Toplam bakislar: 21668 - Toplam yanitlar: 25 |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 21:51:37 |
|
ATATÜRK'ÜN YAŞAMI
Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında Selanik'te doğdu.* Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Ali Rıza Efendi, Selanik yerlilerindendi. Uzak dedeleri Vidin'den ayrılarak Serez'de yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi. Ali Rıza Efendi, bir süre gümrük memurluğu yapmış, daha sonraları memuriyeti terk ederek kereste ticareti ile meşgul olmuştu. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım da Selanik yakınlarında Langaza adı verilen kasabada yerleşmiş eski bir Türk ailesine mensuptu.
Bu aile, soy olarak Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş yörüklerdendi ve Varyemezoğulları olarak tanınıyorlardı. Bu ailenin Langaza'da büyük çiftlikleri vardı; tarım yanında hayvancılıkla meşgul idiler.
1871 yılında Zübeyde Hanım ile evlenen Ali Rıza Efendi'nin 1888 yılında henüz elli yaşlarında iken ölmesi üzerine, yedi-sekiz yaşlarında babasız kalan küçük Mustafa'nın büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, büyük Türk kadını Zübeyde Hanım'a düştü.
Küçük Mustafa, ilk öğrenimine bir süre annesinin isteğine uyarak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde devam etti; fakat çok geçmeden babasının isteği ile Selanik'te çağdaş eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. Şemsi Efendi, yeni öğrencisinin yeteneklerini ve zekâsını takdir ettiğinden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece memnundu. Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü. Bu sıralarda isimleri Makbule ve Naciye olmak üzere kendisinden küçük iki kız kardeşi bulunuyordu. Babaları öldüğü zaman küçük Mustafa yedi yaşında, Makbule bir yaşını henüz doldurmuş, Naciye ise kırk günlüktü. Bu en küçük kardeşleri genç kız iken Selanik'te öldü.
Ali Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selanik yakınlarındaki Rapla çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi'nin yanına yerleşti. Çiftlik yaşamı nedeniyle Küçük Mustafa'nın öğrenimi ister istemez bir süre aksamıştı. Fakat çok geçmeden Selânik'e dönerek halasının yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam etti.
Küçük Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'nu bitirdikten sonra bir süre Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne1 devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça öğretmeninin kendisine haksız yere sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve 1893 yılında kendi istek ve kararı ile Selanik Askerî Rüştiyesi'ne2 başvurarak öğrenimine burada devam etti. Mustafa bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve öğretmenlerinin sevgisini kazandı. Bu okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin üstün yetenekleri ve zekâsı karşısında onu sınıftaki diğer Mustafa'lardan ayırt etmek üzere adının sonuna "Kemal" ismini ilâve etti. Artık genç öğrenci, Mustafa Kemal olmuştu.
Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır Askerî İdadisi'ne3 girdi. Bu okulda -Bursa Askerî İdadisi'nden gelen- Ömer Naci ile arkadaşlık etti. Sonraları ünlü bir hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın arkadaşlarından biri olacak olan Ali Fethi (Okyar) de bu okulda öğrenci idi. Genç Mustafa Kemal, askerî öğreniminin yanı sıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmiyor; yaz aylarında izinli olarak Selânik'e döndüğü zaman Fransızca dersleri alıyordu.
Genç Mustafa Kemal, Kasım 1898'de Manastır Askerî İdadisi'ni ikincilikle bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir öğrenimden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu teğmen rütbesiyle bitirdi ve aynı yıl öğrenimine Harp Akademisi'nde devam etti. 1903 yılında Harp Akademisi'nin ikinci sınıfına geçmiş ve üsteğmen olmuştu. 11 Ocak 1905 tarihinde de kurmay yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu. Mustafa Kemal, Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve öğretmenlerine tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle dile getirmesi nedeniyle aydın ve devrimci bir subay olarak tanınmıştı. Devir, istibdat dönemi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimî oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp Akademisi'nden mezun oluşunu izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek kısa bir süre İstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir çeşit uzaklaştırma olarak 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, Şam'a atandı.
Mustafa Kemal, Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı ve kurmaylık stajını tamamladığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket yönetimindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Burada 1905 yılı Ekim ayı içinde, güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Yafa'dan Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Yafa'ya döndü. Bölgeden uzaklaşması hükümetçe duyuldu ise de Şam'daki üstleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordu'nun Kurmay Başkanlığı'nda bir göreve getirildi.
