dünya karşısında saygıya lâyık bir durumda tutan biricik aracın ordu bulunduğunu en iyi ordu içinde öğrenir. Japonya, ancak çarlıkta Ruslara karşı kazandığı zaferle uygarlığını Avrupalılara onaylatabilmişti. Bağımsızlık zaferimiz olmasaydı milletimizin maddî ve bilhassa manevî varlığı, bugün tarihe karışmış olacaktı.Bir milletin yükselmesi için bilim, sanat, fikrî ve ekonomik ilerlemeler ne derecede önemli ise, ordu da bu öneme paralel önemde görülmelidir. Geçmişte nice yüksek uygarlıklar görülmüştür ki, korunma ve savunulmasında kusur edildiği için, istilâlar altında çiğnenmiş ve yıkılmıştır. Bir yenilgiden sonra, ordunun kıymet ve gerekliği kolay anlaşılır. Mağlubiyetten ders alan böyle bir millet, dört elle orduya sarılır. Fakat ordunun önemini anlamak için mağlûbiyet deneyimi geçirmeyi beklememelidir. Bir millet için takdire değer olan şudur ki, galibiyetten sonra hiç gurur göstermeyerek ve düşmanı önemsiz görmeyerek ordusunun eksiksiz oluşuna çalışır ve çocuklarını, askerlik görevini özveriyle yapabilecek yüksek duygu ve yetenekte yetiştirir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 122-123)
Gerçek olgunluk verebilecek asıl okul, kıt'alardır.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s. 13)
Bir kıt'a ve özellikle subaylar kurulu, yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilir.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhâl, s. 13)
Ben, kışlanın bir okul olmasını, orada zor ve şiddetin değil, bilginin, sevgi ve saygının egemen olmasını isteyenlerdenim.
1916 (Rıdvan Nafiz. Edgüe

Back To Top




GONDEREN: stroyy on 04/09/2009 00:02:11


DIŞ SİYASET

Millî siyaset
Bizim açıklık ve uygulanabilirlik gördüğümüz siyasal meslek, millî siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları ve yüzyılların beyinlerde ve karakterlerde biriktirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur; bilimin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.Milletimizin, güçlü, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesi için, devletin tamamen millî bir siyaset izlemesi ve bu siyasetin, iç kuruluşlarımıza tamamen uygun ve dayalı olması gerekir. Millî siyaset dediğim zaman, amaçladığım mâna ve anlam şudur : Millî sınırlarımız içinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak... Genel olarak erişilemeyecek hayalî emeller peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara sokmamak... Uygar dünyadan, uygar ve insanca davranış ve karşılıklı dostluk beklemektir.
1920 (Nutuk II, s. 436-437)

Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki "Yapıyoruz, yapacağız!" dedik. Düşmanlar da "Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!" dediler. Panturanizm yapmadık, "Yaparız, yapıyoruz!" dedik, "Yapacağız!" dedik ve yine "Öldürelim!" dediler. Bütün dava bundan ibarettir. Bütün dünyaya korku ve telâş veren kavram bundan ibarettir. Biz böyle, yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskılarını artırmaktan ise doğal duruma, geçerli duruma dönelim; haddimizi bilelim. Biz yaşama ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için yaşamımızı esirgemeden veririz!
1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 195 -196)

Yeni Türkiye'nin izleyeceği siyaset, belirsiz ve keyfî olamaz. Bizim siyasetimiz, kesinlikle milletin yetenek ve gereksinimiyle uyumlu olacaktır. Bizim için ne İslâm birliği, ne Turanizm mantıkî bir siyaset yolu olamaz. Artık yeni Türkiye'nin devlet siyaseti, millî sınırları içinde, egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır. Hareket kuralımız budur!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7. 12. 1929)

Dış siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin güvenliğine ve gelişiminin korunmasına dikkat, hareket tarzımıza kılavuz olmaktadır. Esaslı düzenleme ve gelişim içinde bulunan bir memleketin, hem kendisinde hem çevresinde barış ve huzuru ciddî olarak arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir nitelik olamaz. Bu samimî arzudan esinlenen dış siyasetimizde memleketin dokunulmazlığını, güvenliğini, vatandaşların haklarını herhangi bir saldırıya karşı kendisi savunabilmek kudreti de, özellikle gözde tuttuğumuz noktadır. Kara ve deniz ve hava ordularımızı, bu memlekette barışı ve güvenliği dokunulmaz bulunduracak bir kuvvette tutmaya bunun için çok önem veriyoruz.
1928 (Atatürk'ün S.D.I, s. 342-343)

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, aldatılır bir varlık değildir. Onu aldatabilirim düşüncesinde bulunanların, işte asıl onların kendileri için giderilmesi çok güç olacak derecede aldanmış olduklarına ve olacaklarına şüphe edilmemelidir.
1937 (Asım Us, G.D.D., s. 160 - 161)

Dış siyasetin iç kuruluşla ilişkisi
Dış siyaset, bir toplumun iç kuruluşu ile sıkı şekilde ilgilidir. Çünkü iç kuruluşa dayanmayan dış siyasetler, daima kötü duruma sürüklenirler. Bir toplumun iç kuruluşu ne kadar kuvvetli, sağlam olursa, dış siyaseti de o oranda güçlü ve sağlam olur.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 162)

Dış siyaset, iç kuruluş ve iç siyasete dayandırılmak zorunluğundadır; yani iç kuruluşun kaldıramayacağı genişlikte olmamalıdır. Yoksa hayalî dış siyasetler peşinde dolaşanlar, dayanak noktalarını kendiliğinden kaybederler.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 101)

Siyasal sorunların İncelenmesi
Ben, siyasal sorunları da askerî durumlar gibi harita üzerinden incelerim.
1924 (Burhan Cahit, Gazi Mustafa Kemal, 1932, s. 74)

Barışı amaçlayan dış siyaset
Türkiye'nin güvenliğini amaçlayan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış doğrultusu, bizim daima ilkemiz olacaktır.
1931 (Atatürk'ün S.D.1, s. 356)

Komşuları ile ve bütün devletlerle iyi geçinmek, Türkiye siyasetinin esasıdır. Bu ilkenin bütün devletlerce siyaset esası sayılmasıyladır ki, uygarlık için ve milletlerin mutluluk ve refahı için en gerekli olan barış kararlılık kazanmışolur.
1930 (Atatürk'ün S.D.V., s.57)

Türk Cumhuriyeti'nin en esaslı ilkelerinden biri olan "Yurtta barış, dünyada barış" amacı, insanlığın ve uygarlığın refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak, bizim için övünülecek bir harekettir.
1933 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 560)

Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz.
1931 (Atatürk'ün TTB. IV, s. 551)

Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa, Türkiye onu, gönülden karşıladı ve yardımlarını esirgemedi.
1937 (Atatürk'ün S.D.l, s. 388)

Biz, milletlerarası ilişkilerde karşılıklı güven ve saygıyı hedef tutan açık ve samimî politikanın en ateşli taraftarıyız. Duyarlığımız, bu yolda kendisini gösteren hazırlıklara ve uğraşılara karşı, bunların bizim için de geçerli ve gerçek bir güven oluşturup oluşturmayacağı noktasındadır.
1926(Atatürk'ün S.D.l, s. 336)

Yeni esaslar ve anlayışlar çerçevesinde bütün dünya ile en yeni ilişkileri kurmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, barış yolunda harcanmış büyük gayretlerin gelişmesini derin bir
ilgi ile izlemekte ve insanlığın en büyük ideali olan barışın gerekli ve esaslı unsurlarını, iyi niyetle yapılan ve özellikle doğrulukla uygulanan karşılıklı sözleşmelere uymanın oluşturduğu görüşündedir.
1928 (Atatürk'ün S.D.V., s. 50-51)

Türkiye, ilkelerine bağlı olarak kesinlikle barışçı bir siyaset İzlemektedir.
1928 (Atatürk'ün S.D.V., s. 53)

Devletler arasındaki uyuşmazlıkların, anlaşmalara varmasını samimiyetle dileriz.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s.377)

Dışişlerinde dürüst ve açık olan siyasetimiz, özellikle barış fikrine dayalıdır. Milletlerarası herhangi bir sorunumuzu barış araçlarıyla çözümlemeyi aramak, bizim çıkar ve anlayışımıza uyan bir yoldur. Bu yol dışında bir teklif karşısında kalmamak içindir ki, güvenlik ilkesine, onun araçlarına çok önem veriyoruz. Milletlerarası barış havasının korunması için, Türkiye Cumhuriyeti yapabileceği herhangi bir hizmetten geri kalmayacaktır.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 68, 1929, s. 5025)

Komşularımızla ve bütün milletlerle ilişkilerimiz ciddî, samimî barış ve güvenlik fikrine dayalı olarak gelişmektedir. Dostlar arasında dürüst bir durumun korunması, bizim daima çok önem verdiğimiz bir esastır.
1932 (Atatürk'ün S.D.I, s.358)