Mustafa Kemal 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhı'na atandı ve bu karargâhın Selanik'te bulunan Kurmay Şubesi'nde çalışmak üzere Selânik'e geldi. Bu sıralarda Selanik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" şubesinin kurucularını da içine almış olan "İttihat ve Terakki Cemiyeti", gizli olarak faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de bu cemiyete girerek hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat yönetiminden kurtarılması, yapılacak yenilikler onun da baş düşüncesiydi. Selânik'e gelişinden kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908'de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği görevi de 3. Ordu Karargâhı'ndaki görevine ek olarak Mustafa Kemal'e verildi.
Bu sıralarda, Rumeli'de gizli faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti", Abdülhamit'i, 1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyet'in ilânına uzandı.
23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, kolağası rütbesiyle Selanik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasî gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir devrimin arkasından yapılanları kâfi görmüyor, bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu; fakat kendisinin görüşleri, "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle onları uyarmaktan da çekinmiyordu.
II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz dokuz ay geçmişti ki İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, eski tarihle "31 Mart Vak'ası" olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli'de oluşturulan Hüseyin Hüsnü Paşa komutasındaki Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 15/16 Nisan 1909'da Selanik'ten İstanbul'a hareket etti; ancak Hareket Ordusu İstanbul yakınlarında Hadımköy'e geldiği zaman komutada değişiklik yapıldı. Selanik'ten gelen 3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa komutayı ele aldı; Kurmay Başkanlığı'na da Binbaşı Enver Bey getirildi. Hareket Ordusu 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girdi. Mustafa Kemal de bu ordunun Kurmay Heyeti'nde görevli bulunuyordu. Hareket Ordusu'nun duruma hakim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok kalmayarak 22 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selanik ve çevresinde yapılan askerî manevralarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor, üstlerinin dikkatini çekiyordu; bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu.
Mustafa Kemal, II. Meşrutiyet'ten sonra ordunun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile yakın ilişkisinin ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selanik'te toplanan "İttihat ve Terakki Büyük Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fakat Cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyet'ten uzak tutarak doğrudan doğruya askerî vazifesine verdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı. 1909 yılı sonlarında Arnavutluk'ta büyük bir isyan çıkmış, oraya gönderilen bir tümen asker isyanı batırmakta yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, Mayıs 1910'da Selânik'e geldi. Burada hazırlanan büyük bir kuvvetin başında olarak, kurmay kurulunda Mustafa Kemal de bulunmak üzere Arnavutluk'a hareket etti. İsyan bir ay içinde bütünüyle bastırıldı. Mustafa Kemal tekrar Selânik'e döndü.
Mustafa Kemal, Selanik'teki görevini başarı ile yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pikardi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı.
Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhı'ndaki görevinden alınarak yine Selanik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda komutan vekili olarak görevlendirildi. O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine üstlerinin takdirini, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Sekiz ay kadar süren 38. Piyade Alayı Komutan Vekilliği görevinden sonra Harbiye Nazırlığı tarafından İstanbul'a çağrıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal, 1911 yılı Eylül ortalarında İstanbul'a geldi ve Genelkurmay Başkanlığı'nda görevlendirildi.
29 Eylül 1911'de İtalyanların Osmanlı Devleti'ne savaş ilânı ile Trablus-garp Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, bu bölgede gönüllü görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne bölgelerinde gönüllü yerel kuvvetlerin başında bulundu. Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde rütbesi binbaşılığa yükseltildi.
1912 yılı Ekiminde Balkan Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Derne'den hareket ederek İstanbul'a geldi. 25 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Çanakkale Boğazı Kuva-yi Mürettebe Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğü'ne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu'ya geldi. Olaylar hızla gelişmiş, Selanik düşmüş, Bulgar ordusu ilerleyerek Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na getirildi. Bu görevde iken Dimetoka* ve Edirne'nin Bulgarlar'dan geri alınışında büyük hizmetleri görüldü.
Mustafa Kemal, Balkan Savaşı'nın sona erişinden kısa süre sonra, 27 Ekim 1913'de Sofya Ataşemiliterliği'ne atandı. 11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Bükreş, Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliği'ne atandığı sırada yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya'da elçi olarak bulunuyordu. Mustafa Kemal, Sofya Ataşemiliterliği sırasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa yükseltildi. 1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı.