Dış siyasetimiz, başlangıçta kendisine çizdiği hareket çizgisinden asla sapmamıştır. Dış siyasetimiz, daima milletler refahının yaratıcısı olan barış içinde, memleketin gelişmesini amaç edinmiştir. Bu gelişmeyi, tam ve kayıtsız olarak, bütün milletlere temenni ederiz.
1933 (Hakimiyeti Milliyet gazetesi, 30. 10. 1933, s. 2)

Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur.Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince sürekli bir dikkat ve özen ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister. Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü olasılıklara karşı koyabilecek bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün evrelerini büyük bir uyanıklıkla izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır.
1938 (Atatürk'ün S.D.I, s. 396)

Dünyanın bugünkü siyasal ilişkileri sadece ekonomik ilişkilere dayalı olduğundan biz de dış ekonomimize bir Özel Önem veriyoruz.
1923 (Atatürk'ün S.D.1, s.292)

Milletleri birbirine bağlayan bağlar arasında ekonomik ve ticarî ilişkilerin de kuvvetli yer tuttuğu şüphesizdir.
1933 (Atatürk'ün S.D.V, s.71)

Barışı korumada alınacak önlemler
Barış ilkesi, insanlığın ilerlemesi ile paralel olarak kuvvetlenmektedir. Savaştan büyük zararlar görmüş milletlerin bu ilkeye daha büyük bir dostluk ve samimiyetle bağlı olacakları doğaldır. Bu ilkenin bütün devletlerce siyaset esası sayılmasıyladır ki, uygarlık için ve milletlerin mutluluk ve refahı için en gerekli olan barış, yerleşmiş olur.
1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 79-81, 1930, s.6787)

Bizim görüşümüze göre uluslararası siyasal güvenliğin gelişmesi için ilk ve en önemli şart, milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde samimî olarak birleşmesidir.
1932 (Atatürk'ün S.D.I, s. 357)

Milletlerin güvenliği ya iki taraflı veya çok taraflı genel ortak anlaşmalarla, uzlaşmalarla temin edilebilir diye kesin nitelikte ortaya atılan ve her biri diğerlerine zıt sayılan ilkeler, barışın korunması yolunda bizim için kesin ve isabetli değildir ve olamaz. Bunların her birini coğrafî ve siyasal gerek ve vaziyetlere göre kullanarak barış yolundaki özenli çalışmayı gerçeklere dayandırmak, her millet için ayrı ayrı bir görevdir. Cumhuriyet Hükümeti, bu gerçeği görmüş,uygulamış, en yakın komşuları ile olduğu kadar en uzak devletlerle olan ilişkilerini, dostluklarını, anlaşmalarını ona göre düzenlemeyi bilmiş ve bu sayede dış siyasetimizi sağlam esaslara dayandırmıştır.
1938 (Atatürk'ün S.D.I, s. 396)

Doğu komşularımızla ilişkilerimizde izlediğimiz ve aradığımız hareket çizgisi, her türlü gizli amaçlardan uzak olarak birbirine güvenlik ve diğerine huzur ve barışıklık içinde gelişme veren açık ve samimî bir çizgidedir.
1926 (Atatürk'ün S.D.I, s.335)

Olaylar, Türk milletine, iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor : Yurdumuzu ve haklarımızı savunacak kuvvette olmak; barışı koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem Vermek!
1935 (Atatürk'ün S.D.I, s. 369)

Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kitlelerin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.
1935 (Ayın Tarihi Sayı: 19, 1935)

Eğer savaş bir bomba patlaması gibi birdenbire çıkarsa milletler, savaşa engel olmak için, silâhlı karşı koyuşlarını ve malî kudretlerini saldırgana karşı birleştirmekte kararsız davranmamalıdırlar. En hızlı ve en etkili önlem, olası bir saldırgana, saldırının yanına kâr kalmayacağını açıkça anlatacak uluslararası örgütün kurulmasıdır. Bununla birlikte, bugün için en acele gereksinim, komşu memleketlerin, birbirlerinin özel gereksinimlerini ve sorunlarını görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın korunması için değerlerini şimdiden kanıtlamışlardır.
1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)

Askerî hareket, siyasal faaliyetin ümitsiz olduğu noktada başlar. Ümidin güven verici bir şekilde geri gelmesi, orduların hareketinden daha hızlı, hedeflere varışı temin edebilir.
1922 (Atatürk'ün S.D.III, s. 40 - 41)

Dış siyaset ve çıkar
Milletlerin siyasetinde ancak çıkarları vardır; kimsenin kimseye dost olamayacağını bilelim!
1933 (Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, 1955, s. 110)


Uluslararası anlaşmazlıklar, ancak iyi niyetle ve genel çıkar adına karşılıklı özveri yolu ile çözülebilir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk'ün Hussusiyetleri, s. 141)

Ne yazık ki Türk'ün geleneksel dostu yoktur; çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna, hemen "geleneksel dostluk" ismini vermişlerdir.
1933 (Samih Nafiz Tansu, Atatürk Anekdotlar - Anılar, Der: Kemal Arıburnu, s. 137)

Balkan milletleri hakkında
Son yılların hep dışarıya âlet olan savaşları kanıtladı ki, Balkanlar'ın birbirleriyle çarpışmaları kadar anlamsız ve acınacak az macera bulunur. Bu kardeş savaşlarında ve milletler kendi aralarında boş yere yıpranmışlardır ve bir çaresi bulunmazsa, bu kardeş boğuşmaları daha devam edebilir. Yetmedi mi, niçin devam etsin?
1924 (Yunus Nadi Abalıoğlu, Atatürk Anekdotlar - Anılar, Der.: Kemal Arıburnu, s. 222 - 223)

Balkan komşularımızla iyi ilişkilerimizden söz ederken,ilâve etmeliyim ki, biz Balkanlar'daki huzur ve rahatlıkla çok yakından İlgiliyiz.
1926 (Atatürk'ün S.D.I, s.335-336)

Balkan birliğine doğru
Balkan milletleri sosyal ve siyasal ne görünüş gösterirlerse göstersinler, onların Orta Asya'dan gelmiş aynı kandan, yakın soylardan ortak ataları olduğunu unutmamak gerekir. Karadeniz'in kuzey ve güney yollarıyla, binlerce yıllar deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlarda yerleşmiş olan insan kitleleri başka başka isimler taşımış olmalarına rağmen, gerçekte bir tek beşikten çıkan ve damarlarında aynı kan dolaşan kardeş kavimlerden başka bir şey değillerdir.

Görüyorsunuz ki, Balkan milletleri yakın geçmişten çok, uzak ve derin geçmişin kırılmaz çelik halkalarıyla birbirine pekâlâ bağlanabilir. Bin bir türlü insanî tutkularla, dinî ayrılıklarla, bazı tarihî olayların bıraktığı dargın izlerle, geçmiş zamanlarda gevşetilmiş, hatta unutturulmuş olan gerçek bağların kuvvetlendirilmesi gerekli ve faydalı olduğu, yeni insanî döneme girdik. Bir an için, bütün bu geçmişe gömülmüş olan anılardan vazgeçsek bile, bugünün gerçek gerekleri, Balkan milletlerinin, dönemin saygı ve uyuma zorunlu kıldığı yepyeni şartlar ve kayıtlar ve geniş bir düşünüş biçimi altında birleşmelerindeki faydanın büyük olduğunu göstermektedir. Balkan birliğinin temeli ve hedefi, karşılıklı siyasal bağımsız varlığa saygı ile dikkat ederek ekonomik alanda, kültür ve uygarlık yolunda işbirliği yapmak olunca,böyle bir eserin bütün uygar insanlık tarafından takdirle karşılanacağına şüphe edilemez.
1931 (Atatürk'ün S.D.H, s. 272 - 273)


Balkan Antantı
(1934)

Balkan Antlaşması, Balkan devletlerinin, birbirlerinin varlıklarına özel saygı beslenilmesini göz önünde tutan mutlu bir belgedir. Bunun, sınırların korunmasında, gerçek bir değeri olduğu besbellidir.
1934 (Atatürk'ün S.D. l, s. 364)

Dünyada şimdiye kadar, başka başka milletlerin birlik yaptıkları ve yüzyıllarca beraber yaşadıkları, tarihte görülmüştür. Bizim kurmak istediğimiz birliğin, tarihte geçmiş olan birliklerin çok üstünde olmasını isteriz. Tarihi bu kadar yüksek bir idealin esas temel taşı, yalnız geçici siyaset esaslarında kalmaz. Bunun, esas temel taşları gerekir ki, kültür ve ekonomi cevheriyle dolu olsun. Çünkü kültür ve ekonomi, her türlü siyasete yön veren esaslardır.
1938 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 285)