Mustafa Kemal daha Sofya'da iken, 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya savaş ilânı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, gelişen siyasal ve askerî olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezareti'ne bildirmekte idi. Ona göre zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların hızla gelişmesi, 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devleti'ni de ister istemez İttifak Devletleri yanında savaşa girmek zorunluğunda bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine Başkomutanlık'tan kendisine etkin bir hizmet istedi ise de bir süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine onu, 20 Ocak 1915 tarihinde, Tekirdağ'da oluşturulacak 19. Tümen Komutanlığı'na atadılar. Mustafa Kemal, bu atama üzerine Sofya'dan ayrılarak İstanbul'a döndü; derhal yeni görev yerine hareket ederek tümenini kurdu. Bu tümen kısa süre sonra görülen lüzum üzerine, 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal burada, 19. Tümen'e ilâveten 9. Tümen'in 2 Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilmek üzere Maydos Bölgesi Komutanı olarak görev yaptı.
Gelibolu Yarımadası'nda önemli olaylar oluyordu. İngiliz ve Fransız donanması, 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye girişti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında sonuç alamayarak ağır kayıplar verdi. Donanması ile Çanakkale Boğazı'nı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası'nı çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı 24 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, komutanlığına da Mareşal Liman von Sanders'i atamıştı.
Mareşal Liman von Sanders, muhtemel düşman saldırısına karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak plânını yapmış; Mustafa Kemal'in komuta ettiği kuvvetleri ordu yedeğine almıştı. Mustafa Kemal bu plân gereğince, 18 Nisan 1915 günü tümeniyle Bigalı'ya geçti. İngiliz birlikleri, Fransız kuvvetleri ve ANZAK Kolordusu'yla beraber 25 Nisan 1915 sabahı Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale kıyılarından ilk çıkarma hareketine başladı. Kumkale kıyılarından yapılan düşman çıkarması gelişemedi; Seddülbahir'e yapılan çıkarma kıyı topçusunun yoğun ateşi ve kuvvetlerimizin karşı saldırısıyla durduruldu. Arıburnu kıyılarından çıkarma yapan İngiliz birlikleri ve ANZAK kolordusu ise karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, Arıburnu kıyılarından çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetleri hızla Bigalı'dan Conkbayırı'na yöneltmişti. Arıburnu'ndan Conkba-yırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin saldırısıyla geri çekilmeye mecbur edildi.
Conkbayırı saldırısında Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size saldır emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar geçebilir!"4
25 Nisan 1915 günü başlayan bu yoğun çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizlerle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak düşmanın her saldırısı, Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesi'ndeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'te albaylığa yükseltildi.
Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yine de yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıbur-nu, Seddülbahir ve Kumkale'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler bu amaçla 6 Ağustos 1915 günü Arıburnu'ndan, 7 Ağustos 1915 günü de Anafartalar koyundan desteklenmiş kuvvetlerle yeniden topçu ateşiyle saldırıya geçtiler. Bu kuvvetlerle Mustafa Kemal komutasındaki 19. Tümen kuvvetleri arasında gündüz ve gece şiddetli çarpışmalar oldu. Düşman saldırısının geniş bir cepheye yayılma eğilimi göstermesiyle durum kritikleşti. Bunun üzerine 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı"na 8 Ağustos 1915 gecesi Albay Mustafa Kemal getirildi. O gece yarısı komutayı ele alan Mustafa Kemal, beklemeksizin 9 Ağustos 1915 sabahı yaptığı saldırı ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı saldırıya geçirdi; baskın şeklinde geliştirilen bu saldırı ve süngü savaşları sonucu düşman dört saat içinde Conkbayırı'ndan tamamen atıldı. Böylece Anafartalar bölgesine tam anlamıyla Türkler hâkim olmuştu.
Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915 saldırısında olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos saldırılarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı beraber savaştığı subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir şarapnel parçasının göğüs cebindeki saate çarpıp geri dönmesi sonucu kesin bir ölümden kurtuldu. Bu savaşlar sırasında gösterdiği kahramanlık, kararlılık ve yüksek komuta yeteneği, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu.
Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme sağlayamayan İngilizler, 1915 yılı Aralık sonunda yandaşlarıyla beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda I. Dünya Savaşı'nın akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin atadan gelen kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi.
Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşları'nın eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, yapacağımız son bir saldırıyla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır kayıplar verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal, 9 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakıp izinli olarak Çanakkale'den ayrıldı; İstanbul'a döndü.
Mustafa Kemal, 16 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan 16. Kolordu Komutanlığı'na atandı ve bu atama üzerine Edirne'ye geldi. Kısa süre sonra bu Kolordu Karargâhı'nın -Başkomutanlık Vekâleti'nce- Diyarbakır'a kaydırılma ve Doğu Cephesi'nde aynı isimle yeni bir kolordu kurulması kararı üzerine, Mustafa Kemal bu kolorduya komutan olarak atandı. 27 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı. 1 Nisan 1916'da rütbesi generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 2 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde saldırıya geçirdi; Ruslarla iki tümenimiz arasında saldırı ve karşı saldırı şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 7 Ağustos 1916 günü Muş, 8 Ağustos 1916 günü de Bitlis, kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. (Muş, ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 30 Nisan 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı.)
Doğu Cephesi'nde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yapan Mustafa Kemal Paşa, 12 Aralık 1916'da -Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine- vekâleten 2. Ordu Komutanlığı'na atandı. Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Mustafa Kemal Paşa'nın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı. Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığı'na atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesi'ni denetlediyse de kısa bir süre sonra bu komutanlığın kaldırılması üzerine -Ahmet İzzet Paşa'nın yerine- 2. Ordu Komutan Vekilliği'ne atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa, 16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığı'na getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu Komutanlığı'na getirildi. Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'nı Mareşal Falkenhayn yürütmekte idi. Mustafa Kemal Paşa, 23 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat, bir süre sonra Mareşal Falkenhayn ile aralarında askerî görüşler ve uygulanacak harekât bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa, 6 Ekim 1917'de 7. Ordu Komutanlığı'ndan istifa etti. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmedi ve izinli olarak İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de İstanbul'da Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak, kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhı'nı ve Alman cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine katıldı. 15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat sırasında Mustafa Kemal, Alman askerî çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve dönemin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Savaşı'nın olası sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü, Mareşal Falkenhayn'ın yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirilmiş olan Mareşal Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya, 7 Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 26 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal Paşa, bu cephede İngilizlere karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun üstün yönetimi ile bu bölgedeki Türk ordusu dağılmaktan kurtarılmış, büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat, I. Dünya Savaşı Almanya ve yandaşları aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918'de Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918'de Almanya, 5 Ekim 1918'de de Avusturya-Macaristan ateşkes istemişti. İstanbul'da Talât Paşa Kabinesi istifa etmiş, yeni kabineyi 14 Ekim 1918 günü Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, İtilâf Devletleri ile Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayarak I. Dünya Savaşı'ndan çekildi.
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imza edildiği gün, Mareşal Liman von Sanders'in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na atandı ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı. 7 Kasım 1918'de bu sanalkahve.com komutanlığının da Padişah iradesiyle kaldırılması ve kendisinin Harbiye Nezareti emrine verilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa, Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geldi. Artık Türkiye, ateşkes şartlarını yaşıyordu.
Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlûp bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Ateşkes Antlaşması" adı verilen şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu Anadolu da galip devletler arasında bölüştürülüyordu. İtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta İngilizler yönetimi ele almıştı. Trakya işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazlan tutulmuştu. İstanbul ve İstanbul Hükümeti, İtilâf Devletleri'nin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için güven ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun hemen her şehrinde yabancı subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldü; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilâf Devletleri'ni iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıktılar.
Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezareti'nden -Ateşkes Antlaşması gereğince- ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, 5 Kasım 1918 günü Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ilk uyarı telgrafını çekti: "Ciddî olarak arz ederim ki gereken önlemleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman tutkularının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır."5 Sadrazam'a yapılan bu uyarı, her şey bitti zannedilen bir zamanda da Atatürk'te kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarını saran karamsarlık ve umutsuzluğa asla kapılmadığını gösterir.
Fakat acıdır ki, Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine hızla devam edilir. Çünkü genel kanı, İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf Devletleri'ni gücendirmeyecek, Mondros Ateşkes Antlaşması şartlarını yerine getirecektik. İstanbul Hükümeti'nin görüşü ve davranışı bu idi.
Padişah ve hükümetindeki bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve istilâlara karşı kendini savunma yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla yerel kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan, saldırgan düşmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer millî örgütler oluşuyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı. Ateşkes dönemi Türkiyesi, aklın alamayacağı derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi millî cemiyetlerin yanı sıra, özellikle İstanbul'da -güya kurtuluş çareleri arayan- birçok cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam Müzaheret Cemiyeti bunların başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de padişah ve halife için egemenlik hakkı tanınabilecek küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak yaşatma düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu ağır durumdan yararlanma çareleri arayan bazı bölücü cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi. Bu durum karşısında ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi? Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı; o da "Millî egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!"6 Mustafa Kemal Paşa'ya göre önemli olan "Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Halbuki Türk'ün onur ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi. Öyleyse Millî Mücadele'nin parolası 'Ya bağımsızlık ya ölüm!' olacaktı."7
Artık Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliği8 teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş yetkiler tanıyan bu görevi kabul etti.
16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı. Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve önlem almak"tan ibaretti. Hükümete verilen İngiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerillâ hareketine giriştikleri ve asayişi bozdukları bildirilmekte ise de gerçek durum, bunun tam tersi idi. Çünkü, ateşkesle beraber bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti başlamıştı. Baskı gören Rumlar değil, Türklerdi. İstanbul Rum Patrikhanesi'nden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti bu bölgede kurduğu çeteler aracılığıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever Türkler de karşı çeteler oluşturmuşlar, bölge Rumları ile mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen, Mustafa Kemal Paşa'ya verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa Kemal Paşa, görevi kabul için ordu müfettişliği sıfatı ve geniş yetkiler istedi; İstanbul Hükümeti bu istekleri kabul etti.
Saray ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın bu görevi, kendilerinin gösterdiği doğrultuda yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama önerilen bu görev, kuşkuları çekmeksizin Anadolu'ya geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin çıkarları için kullanmak vicdanî bir davranış olacaktı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan ayrılmadan önce, başta sadrazam olmak üzere kabine üyelerinin büyük bir bölümü ile ve en sonunda da Padişah'la görüşmüştü. Fakat, bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulunduğu tehlikeli durumdan kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı görmemişti. İstanbul Hükûmeti'nin ve Padişah'ın davranışlarında, İtilâf Devletleri'ni gücendirmemek görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki, millî kurtuluşu gerçekleştirmek için yabancıların kararlarına uymak değil, karşı koymak lâzımdı. İşte Anadolu'ya bu amaçla gidiyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında millî birlik olamaz! Ancak hür vatan topraklarında memleketin bağımsızlığı ve milletin özgürlüğü için çalışılabilir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum".9
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez plânını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Samsun'dan, Erzurum'da bulunan Kâzım Karabekir'e çektiği telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu: "Genel durumumuzun aldığı tehlikeli şekilden pek üzgünüm. Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdanî görevi yakından beraber çalışma ile en iyi yerine getirmek mümkün olacağı inancı ile bu son memuriyeti kabul ettim."10
Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs 1919'da Genelkurmay Başkanlığı'na Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebeplerini açıklayan -ne İstanbul Hükûmeti'nin ne de İtilâf Devletleri temsilcilerinin hoşlandığı- şu telgrafı çekti: "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti kurma gibi bir safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen tamamıyla siyasî bir şekle dönüşmüştür."11 22 Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdiği raporu da şu cümle ile noktaladı: "Millet birlik olup egemenlik esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır."12 Bu anlamlı ifadede Anadolu'da beliren Millî Mücadele kararlılığını sezmemek mümkün değildir. İşte bu raporlar İstanbul'a geldikten sonradır ki İtilâf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükûmeti'nden sordu: "Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine İstanbul Hükümeti, Anadolu'ya gönderdiği müfettişi geri çağırma girişimlerine başladı.
Artık Anadolu'da başlayan Millî Mücadele liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel direnişler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22 Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan bir genelgede görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin gayreti ve kararı kurtaracaktır."13 Bu cümleler, Millî Mücadele'nin örgütlü olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün dünyaya ilânı idi. Bu genelge diğer bir maddesiyle, beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da belirtiyordu: "Her ilden seçilecek milletin güvenini kazanmış delegelerle, Anadolu'nun en emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre toplanacaktır."14
Mustafa Kemal Paşa, Amasya Genelgesi adıyla ünlü bu genelgesini bütün memlekete duyurduktan sonra, Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde kaldığı süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti.