Balkan Antlaşması, bizim öteden beri samimiyetle üzerinde durduğumuz bir ülküdür. Bu ülkünün her gün geniş bir alan üzerinde daha fazla genişlemesini ve genişlik kazanmasını görmekle mutluyum. Bu hususta anlaşan Balkan devletlerini yöneten kimselerin büyük hizmetleri ve başarıları ve anlaşmaya bağlılıkları takdire değerdir.
1938 (Atatürk'ün S.D.H, s.284)

Sadabat Paktı
(1937)

Cumhuriyet Hükûmeti'nin, doğuda izleyegelmekte bulunduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı. Sadabat'ta, dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü antlaşma, büyük bir memnunlukla belirtilmeye değer barış eserlerinden biridir. Bu antlaşmanın etrafında toplanan devletlerin, aynı amacı izleyen ve barış içinde gelişmeyi samimiyetle isteyen hükümetleri arasında işbirliğinin, gelecekte de hayırlı sonuçlar vereceğine İnanmaktayız.
1938 (Atatürk'ün S.D.I, s. 388)

Dünya ve Rusya
1932 yılında, Amerika Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur'la İstanbul'da yaptığı görüşme sırasında söylemiştir:
Avrupa devlet adamları, başlıca anlaşmazlık konusu olan önemli siyasal sorunları, her türlü millî bencilliklerden uzak ve yalnız herkesin yararına olarak, son bir çaba ve tam bir iyi niyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Zira, Avrupa sorunu İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlıklar sorunu olmaktan, artık çıkmıştır. Bugün Avrupa'nın doğusunda, bütün uygarlığı ve hatta bütün insanlığı korkutan yeni bir kuvvet belirmiştir.

Bütün maddî ve manevî imkânlarını, bütünüyle, dünya ihtilâli amacı uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen yepyeni siyasal yöntemler uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile, mükemmel yararlanmasını bilmektedir. Avrupa'da olacak bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya'dır; sadece bolşevizmdir. Rusya'nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok savaşmış bir millet olarak, biz Türkler, orada seyreden olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan doğu milletlerinin düşünüş biçimlerini eksiksiz sömüren, onların millî tutkularını okşayan ve kinleri kışkırtmasını bilen bolşevikler, yalnız Avrupa'yı değil, Asya'yı da korkutan başlıca kuvvet halini almışlardır.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8X1.1951)

Yeni bir savaş tehlikesi
Savaşın ciddiyetini dikkate almayan bazı samimiyetsiz önderler, saldırının araçları olmuşlardır. Kontrolleri altında milletlere, milliyetçiliği ve geleneği yanlış bir şekilde göstererek ve kötüye kullanarak aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde karışıklığa engel olmak için, kitlelerin kendileri karar vermeleri ve sorumluluk makamını yüksek karakterli ve yüksek moralli, vicdanlı insanların eline bırakmaları zamanı gelmiştir. Bu, gecikmeden yapılmalıdır.
1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)

İtalya, Mussolini*'nin yönetimi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya ve gelişmeye erişmiştir. Eğer Mussolini, gelecekteki bir savaşta İtalya'nın görünürdeki heybet ve azametinden, savaş dışında kalmak suretiyle, gerektiği şekilde yararlanabilirse, barış masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat korkarım ki İtalya'nın bugünkü şefi, Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya'nın askerî bir kuvvet yaratmaktan, henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8X1.1951)

Bence, dün olduğu gibi yarın da Avrupa'nın yazgısı, Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Olağanüstü bir dinamizme sahip olan bu yetmiş milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî tutkularını kamçılayabilecek siyasal bir akıma kendisini kaptırdı mı, er geç Versay Antlaşması**’ ortadan kaldırmaya girişecektir.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. II. 1951)

Çok zaman geçmeden Avrupa'da bir fırtına kopacak, bu müthiş kasırga, dünyanın her tarafına yayılacak ve insanlık genel bir savaş felâketinin bütün kötülükleri ile bir kere daha karşılaşacak! Bu kanlı, tehlikeli durumda tarafsız kalmak, savaşa katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında hiçbir engele çarptırmadan yöneterek savaş dışında ve barış içinde yaşamaya çabalamak, bizim için yaşamsal önem taşımaktadır.
1938 (Nihat Reşat Belger, Ulus gazetesi 10. 11. 1961)

Dünyanın bir savaşa doğru gittiği bu dönemde, bizim ekonomik bakımdan çok daha kuvvetli olmamız gerekir.
1938 (M.K. Atatürk'ten Y., s.II)

II Dünya Savası ve Türkiye
Son hastalığı sırasında, Dolmabahçe Sarayı'ndaki odasında AH Fuat Cebesoy'la konuşurken söyledikleri :
Pek yakında dünya durumu, Mütareke yıllarından daha çok ciddi olacak ve karışacaktır. İkinci büyük bir savaş karşısında kalacağız. Dünyaya egemen olan milletleri yönetenlerin arasında yazık ki birinci derece devlet adamı çıkmıyor. Avrupa'da birkaç serüvenci Almanya ile İtalya'nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının güçsüzlüğünden cesaret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti, güçsüzlerle serüvencilerin yanlış hareketlerinden yararlanmasını bilecektir. Bunun sonucunda dünyanın durumu ve dengesi bütünüyle değişecektir. İşte, bu dönem sırasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza Mütareke yıllarından daha çok felâketler gelmesi mümkündür!

Bu İkinci Genel Savaş, beni yataktan kımıldanmayacak bir halde yakalayacak olursa memleketin hali ne olacaktır? Ben devlet işlerine kesinlikle el atacak bir vaziyete gelmeliyim! Bizde hiçbir şeyin yataktan yönetilemeyeceğini bilirsiniz. Ne olursa olsun işin başına geçmem gerekir!
1938 (Siyasi Hâtıralar, II. Kısım, Ali Fuat Cebesoy, 1960, s. 252 - 253)

Atatürk tarafından yazdırılmıştır:
Yalnız samimî bir görüş olarak bildiğimiz bir şey vardır ki, eğer bu memleketin bir gün herhangi bir yerde bir tehlike ile karşılaşması, bir savaşa tutulması veya katılması yazgısında varsa, hükümet olarak, bu hususta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ve millete, onu etrafıyla düşünerek, bilerek ve anlayarak karar vermek imkânını hazırlamak, başlıca görev saydığımız bir iştir. Yani istemiyoruz ki, uluslararası herhangi bir olayda bir hükümetin veya birkaç hükümetin girişecekleri üstlenmelerin doğal seyirleri şu veya bu tarzda birbirini gerekli sayarak, milleti geçmişte birçok olaylarda olduğu gibi bir olup bitti karşısında bıraksın!

Milletlerin faaliyetlerinde, bütün olayları önceden tahmin edip bir karara bağlamak mümkün olmamıştır. Bununla beraber, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu memleketin yazgısında düşünerek bir karar vermesi ve ancak onun verdiği kararların uygulanabilir olduğunun içeride ve dışarıda herkese anlatılmasının, bu memleketin güvenliği için esaslı bir çare olduğunu zannediyoruz. Türkiye, şu veya bu tarzda herhangi bir yere sürüklendirilmiş gibi başıboş bir yönetim manzarası göstermeyi asla kabul edemez.
Büyük devletler arasındaki mücadele, gerginlik, düşmanlık o haldedir ki, bunların arasında bulunarak bir tehlikeye karışmak olasılığı vardır. Bu olasılığa karşı ise son derecede dikkatli, önlemli ve soğukkanlı bulunarak, postu kurtarmaya çalışmak durumundayız.
1937 (Atatürk ve Dünya, Cevat Abbas Gürer, Yeni Sabah, 10.11.1941)

Hatay davası
(1936 - 1938)

Kırk yüzyıllık Türk yurdu, düşman elinde kalamaz!
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk için, s. 27)

Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir sorun, gerçek sahibi öz Türk olan "İskenderun-Antakya" ve çevresinin yazgısıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kesinlikle durmak zorundayız. Daima kendisi ile dostluğa çok önem verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük sorun budur. Bu işin gerçeğini bilenler ve hakkı sevenler, ilgimizin şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve doğal görürler.
1936 (Atatürk'ün S.D.I, s. 337)

Fransız Büyükelçisi'ne bir sohbet sırasında söylemiştir:
Ben toprak büyütme dileklisi değilim; barış bozma alışkanlığım yoktur; ancak antlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almasam, edemem. Büyük Meclis'in kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay'ı alacağım! Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem; yenilirsem bir dakika yaşayamam. Bunu bilerek ve sözümü kesinlikle yerine getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız, Ekselans Büyükelçi...
1937 (Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 5-6)

Bu, benim kişisel sorunumdur. Durumu Büyükelçi'ye, daha başlangıçta açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda böyle bir sorunun, Türkiye ile Fransa arasında silâhlı bir anlaşmazlığa sürüklenmesi kesinlikle mümkün değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım ve kararımı vermiş bulunuyorum. Şayet ufukta, bu yolda binde bir olasılık belirirse, Türkiye Cumhurbaşkanlığı'ndan ve hattâ Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim ve bir birey olarak bana katılacak birkaç arkadaşla beraber Hatay'a gireceğim. Oradakilerle elele verip mücadeleye devam edeceğim.
1937 (Hazan Rıza Soyak, Cumhuriyet gazetesi, 10. XI. 1949)

Fransız Büyükelçisi'ne söylemiştir :
- Benim davamdır bu, asla şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz!
(Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir? s. 44)

Yarın sabah bir tümen asker yollasam, Hatay'ı alabilirim. Renani için harekete geçmeyen Fransızlar, bir Suriye sancağı için bizimle savaşa girmezler; bunu da bilirim. Fakat, ya bu sefer şeref ve namus sorunu yaparlarsa? Milletler belli olur mu? Ben bir sancak için Türkiye'yi savaş tehlikesine sokmam. 1937 (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, cilt: II, s. 466)
27 Ocak 1937'de Cenevre'de yapılan Milletler Cemiyeti toplantısında, Hatay'ın bağımsızlığının kabul edilmesi üzerine Başbakan İsmet İnönü'ye telgrafından :
Başarılmış olan millî davada izlenen uygar yönteme, uluslararası lâyık olduğu değerin verileceğine şüphe yoktur. Bu eser, Cumhuriyet Hükûmeti'nin millî sorunlar üzerinde ne kadar şaşmaz bir dikkatle durduğunu ve onları en uygun şekillerde sonuçlandırmak için, cesaret ve feragatle hareket ve faaliyete geçebilecek enerji ve yetenekte bulunduğunu gösteren yeni bir örnek olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti'nin bu siyaset kavrayışının, dünyada barış ve huzur isteyen ve bunun doğal gereği olan hakseverliği benimsemeyi erdem bilen bütün dünya milletlerince takdirle karşılanacağına şüphem yoktur. Türkiye Cumhuriyeti, haklı olduğuna inandığı davasını, büyük ve adaletli hakem kurulu olmasını daima arzu ettiği ve bu sıfat ve yetkisinin daha çok çetin sorunların çözümlenmesinde en yüksek kudret ve kuvvete sahip olmasını temenni ettiği Milletler Cemiyeti'ne bırakmakla insanlık adına isabetli bir harekette bulunmuştur. Bu suretle uygarlık adına da yüksek bir görev yapmış olmakla, sadece takdir ve tebrike değerdir.
1937 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 579-580)

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Fransa Cumhuriyeti Hükümeti arasında Cenevre'de imza olunan belgelerin belirttiği rejimin birinci evresi, Hatay Türklüğünün yüksek karar ve enerjisi ile, başlamıştır. Başka türlü olmazdı ve bundan sonra da olamaz. Buna, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk milletinin olduğu kadar, bu sorunda söz vermiş olan Fransa Hükûmeti'nin ve milletinin de şeref ve saygınlığı uygun değildir.
1937 (Atatürk'ün S.D.III, s. 102)



İNSANLIK ÜLKÜSÜ VE BARIŞ ÖZLEMİ

İnsanlık ülküsü
Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı temizlemeye ve duygularımızı yüceltmeye yardım edecek kadar yükselmiştir.
1931 (Atatürk'ün S.D.II, s. 273)

İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insanlıktan uzak ve son derece üzülünecek bir sistemdir. İnsanları mutlu edecek tek yol, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî gereksinimlerini temine yarayan hareket ve enerjidir. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla mümkün olacaktır.
1931 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 273)

İnsanlıkta mutluluk, insanoğullarının birbirine yaklaşması, insanların birbirini sevmesi, hepsinin temiz duygu ve düşüncelerini birleştirmesiyle olacaktır.
1936 (Atatürk'ün R.Y.G.S., s.237)

Çok büyük milletlere ait küçük memleketler vardır. Gelecek, öteki milletlerden çok bu milletlere aittir.
(Marcel Sauvage, Ayın Tarihi, Atatürk'ün Vefatları, Sayı: 60, 1938, s.174)

Macar Heyeti'ni kabulü sırasında söylemiştir:
- Bir milletin büyüklüğü coğrafî yüzölçümü ile değil, yüreğinin soyluluğu, ülküsünün yüksekliği ile ölçülür.
1934 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 1.1.1934, s.3)

Bayrak, bir milletin bağımsızlık işaretidir. Düşmanın da olsa saygı göstermek gerekir.
(Muzaffer Kılıç, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, III, Der: N.A. Banoğlu, s. 12)

Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız.
1936 (Ferit Celâl Güven, Ülkü Dergisi, Cilt: XII, Sayı: 70, 1938, s. 314)

Düşman kim ve herhangi milletten olursa olsun, bence birdir.
1920 (Ayın Tarihi, No: 50, 1938, s. 31)

Bizim intikamımız, zalimlerin zulmüne karşıdır. Onlarda zulüm hissi yaşadıkça bizde de intikam hissi devam edecektir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 89)

Çanakkale Savaşları'nda kolunu kaybeden Fransız Generali Gouraud ile uzun yıllar sonra Ankara'da karşılaştıkları zaman, Genaral'in yanında bulunan Fransız Büyükelçisi Chambrun'a söylediği söz:

- Türk topraklarında yatan onun şerefli kolu, memleketlerimiz arasında son derece değerli bir bağdır.
1930 (Charles de Chambrun, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk III, Der: NA. Banoğlu, s.33)

Çanakkale'de Mehmetçik Anıtı'nı ziyaret edip bir konuşma yapacak olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya, Çanakkale Savaşları'nda diğer milletlerden ölen askerlere de hitap edilmek üzere verdiği not:
Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada, bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını savaşa gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.
1934 (Uluğ İğdemir, Atatürk ve Anzaklar, 1978, s. 6; Yekta Ragıp Önen, Dünya gazetesi, 10. 11. 1953'ten alıntı).

Barış özlemi
Geleceğin yüksek ufuklarından doğmaya başlayan güneş,yüzyıllardan beri acı çeken milletlerin talihidir. Bu talihin, artık bir daha siyah bulutlara bürünmemesi, milletlerin ve onların önderlerinin dikkat ve özverisine bağlıdır.
1928 (Atatürk'ün S.D.11, s. 250 - 251)

Biz, yaşama ve bağımsızlık için mücadele eden ve bu kanlı mücadele manzarası karşısında bütün uygarlık dünyasının duygusuz, seyirci kaldığını görmekle içi kan ağlamış İnsanlarız.
1922 (Atatürk'ün S.D.11, s. 38)

İnsanlığa yönelmiş fikir hareketi, er geç başarılı olacaktır. Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün yok edecek ve ortadan kaldıracaktır. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma erişecektir.
1922 (Atatürk'ün S.D.11, s. 29)

Kesinlikle uygar, insanî ve barışçı ülkü belirmelidir.
1930 (Afetinan, Kemal Atatürk'ü Anarken, 1956, s.168)

Korkunç savaş araçları, özellikle uçak ve denizaltılar in büyük bir hızla gelişmekte olduğundan söz edilirken söylediği bir söz:

- Belki bu ilerlemedir ki, bir gün savaşı imkânsız hale getirecek, böylece dünyada sürekli bir barış dönemi açılmış
olacaktır.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk'ün Hususiyetleri, 1965, s. 150)

İnsanlığa hizmet
Macar bilgini Prof. Zayti Ferenç'e söylemiştir:
Biz Türkler ve siz Macarlar kardeşiz. Ne yazık ki, biz i'lâ-yi kelimetullah* diye İslâm âleminin, siz de rûhullah ** diye Hıristiyanlığın yüzyıllarca öncülüğünü yaparak, boş yere birbirimizin yok olmasına çalıştık. Böyle bir şaşkınlığa düşeceğimize, iki kardeş millet el ele verseydik, insanlığa ne büyük hizmet ederdik.
1932 (Hasan Cemil Çambel, Makaleler, Hatıralar, s. 77)

Bir sabah Mısır Büyükelçisi'ne, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek söyledikleri:
Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, bunları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı alacaktır.
1933 (Dünya gazetesi, 20. 12. 1954)

Savaşçı olamam; çünkü, savaşın acıklı hallerini herkesten İyi bilirim!
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 110)

Büyük milletler, felâket günlerinde şerefli sınavlar vermeye fırsat bulurlar.
(Nuri Ardıç, Hatıralar, Görüşler Adana Halkevi Dergisi,Sayı: 13-14, 1939, s. 31)

Milletleri antlaşmalardan çok duygular bağlar.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)


Amerikalı havacılara söylemiştir:

Kıt'aları birleştirirken, milletleri yaklaştırıyorsunuz.
1931 (Milliyet gazetesi, 2. 8. 1931)

Yabancı gazetecilere söylemiştir:
Yakınlık sağlanmasında basının rolü çok değerlidir.
1930 (Vakit gazetesi, 31. 10. 1930)

Önderler ve milletlerin mutluluğu
Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin görevi,yaşamı neşe ve sevinçle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir.
Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Yaşam hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. "Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve mutluluğa yer bulunamaz!" diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: "Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız sürece şen ve neşeli olalım." Ben kendi karakterim bakımından ikinci yaşam görüşünü tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde: Bütün insanlığın varlığını kendi kişiliklerinde gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli ki o adam birey olarak yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mesut olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Akıllı bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Yaşamda tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken, "Benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi? diye bile düşünmemelidir. Hatta en mutlu olanlar, hizmetlerinin bütün kuşaklarca gizli kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır.