Mustafa Kemal Paşa, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi der ki: "Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını düşünmekte idi."15 Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkulu şekilde karşılandığı zaman, Çukurova'da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen ihtiyar Mevlût Ağa ile aralarında geçen konuşma, bu ateşten çember içinden mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da perçinlendi. İhtiyar, fakat dinç Mevlût Ağa'ya Mustafa Kemal Paşa sordu:
-Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin mi?
Mevlût Ağa derhal cevap verdi: -Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki İstanbul'daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?
Bu sözler, milletle beraber, millet için çalışmak üzere Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa'yı çok duygulandırmış, gözlerini yaşartmıştı. Etrafındakilere döndü ve: "Bu milletle neler yapılmaz!" dedi.16 Mustafa Kemal Paşa, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti. Artık O, bir millet bireyi olarak, milletten kuvvet ve ilham alarak tarihî görevine devam ediyordu.
Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şu-besi'nin Yürütme Kurulu Başkanlığı'na getirildi. Söz konusu cemiyet o günlerde, daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in Yürütme Kurulu Başkanı olarak bu kongreye katılması mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye olarak katılmak istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna da bir çözüm bulundu. Erzurum'un iki değerli evlâdı Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu, Erzurum üyeliğinden istifa ederek yerlerini Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle Mustafa Kemal Paşa'nın kongreye girişi, onun istediği şekilde sağlanmış oldu.
Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da eski bir ilkokul salonunda 62 delegenin katılımıyla toplanmıştı. Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi. Erzurum Kongresi, bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam etti ve 7 Ağustos 1919 günü bir bildirge yayımlayarak çalışmalarına son verdi. Millî Mücadele'ye bayrak olan bu kongrenin, Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri değildi; Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra savunma bilincinin en keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Ateşkes hükümlerine göre, asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve karşı koyma bilincini daha da bileyledi. Ayrıca Doğu Karadeniz il ve ilçelerini temsil etmek üzere Kongre'ye 17 delege ile katılan Trabzon'da da Pontus tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan faydalanarak Doğu Karadeniz şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.
Erzurum Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü, bazı illerde kongre üyelerinin gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin kongreye gönderilmesinde büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülkî âmirlerin bir kısmı, İstanbul Hükümeti'nin baskısı ile delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı iller kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elaziz, Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler, valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla kongreye katılamamışlardı. Bu nedenle kongrenin toplanabilmesi için Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi'nin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddî girişimlerde bulunmak gerekti. İllerin her birine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara gerektiği şekilde duyuru yapıldı. Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip kongrenin toplanması sağlandı.
İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin beraber hazırladığı bir kongre idi; o günkü idarî bölüntüde Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve ilçelerinden 17, Erzurum'un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden 14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin katılımıyla toplam 62 üye ile toplanmıştı. Bugünkü idarî bölüntü göz önüne alındığı taktirde üye seçimi, 30'a yakın Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.
Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul'da Saray ve Hükümet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun bir faaliyet başlatıldı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asî olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamak için her türlü önleme başvuruldu. İstanbul Hükümeti, Erzurum Kongresi'nin dağıtılmasını, kongre'ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı Harbi'ne gönderilmelerini emretti ise de millet bireylerini saran millî hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye cesaret edemedi.
İşte bu derece güç şartlar içinde, gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi, Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı'nın ilk temelleri bu kongrede atılmış, alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu. Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:
1- Doğu illeri ile Trabzon ve Canik (Samsun) sancağı hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bü tündür.
Bu demekti ki, ne doğu illeri Ermenistan sevdasıyla ne Karadeniz illeri Pontus hulyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek isteyenlere karşı ilk esaslı uyarıydı.
2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisine savunacak ve karşı koyacaktır.
Bu madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği, birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet, işgali birlik halinde püskürtmeye kararlıydı. 3-Vatanın ve bağımsızlığın korunmasına ve güvence altına alınmasına İstanbul Hükûmeti'nin gücü yetmediği takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da geçici bir hükümet kurulacaktır.