Herkesin kendine göre bir zevki var: Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister; bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam, çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki duygularla hareket edebilmelidir. Ancak bu şekilde düşünen ve çalışan adamlardır ki, memleketlerine ve milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletin mutluluğunu düşünmekten daha çok kendini düşünür, o adamın değeri ikinci derecededir. Esas değeri kendine veren ve bağlı olduğu millet ve memleketi ancak kişiliği ile ayakta gören adamlar, milletlerinin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar.

Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına eriştirirler. Kendi gidince ilerleme ve hareket durur zannetmek bir dalgınlıktır.Şimdiye kadar söz ettiğim noktalar, ayrı ayrı toplumlara aittir. Fakat, bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, bağlı olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa bütün dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu yolda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü, dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur, açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim : Milletleri yöneten adamlar, doğal olarak evvelâ ve evvelâ kendi milletinin varlığının ve mutluluğunun yaratıcısı olmak isterler. Fakat, aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek gerekir. Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir.

"Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?" dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak gerekir. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükümetleri bencillikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, millî olsun daima fena sayılmalıdır. O halde konuştuklarımızdan şu sonucu çıkaracağım: Doğal olarak kendimiz için bütün gereken şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile ilgileneceğiz. Kısa bir örnek: Ben askerim. Genel Savaş'ta bir ordunun başında idim. Türkiye'de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir sorun üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki: "Niçin size ait olmayan sorunlarla da uğraşıyorsunuz?" Cevap verdim: "Ben bütün orduların durumunu iyice bilmezsem, kendi ordumu nasıl yöneteceğimi belirleyemem." Bir devlet ve milleti yönetme durumunda bulunanların daima göz önünde tutmaları gerekensorun budur.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Vatandaşların, bir milletin bireyleri olmak bakımından millete, onun devlet ve hükümetine ve bağlı olduğu milletin uygar insanlığın bir ailesi olması açısından, bütün insanlığa karşı birtakım görevleri vardır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 16)

Back To Top




GONDEREN: stroyy on 04/09/2009 00:05:18


YAŞAM GÖRÜŞÜ

Yaşamın tanımı
Yaşam, herhangi bir doğa dışı etkenin karışması olmaksızın dünya üzerinde doğal ve zorunlu bir kimya ve fizik seyri sonucudur.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 267)

Yaşamın seyri
Yaşam pek kısa! Çocukluk ve okul bir kısmını alıyor; geriye kalanını ise, uyku yarıya indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve vücuda verdiği istirahat gıdasını sağlayacak komprimeler bulunsa... Bir gün o da olacaktır. Nitekim tıp, kimya, uyutmak için pek güzel ilâçlar yapmışlardır.
(Cevat Abbas Gürer, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s. 59)

Bizim dünyamız -bilirsiniz- topraktan, sudan ve havadan oluşmuştur. Yaşamın da esas unsurları, bunlar değil midir? Bu unsurlardan birinin eksikliği, yalnız eksikliği değil, sadece bozukluğu, yaşamı imkânsız kılar.
1935 (Atatürk'ün S.D.II, s.278)

Yaşam bir ilerleme, bir dinamizm kaynağıdır. İnsan, ona kendini uydurmak zorundadır.
(Afetinan, M.K.Atatürk'ten Y., s.8)

Bir hatıra defterine, defterdeki diğer kimselerin yazılarını okuduktan sonra defter sahibine hitaben yazdıkları:
Hatırat defterini başkalarının yazıları ile doldurmaya heves etmektense, yaşam defterini kendi çalışma ve erdem eserlerinle doldurmaya bak!
1923 (Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,Sayı: 1, 1984, s. 286-287)

Ölüm
Ölüm, yaradılışın en doğal bir yasasıdır.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 74 - 75)

Ölüm, insanın değişmez kaderidir; marifet unutulmamaktır.
(Atatürk'ten B.H., s. 13)

İnsan ve doğa
Doğa insanları türetti; onları kendine taptırdı da. Ancak,insanların dünyada yaşayabilmeleri için, onların doğa-ya egemenliğini de şart kıldı. Doğaya egemen olmasını bilemeyen yaratıklar, varlıklarını koruyamamışlardır. Doğa onları, kendi unsurları içinde ezmekten, boğmaktan, yok etmekten ve ettirmekten çekinmemiştir.
1935 (Atatürk'ün S.D.I1, s. 279)

İnsan, bütün tarih boyunca doğanın bazen tutsağı, bazen de egemeni olmuş ve bu hal insan toplumlarının uygarlıkta ilerlemeleri oranında gelişmiştir.
(Afetinan, M.K.Atatürk'ten Y., s.9)

İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir varlıktan bugünkü şekline geldi. İnsanın bugünkü yüksek zekâ, idrak ve kudreti, milyonlarca ve milyonlarca kuşaktan geçerek hazırlandı. Artık insan bugün, doğanın sonsuz büyüklüğüne ve doğa içinde kendi türünün yazgısına, gittikçe büyüyen bir irade ve bilinç ile bakıyor.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 267)

İnsanların kıt'alara dağılması
İnsanlar, büyük doğa olayları önünde göçler, akın yolları ile bu yeryüzü dediğimiz yıldızın her kıt'asına dağılmışlardır. Bu kıt'alardan kimine eski, kimine yeni denmiş. Bu deniş, hem bilgiden, hem bilgisizliktendir. Amerika, Kristof Kolomb keşfetti diye yeni dünya sayılmıştır. Fakat jeoloji olayları, Asya'dan, Alaska yolu ile veya daha başka yollarla, karanlık zamanlarda,ismi bilinmeyen kıt'aya geçişler olduğu, Maya uygarlığını ve İnkaları öğrendikçe, stepler ve Alaska geçitleri düşünüldükçe, Eskimo yüzleri ile ve tipleri ile kızılderili Hint insanları yüzleri ve tipleri incelenip araştırıldıkça, bu eski ve yeni dünya kavranılan, şüphesiz yavaş yavaş değişir! Kristof Kolomb'un keşfi, hiç şüphesiz ki çok büyük ve önemli olaydır. Fakat daha dünkü iş sayılır. Ondan çok ve çok daha önceleri vardır! Ne ise, biz oralara kadar dalmayalım, bırakalım bilginler araştırsınlar, incelesinler, gerçeği meydana çıkarsınlar.
(Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 53 - 54)

Yaşam ve mücadele
Yaşam demek mücadele, boğuşma demektir. Yaşamda başarı, kesinlikle mücadelede başarıyla mümkündür. Buda, manevî ve maddî bakımdan kuvvete, kudrete dayanır bir niteliktir.
1920 (Nutuk 11, s. 434)

Dünya, insanlar için bir sınav meydanıdır. Sınav veren insanın her soruya pek uygun cevaplar vermesi mümkün olmayabilir. Fakat düşünmelidir ki, karar cevapların hepsinden doğan sonuca göre verilir.
1914 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 45)

Yolunda yalnız olmayacaksın; orada, aynı hedefi izleyen başkaları ile beraber yürüyeceksin. Bu yaşam yarışında, diğerleri, yetenekleri bakımından sizi geçebilirler. Bir başarı, elinizden kaçabilir. Bundan dolayı, onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl önemli olan başarı değil, çabadır. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak çabadır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk'ün El Yazıları, s. 78; 542)


Kuşakların fikrî gelişimi
Yüksek düzeyde olan, kendi düzeyinden bilgi ve anlayışça aşağı olanı beğenmez. Fakat bu hal, aslında takdir ve özendirmeye lâyık görülmek gerekmez mi? Her yeni yetişen, kendinden eskisini beğenmeyecek kadar yükselirse, o zaman, ancak o zaman gelecek kuşaklar, birbirinden derece derece yüksek düzeyde bir yüksek kuşak oluşturabilir ki, insanın ilerlemesinin amacı da budur.
1918 (M .Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları, Afetinan, s. 51)

Dünya nimetleri ve insan zekâsı
Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar yararlansın, varlık içinde yaşasın diye yaratmıştır ve en son derecede yararlanabilmek içinde, bütün yaratıklardan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.
1923 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 108)

Zekâ ve akıl hakkında
Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi düşünemiyorum.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 182)

Her şeyin kaynağı insan zekâsıdır.
(Falih Rıfkı Atay, 19 Mayıs, s. 41)

İnsanın vücudu bir kürsüdür; zekâ cevherinin koruyucu kabı olan başı, üzerinde taşımak için kurulmuş bir kürsü!... Çünkü esas zekâdır...
(Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk'ü Özleyiş, s. 116)

İnsanların yaşamına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma ve icat yeteneğidir.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 270)

Akıl ve mantığın çözemeyeceği sorun yoktur.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 270)

İstek ve olanak
Dünyada insanların aklına gelen her uygun şeyin olmasına maddî olanak olsa idi, gerçekten bütün dünyanın genel manzarası başka türlü olurdu. Fakat, insanlar için her şeyi yapmakta maddî olanak bulunamaz.
1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 82 -83)

Çeşitli görüşler
Ehven-i şer, serlerin en büyüğüdür*.
(Rükneddin Fethi Olcaytuğ, Atatürk Hakkında Düşünce ve Tahliller, s. 48)

Yaşamda daima ve çok ölçülü olmak gerekir.
(Hasan Rıza Soyak, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s.10)

Manevî kuvvetler, özellikle bilim ve iman ile yüksek bir
şekilde gelişir. 1922 (Atatürk'ün S.D.J, s. 223)

Neşeli olmayan insanlardan iki türlü şüphe edilir: Ya hastadır veya o insanın başkalarına bildirmek istemediği bir kuruntusu, bir derdi vardır.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 300)

Bilirsiniz ki, duygululuk denilen şey aklın, mantığın, düşünmenin çok üstünde bir kudrete, bir kuvvete sahiptir.
1925 (Atatürk'ün S.D.ll, s.227)

İnsanlar dünyaya alınlarında yazılı olduğu kadar yaşamak için gelmişlerdir.
1923 (Atatürk'ün S.D.1I, s.85)

Samimiyet ifade edilemez. O, gözlerden ve alınlardan anlaşılabilir.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk'ün Ş.D.İ. ve KS., s. 67)

Atatürk tarafından yazdırılmıştır:
Yaşayan her şey bazı izler bırakır. Biz, onlardan bir anlam çıkarabilecek kadar zeki isek, bu izlerin bizim için bir anlamı olur.
1937 (Afetinan, Atatürk'ün B.NM.S. 37)

Gözyaşları güçsüzlük belirtisidir.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s.20)

İnsanları heyecanlandırmak değil, teskin etmek gerekir.
1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 89)

Her manzara, insanın kendi ruhunun ve duygularının
dürtüsüyle belirir. 1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 81)

Felâket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak önlemleri düşünmek gerekir. Geldikten sonra dövünmenin yararı yoktur.
1920 (Nutuk II, s. 463)

İnsanlar gariptir; bazen en akıllılarının bile, gerçeklerin açıklığı karşısında görüşleri temelsiz ve çürük olur.
1924 (Atatürk'le Konuşmalar, Mustafa Baydar. s. 94)

Geçmiş zaman ve geçmiş zamanın anıları, ölümsüz bir yaşama sahiptir.
1915 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 53)

Tarihsel olayların gidişi sırasında, bazen fizyolojik aksamalar önemli rol oynarlar. Doğa ya engel olur veya yardım eder.
1933 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 165)





DEHA, BÜYÜK ADAM, LİDER

Dehanın tanımı
Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu zaman herkes onlara delilik der.
1926 (Hikmet Bayur, TTK. Belleten, Cilt: 3, Sayı: X. 1939, s. 254)

Büyüklük ve büyük adam
Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhin de bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda karşı koyuşları yok eden olacaksın. Önüne sayılamayacak güçlükler yığacaklardır. Kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin.
1908 (Atatürk'ün S.D.V, s. 112)

Bir adam ki büyük olmaktan söz eder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvelâ büyük adam olmak gerekir, der ve bunun için bir de örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı inancında bulunur, bu, adam değildir.
1908 (Atatürk'le Konuşmalar, Mustafa Baydar, s. 100)

İnsanlar âdetlerini, ahlâklarını, hislerini, eğilimlerini, hattâ fikirlerini geliştirme ve eğitmede içinde yetiştiği toplumun genel eğilimlerinden kurtulamazlar. Fakat bazı büyük yaratıklar vardır ki, onlar yalnız bağlı oldukları topluma karşı kalplerini ve ruhlarını aynı halde tutarlar.
1922 (Atatürk'ün S.D.II, s. 34)

Lider ve liderlik
Şef, görüşünü ve düşüncesini en üstün kabul ettiren, işi yönetendir. Şef, niteliği ve değeri en yüksek olan adamdır. Şef, şef olmalı; ister sivil ister asker...
(Ruşen Eşref Onaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 46)

Lider ve büyük olaylar
Tarih söz götürmez bir şekilde kanıtlamıştır ki, büyük sorunlarda başarı için yetenek ve kudreti sarsılmaz bir başkanın varlığı şarttır. Bütün devlet adamlarının ümitsiz ve acizlik içinde.. Bütün milletin başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada, her vatanseverim diyen bin bir çeşit kimsenin, bin bir hareket ve görüş şekli gösterdiği gürültülü anlarda danışmalarla, birçok hatırlı ve sözü geçer kişilere bağlılık gereğine inanmakla, sağlam ve esaslı ve özellikle etkili yürümek ve en sonunda çok güç olan hedefe erişmek mümkün müdür? Tarihte, bu yolda şeref kazanmış bir toplum gösterilebilir mi?
1927 (Nutuk I, s. 70)

Lider ve konumu
Yöntem ve kural şudur ki, genel durumu yönetme sorumluluğunu üzerine alanlar, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye, mümkün olduğu kadar yakın bulunur. Yeter ki bu yaklaşım, genel durumu görmekten uzak bırakacak derecede olmasın.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. Atatürkle Beraber : Cilt: II,s. 466 - 467)

Lider ve Tutku
Gerçekte tutkusuz büyük bir iş meydana getirilemez. Fakat onun herhalde millet yolunda bir hizmet amacına yönelmiş olması gerekir. Başkan olan kimsenin, milletin ülküsüne göre hareket etmesi ve milletin psikolojisini bildikten sonra, o milletin eğilimine uyması gerekir.
1930 (Ayın Tarihi, No: 73, 1930)






ATATÜRK'E GÖRE ATATÜRK

İki Mustafa Kemal
İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1933 (Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli Yabancı 80 İmza Atatürk'ü Anlatıyor, s. 183)

Fikir Atatürk
Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı : 65, 1929)

Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.
(Atatürk'ten B.H., s. 120)

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı'*, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
(Hamdullah Suphi Tanrıöver'den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal'in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3;İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13)

Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıkların arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint'ten, Mısır'dan döner dolaşır gene gelir, verimli sonuçları kalpleri doldurur. 1937 (Atatürk'ten B.H., s. 6, 128)


Atatürk ve görevin amacı
Yaşamımın bütün dönemlerinde olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her çeşit kişisel duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî yaşamımın ve gerek siyasî yaşamımın bütün dönem ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın gereksindiği amaçlara yürümek olmuştur. 1920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 61)

Pekâlâ bilirsiniz ki benim bütün yaşamımda bu ana kadar güttüğüm amaç, hiçbir zaman kişisel olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her neye girişmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve çıkarına olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın üstünlüğünü ve sivrilmemi göz önüne almamışımdır.
1914 (Atatürk'ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)

Memleket ve milletin kurtuluşu ve mutluluğu için çalışmaktan başka bir amacım yoktur. Bu, bir insan için yeterli bir sevinç ve zevk sağlar. Benimle beraber olan arkadaşlarım, bütün vatandaşlarım da aynı amacı izlemektedirler. Kişisel ve ailevî huzur ve mutluluğun, milletin huzur ve mutluluğuyla ayakta durduğunu, memleketin güvenlik ve dokunulmazlığıyla mümkün olduğunu gerçek ve ciddî bir şekilde anlamışlardır. Ben ve benimle beraber olanlar, hedefimizin yüceliğine, yolumuzun doğruluğuna eminiz. Bunda asla şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Milletimizin, Türk milletinin yakın, uzak tarihine gereği kadar bilgimiz vardır. Geçmişin derslerini, bugünün ve geleceğin yaşamı için göz önünde tutmak dikkatinden mahrum değiliz. Yaptığımız hizmetlerle övünmüyoruz. Yapacağımız hizmetlerin, övünç sebebi olabileceği ümidiyle avunuyoruz.
1925 (Atatürk'ün S.D.V, s. 209)

Atatürk ve kutsal tutku
Çevresindekilere söylediği bir söz :
Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, Onları Söyleyin!
(Afetinan, Atatürk'ün BUM., s. 37)

Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri; fakat bu tutkular, yüksek makamlarda bulunmak veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin doyumuyla ilgili bulunmuyor. Ben bu tutkularımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydalan dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir görevin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün yaşamımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu
koruyacağım.
1914 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 42)