İstanbul Hükûmeti'nin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros Ateşkes Antlaşması ile galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükümet kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Erzurum Kongresi, bir anlamda bu amaca yönelik ilk adımdı. 4- Kuva-yi Milliye'yi etken ve irade-i milliyeyi egemen kılmak esastır.
Kuva-yi Milliye'den amaçlanan millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal amacı uğrunda, milletin arzu ve eğilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Millî iradeyi hâkim kılmak aynı zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını sezmemek mümkün değildi.
5- Hıristiyan azınlıklara siyasî egemenlik ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez. Memleketteki azınlıklar, yer yer siyasal egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara olanak verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı.
6- Manda ve himaye kabul olunamaz. Türk milleti her şeyi göze alarak bağımsızlığı için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden lütuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne pahasına olursa olsun bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Parola, "Ya bağımsızlık ya ölüm!" idi.
7- Millî Meclis'in derhal toplanmasına ve hükümet işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır. İtilâf Devletleri'nin baskısı ve padişah fermanı ile kapatılmış olan Millet Meclisi derhal toplanmalı, hükümetin millet ve memleketin alın yazısıyla ilgili vereceği her türlü karar Millet Meclisinin denetiminden geçirilmeliydi. Hükümet kararları ancak bu şekilde geçerli olacaktı.
8- Milletimiz insanî ve çağdaş amaçları kutlar; teknolojik, sınaî ve ekonomik durumumuzu ve ihtiyacımızı takdir eder.
Bu cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek isteniyordu ki, Türk milleti insanî ve uygar amaçların değerini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini değiştiren büyük devrimlere başladığı zaman: "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimlerimizin temel ilkesi budur."17 diyecekti. Kararda geçen "Milletimiz teknolojik, sınaî ve ve ekonomik durumumuzu ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde açıkça, harap bir memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma atılımlarına işaret edilmekte idi.
9- Vatanın karşılaştığı acılarla ve aynı amaçla millî vicdandan doğan cemiyetlerin birleşmesinden oluşan örgüt, "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" unvanıyla isimlendirilmiştir. Bu madde ile gerek Trabzon'da ve gerekse Doğu bölgesinde faaliyet gösteren millî cemiyetler, aynı çatı altında, "Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştiriliyordu.
10- Kongre tarafından seçimle bir Heyet-i Temsiliye oluşturulmuştur. Bu madde ile, kongre kararlarını yürütmek ve kongre sonu yapılacak işlerde Erzurum Kongresi'ni temsil etmek üzere "Heyet-i Temsiliye" unvanıyla bir kurul oluşturuluyordu. Erzurum Kongresi bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararlan yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış gerekçesi, Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan Antlaşmaları'nın bağımsızlığı savunan ruhu, ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, millî iradeyi egemen kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz insanî ve çağdaş amaçları kutlar" cümlesiyle Atatürk devrimlerinin ilk kıvılcımları, Erzurum Kongresi'nde parıldadı. Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa, kapanış konuşmasında "Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir." ifadesini kullandı. Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bütün yetkileri kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu; Erzurum Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürünmesini sağlamak! Bu sebepledir ki, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni, memleketin bütününü ilgilendiren Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırmak Mustafa Kemal Paşa'nın başarısı oldu. Sivas Kongresi'ne hazırlık günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır ateşkes şartları bütün acılığı ile devam ediyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması'nın milletimiz aleyhine haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların İtilâf Devletleri'nden aldığı cesaretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne katılmak üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkun bir sevinçle karşıladı. Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü, o zaman lise olarak kullanılan büyük bir binanın salonunda, 38 delegenin katılımı ile toplandı. İlk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa, başkan seçildi. Kongre 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir bildirge yayımlayarak çalışmalarına son verdi.
Erzurum Kongresi'nden sonra bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir kongrenin Sivas'ta toplanışı, özellikle şehrin stratejik durumu ile ilgili idi. Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz, ateşkes şartları gereğince İtilâf Devletleri'ni temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen işgal altında değildi. Sivas, ulaşım bakımından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o günkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde bağlanabiliyordu. Bütün bu avantajlar yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi, şehirde oldukça iyi örgütlenmişti.
Memleketin içinde bulunduğu ağır şartlar altında gerçekleşen Sivas Kongresi, doğrudan doğruya Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış bir millî kongredir. Kongre'nin 38 üyesinden 32'sini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 6'smı Heyet-i Temsiliye üyeleri oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı.