Allah bilir, yaşamımda bugüne kadar orduya faydalı bir üye olabilmekten başka vicdanî bir emel edinmedim. Çünkü vatanın korunması, milletin mutluluğu için her şeyden evvel ordumuzun, eski Türk ordusu olduğunu dünyaya bir daha kanıtlama gereğine çoktan inanmış idim. Bu inanca ait emellerimin şiddeti, ihtimal beni pek fazla aşırı davranışlı göstermişti. Fakat zaman, saf ve temiz beyinlerden doğan fikrî gerçekleri -kabulünden çekinilse de uygulattırır.
1912 (Atatürk'ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 11)

Atatürk ve vicdanî görev
Bütün görevlerin üstünde bizim de bir vicdanî görevimiz vardı; o da, herkesin sudan birtakım görevler yaptığı sırada yaşamımızı, varlığımızı bu milletin bağrına sokarak, onlarla beraber düşman karşısında uğraşmak olmuştur!
7920 (Atatürk'ün S.D.I, s. 106)

Ben görevimin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğunda yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu görev bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal göreve vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mutlu olacağım. Görevime başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin, kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.
1925 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 236)

Biz, eğer millet ve tarih önünde herhangi bir hata işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdanımızda ve sağduyumuzda hissetmekten ve ödemekten, hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz. 1925 (Mazhar Müfit Kamu, E.Ö.K. Atatürkle Beraber, Cilt: I, s. 160)

Millet için özveri
Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahın bir önemi, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus görevini yapmak için ayrıldık. Milletin kendi yaşamını kurtarmak, kendi meşru hakkını savunmak için çıkardığı sese katılmak, her kendini bilen vatandaşın görevidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin yıkıntısı altında, şunun bunun kişisel şerefi de parça parça olur. Biz, o genel şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza engel olabilecek kişisel rütbeleri, makamları da genel şerefi kurtarmaya yönelik bir amaç uğruna feda ettik.
1919 (Atatürk'ün S.D.III, s. 6)

Ben, gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.
1937 (Atatürk'ün T.T.B. IV. s. 590)

Mallarını millete bağışlaması nedeniyle söylemiştir :
Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu mille time geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî kişiliğinde olmalıdır!
1937 (Rükneddin Fethi Olcaytuğ, Atatürk Hakkında Düşünce ve Tahliller, 1943, s. 44)

Özgürlük ve bağımsızlık aşkı
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük atalarımın en değerli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, özel ve resmî yaşamımın her evresiniyakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette
şerefin, saygınlığın, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, kesinlikle o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben kendim, bu saydığım özelliklere çok önem veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için kesinlikle bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir yaşam sorunudur. Millet ve memleketin çıkarları gerektirdiği takdirde insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle uygarlık gereğinden olan dostluk ve siyaset ilişkilerini, büyük bir duyarlıkla takdir ederim. Ancak, benim milletimi tutsak etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım!
1921 (Atatürk'ün S.D.1II., s.24)

Çocukluğumdan beri bir huyum vardır. Oturduğum evde ne kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben, yalnız ve bağımsız bulunmayı çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var; ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi düşünüş biçimi ve görüşlerine göre bana şu veya bu öğütte bulunmasına katlanmazdım. Aile arasında yaşayanlar çok iyi bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî uyarmalardan korunamazlar. Bu durum karşısında iki davranış şeklinden birini seçmek zorunludur; ya uymak yahut bütün bu uyarma ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Uymak nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın uyarmalarına uyma geçmişe dönme demek değil midir? İsyan etmek, erdemine,iyi niyetine, yüksek kadınlığına inandığım anamın kalbini, görüşlerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.
1926 (Atatürk'ün S.D.V, s.113)

Savarona yatında kabul ettiği Romanya Kralı Karol'un, görüşme sırasında Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet sorununa* değinmesi ve Atatürk'ten Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Beneş'e bazı telkinlerde bulunmasını rica etmesi üzerine, görüşmeyi dinlemekte olan zamanın Dışişleri Bakanı Tevfık Rüştü Araş 'a söyledikleri:

Majeste Kral'in söylediklerini dikkatle dinledim. Benden, bir devlet başkanına kendi ülkesinden bir parçayı Almanlara terk etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca yurdunun bağımsızlığı ve bir karış toprağını başkasına vermemek için savaşan bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki Majeste Kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar!
1938 (Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası, Cumhuriyet gazetesi, 13.11. 1970)


Atatürk ve cesaret
Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve gülle yağmuru altında birçok savaşlara katıldım. Hatta ölüm bir defa, kalbimin yanından sıyırarak geçti. Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat mermi parçasının şiddetini kırdı.
1928 (Atatürk'ün S.D.11I, s. 82)


Atatürk ve millet
Her zaman tekrar zorunluğunda kalıyor ve tekrarı da faydalı görüyorum ki, eğer ben milletime herhangi bir hizmette bulunmuşsam, eğer ben herhangi bir girişimde önayak olmuşsam bu hizmet ve girişimin temel kaynağı, saygılar ve sevgilerle bağlı olduğum, bundan sonra da saygı ve sevgiyle mutluluk ve refahına varlığımı, yaşamımı vereceğim aziz milletime, sizlere dayanmaktadır. Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, olağanüstü işler yapmaya yetenekli kahramanlar bulunabilir. Ama öyle kimseler yalnız başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki bir genel duygunun ifadesi, temsilcisi olsunlar! Ben milletimin düşünce ve duygularını yakından tanımaktan, aziz milletimde gördüğüm yetenek ve gereksinimi belirtmekten başka bir şey yapmadım. Onun bu yetenek ve duygularını sezip tanımakla övünüyorum. Milletimdeki, bugünkü zaferleri doğurabilecek özelliği görmüş olmak... Bütün mutluluğum işte bundan İbarettir.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 161)

Arkadaşlarımız ve milletin bütün bireyleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu bana mal etmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî kişiliğine mal ediniz. Ben milletin bu yüksek manevî kişiliği içinde bir önemsiz birey olmakla mutluyum. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir kişilik halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 115)

Milletimle yakından ve gösterişten uzak karşılıklı görüşmenin zevkini, mutluluğunu anlatamam. Her ne zaman milletimin karşısında kendimi görsem, her ne zaman milletimin bireylerinden birkaçının yüzüne baksam, oradan ruh ve vicdanıma gelen ışık, benim için en değerli bir ilham ve verim alevi oluyor!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7.2.1930)

30 Ağustos'ta yönettiğim savaş, Türk milletinin yanımda bulunduğu halde, yönettiğim ilk ve son savaştır. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif güçtür.
1928 (Atatürk'ün S.D.III, s. 83)

Yaşamımda en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm güven ve destekdir. Bütün görevlerimde manevî, vicdanî olan en büyük endişem, emanetinizin saygı ve kutsallığına devamlı olarak dikkat etmektir.
1927 (Atatürk'ün TTB. IV, s. 532)

Samimî olarak bu memleketin, bu milletin yararına yapılacak bir iş olsun, ben onu göz önüne almayayım; bu, mümkün değildir. Yalnız, işin gerçekten millete yararı olmalı ve teklifin samimî olarak yapıldığına ben inanmalıyım.
(İbrahim Necini Dilmen, Dilci Şef, Ulus gazetesi 14.XI.1938)

Benim için dünyada en büyük makam ve ödül, milletin bir bireyi olarak yaşamaktır. Eğer Cenab-ı hakk beni bunda başarılı yapmış ise, şükrederim. Bugün olduğu gibi ömrümün sonuna kadar milletin hizmetinde olmakla övüneceğim.
1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 129)

Milletin içinde serbest bir millet bireyi olmak kadar dünyada mutluluk yoktur. Gerçekleri bilenler, kalp ve vicdanında manevî ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun, maddî makamların hiçbir değeri yoktur.
1922 (Atatürk'ün S.D.V, s 24)

Şimdiye kadar millete yapamayacağım bir şeyi vaat etmedim. Ben yapacağım dediğim zaman, buna inanmayanlar vardı. Buna rağmen hareket ettim. Görüyorsunuz ki başardık. Benim ve benimle çalışanların güveni vardır ki, yeni hedeflerimize de başarıyla varacağız. Şimdiye kadar söylediklerimin gerçekleşmiş olması, bütün düşüncelerimin beni yalanlamaması, milletin ciddî ve samimî olarak bana yardımcı ve destek olmasıyla mümkün olmuştur. Onun için yeni amaçlara erişmek için de bu yardım ve desteğe gereksinimim vardır; onu benden esirgemeyiniz!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7.12.1929)

Atatürk, bizden biridir.
1935 (Şükrü Kaya, Türk Kadım Dergisi, Sayı : 6, 1966, s. 7)

Atatürk ve millet şerefi
Benim şan ve şerefimden söz etmek de hatadır.İyi dinleyiniz öğüdüm budur ki, içinizden herhangi bir adam çıkar, şan, şeref davası güder ve benzersiz olmak isterse, başınızın belasıdır; ilk önce kafası kırılacak adam budur! Bağlı olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir bireyi olmak sıfatıyla şanım şerefim vardır, asla başka değilim.
1923 (Damar Ankoğlu, Hatıralarım, s. 304)

Ben zannediyorum ki, millet bireylerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası oluşturmamış olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız kişilere bırakan anlayış, eski yönetimlerin sistem ve usul sorunundan doğuyordu. Eskiden mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir kişinin çıkarlarını ve arzularını karşılamaya yönelmiş idi. Kişilerin bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu durum mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü yönetimin niteliğindedir.Bu şekil mevcut oldukça, bu makama çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.
1923 (Atatürk'ün S.D.1I, s. 159)

Sizden olan bir kişiye, sizden fazla önem vermek, her şeyi milletin bir bireyinin kişiliğinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun sorunlarının aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir kişisinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki gerekli değildir.
1925 (Atatürk'ün M.A.D., s. 19-20)

Yabancı ülkelere veya uluslararası konferanslara giden arkadaşlarına söylediği bir söz:
- Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız!
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 549)

Halk adamı Atatürk
Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak kudretinde olmayan bir adamım. Çünkü ben, bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Atatürk ve sağduyu
Ben, ancak daha iyisini yapabildiğim şeyi bozabilirim; yapamayacağım şeyi de bozmam.
(Atatürk'ten B.H., s. 86)

Ben bir defa söz verdikten sonra ondan şüphe etmeğe kimsenin hakkı yoktur.
1930 (Fethi Okyar, S.C.F.J.N.K., s.49)

Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir sonuca götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat bilim ve özellikle sosyal bilim alanına giren işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana bilginler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi biliminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal bilimin güzel yönlerini gösteriniz, ben izleyeyim.
1923 (Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi, s. 316)

Evlilik ve çocuk sevgisi
Ben, sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile yaşamı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın böyle umacı gibi kalır mı?
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 25)

Yaşam kısadır. Bunu kutlama ve taçlandırma için, insanların genellikle uygun gördükleri yol evliliktir. Bu genel kurala uymayanlar, pek sınırlı ve benzerleri azdır. Bu kural dışını oluşturanlar da, esas kuralın fenalığından değil ve fakat tersine bu güzel kurala inanmadan kendilerini alıkoyan sebeplerin etkisinde kaldıklarından, belki evlenmiş olmaktan korktuklarından fazla mutsuz olanlardır. İnkâr edilmez bir gerçektir ki insanlar, yaşam, kadınsız olamaz. Evli olanlar, yaşamın vazgeçilmezini temin etmiş ve bütün düşünce ve isteklerini bir maksat, bir meslek, bir amaca yöneltmiş olur. Ancak talih, eşlerin ruh ve kalplerini iyi geçindirsin!
1914 (Salih Bozok-Cemil S.Bozok, Hep Atatürk'ün Yanında, s. 172)

Yeni evlenen bir kişinin gönlü yaşam, aşk ve mutluluk duygularıyla doludur. Bu, en değerli bir zamandır. İnsanlar, yaşamında bu parlak ve sevinçli dakikaları, ölünceye kadar hep aynı şekilde duygulanarak pek önemli ve yaşamı için tarihsel bir olay olarak anar. Ben, bunu denemedim; fakat, az çok yaşamı ve insanları incelediğim için bu sonucu buldum. Yaşamın çeşitli yönlerinden birkaçını görenler, evlendikten sonra keşfedilmemiş yönlerini de ister istemez gözlemlerler. Bu gözlemleme, pek tatlı olabildiği gibi pek acı da olabilir.
1914 (Salih Bozok-Cemil S. Bozok, Hep Atatürk'ün Yanında, s. 171)

Eşini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk-çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayınız; bu güç işte örnek İsmet Paşa'dır. Benim yaşamım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen deneyimini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş...
Çocuk sevgisi insan için bir gereksinimdir. Hele yaş ilerledikçe bu gereksinim kendisini daha kuvvetle duyuruyor. Onun için de Ülkü'yü yanımdan ayırmak istemiyorum.
1936 (Abdülkadir İnan, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 25, 1964, s. 62)

Çocukluk ne güzel... Çocuklar ne sevimli, ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misiniz? İkiyüzlülük bilmemeleri, bütün istek ve duygularını, içlerinden geldiği gibi açıklamaları...
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk'ün Hususiyetleri, 1965, s 78 - 79)

Bursa'da kendisini karşılayan çocuklara söylemiştir: Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!
1922 (Atatürk'ün S.D.V., s. 30)

Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar söze karışınca "Sen büyüklerin konuşmasına karışma!" der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket! Halbuki tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş
olur. Kısacası çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıdır. Bence bunlar, çocuk eğitiminde, ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk'ün Hususiyetleri, 1965, s. 79)


İnsan Atatürk
24 Temmuz 1922 aksamı Konya'da General Townshend şerefine verdikleri ziyafette, yemeğin sonlarına doğru elindeki mercan tespihi General'e uzatarak söyledikleri:
- Biz Türklerde bir âdet vardır. Misafirimize ne olursa olsun bir hediye veririz. Ben soylu bir milletin alçakgönüllü bir Başkomutanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum.
Ve sofradan kalkılacağına yakın da kolundaki saati çıkararak General'e söyledikleri:
-Bu saati bana Anafartalar'da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz subayının kolundan çıkardığını söyleyerek, getirdi.Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere'ye döndüğünüzde ailesini bulur ve saati verirseniz, çok memnun olurum.
1922 (Yücel Mecmuası, O'ndan Hatıralar, Cilt: XVI, Sayı: 91-92-93, 1942 s. 15)

Uluslararası Mark Twain Derneği tarafindan "Türk milletine neşe içinde yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği" gerekçesiyle kendisine madalya verilmesi üzerine söyledikleri:
-Yaşamımda işittiğim en büyük kompliman, budur. Benim insan tarafımı övüyorlar!
1937 (Atatürk'ten B.H., s. 59-60)

Bir alay karargâhının temel atma töreninde bir koyunun temel için açılan çukura doğru, yere yatırılıp boğazından kesilmek üzere olduğunu gördüğü zaman, yanında bulunan İran Şahı Rıza Pehlevi ile aralarında geçen konuşma:
Atatürk -Ben kana bakamam! Bir tavuğun dahi boğazlandığını görmeye tahammülüm yoktur.
Şehinşah -Ya bu kadar çok bulunduğunuz büyük ve kanlı savaş meydanları?...

Atatürk -Ha, o başka sorundur; öyle yerlerde cesetlerin üzerinden atlayarak yürürüm. O bambaşka bir iştir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk'ün Hususiyetleri, 1965, s.43)

Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.
(George Benneb, Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s. 33)

Ben, savaşlarda dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik kurallarının uygulanmasını düşünürüm.
(İzzettin Çalışlar, Tan gazetesi 31. 8. 1937)

Bir sohbet sırasında Fransız Büyükelçisi'ne söylemiştir:
Ekselans, Paris'i çok görmek istiyorum; ama büyük törenlerle karşılanacağım Paris'i değil! Ben Paris'e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya, gençlik anılarını tazelemek için... Böyle olunca da "kendini tanıtmayarak" belli olmadan gitmek isterim; yoksa törenlerle karşılanmak için değil!
(Cevat Dursunoğlu, Son Havadis gazetesi, 10. 11. 1955, s. 3)

Ben başkalarının yaptığı ilkelere değil, ancak kendi ilkelerime uyarım. (Mim Kemal, Yakınlarının Ağzından Atatürk, Yazan:
Salâhaddin Güngör, s. 105)

Benim gözümde hiçbir şey yoktur; ben yalnız liyakat âşığıyım.
(Yusuf Ziya Özer, TTK. Belleten, Sayı: 10, 1939, s. 286)

Hiçbir zaman kişisel gücenikliklerimi, birtakım olumsuz girişimlerle tatmine kalkmak adîliğine tenezzül etmem.
1914 (Atatürk'ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)

Samimî dostlarımız, sevdikleri tarafından bir işkenceye
mahkûmdurlar ve bu işkence de sevdiklerinin dertlerini dinlemektir.
1922 (Atatürk'ün S.D.ll, s. 38)

Düşmanları için söylemiştir:
Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır; onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler.
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 532)

Mutlu olup olmadığı sorusuna verdiği cevap: Evet, çünkü başardım!
1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935, s. 262)

Benim herkesin dışında olduğuma dair bir yasa yoktur.
1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 273)

Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat!
1926 (Atatürk'ün S.D.V, s. 44)

Beni, milletim nereye isterse oraya gömsün; fakat, benim anılarımın yaşayacağı yer Çankaya olacaktır.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 23)

ALINTI::: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANLIĞI

Back To Top
11/26/2024
<< Ilk  < Onceki | Sayfa:  1 | 2 | 3 |



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***