Tarihî bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki, Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında da -Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi- İstanbul Hükümeti ve ona bağlı bazı idareciler büyük engeller çıkardılar. Bu nedenle Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi; bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, sonuçta kongreye katılamadı. Sivas Kongresi'nin toplanmaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir kongre gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini
|
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 21:52:58 |
|
ATATÜRK'ÜN ÜSTÜN KİŞİLİĞİ
Atatürk, Millî Mücadele'de millî birliği sağlayan eşsiz bir lider, savaş meydanlarında gerçekçi bir kumandan, devlet kuran büyük siyaset adamı, milletini çağdaşlaştıran güçlü bir devrimcidir. Bu nitelikleriyle, insanlık tarihinin tanıdığı en büyük adamlardan biri olduğuna şüphe yoktur. Kahramanlık ve yüksek insanlık meziyetlerini kişiliğinde en yüksek düzeyle taşıdığında dünya tarihçileri ve fikir adamları tereddütsüz birleşmektedir. Tarihin büyük tanıdığı kişilerle karşılaştırıldığı zaman, türlü bakımlardan belirgin üstünlükleri göze çarpmaktadır. Atatürk, her şeyden önce, hem fikir hem hareket adamı idi; o, fikri ve hareketi kişiliğinde birleştirmiş bir liderdi. Fikir ve düşüncelerinin özünü oluşturan Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış akılcı bir dünya görüşüdür. Memleket gerçeklerinden kaynaklanan, sorunlar karşısında akim ve bilimin yol göstericiliğini kabul eden bu gerçekçi görüş, gerek Türk Bağımsızlık Savaşı'nın gerekse onu izleyen Türk çağdaşlaşma hareketinin temelini oluşturmuştur.
Atatürk, üstün nitelikleri sayesinde, Türk milletinin tarihsel seyrini değiştiren askerî ve siyasî zaferlerle onu uçurumun kenarından kurtarmıştır. Dünya tarihinde, her türlü imkânsızlığa rağmen inandığı fikri uygulamaya koyarak "Ya bağımsızlık, ya ölüm!" parolası ile büyük bir mücadeleyi kazanmış, arkasından yepyeni nitelikte çağdaş bir devlet ve millet yaratmış adam azdır. İçinde bulunduğu şartları değerlendirmede, engelleri ortadan kaldırmada gösterdiği büyük başarı, Atatürk'ün ayrı bir özelliğini oluşturmaktadır. Diyebiliriz ki Atatürk, Türk toplumunda sadece çağdaşlaşma gereğini gördüğü için değil, bu çağdaşlaşmayı en kısa zamanda gerçekleştirecek yolu gösterdiği, çağdaşlaşmaya engel olan etkenleri cesaretle ortadan kaldırdığı için büyüktür. "Çağdaş Türkiye'nin Kurucusu" sıfatını da işte bu büyüklüğünden almaktadır.
Büyük Söylev'inin sonlarında, Türk gençliğine seslenerek çizdiği tablo, gerçekte, kendisi mücadeleye atıldığı zaman, memleketin içinde bulunduğu ağır tablodur. Atatürk, en güç şartlar altında bile, her şeyin bitti zannedildiği bir zamanda bile, Türk milletine güven hissinin asla kaybolmaması gerektiği gerçeğini, eseriyle kanıtlamış bir millî kahramandır; onun için millî kurtuluşa simge olmuştur, onun için bayrak olmuştur.
Atatürk gerçeğin adamı, sağduyunun ve ince görüşün temsilcisidir. Çünkü, nerede neye karar verdi, ne yaptı ise daima en iyisini yapmış, en gereklisine karar vermiştir. Türk halkının eğilimlerini çok iyi sezen ve ruhlara sızmasını bilen usta devrimciliği sayesindedir ki ortak istek ve eğilimler, kolayca millî ülkü haline gelebilmiştir. O, giriştiği mücadelenin başından sonuna kadar Türk milletinin yüksek niteliklerine güvenmiş, kazanılan her türlü zaferin milletin eseri olduğunu söylemiştir. Bütün girişimlerinde milletin eğilimlerini göz önünde tutmuş, milletin desteğine dayanmış, güçlü kişiliği ve gerçeği sezişe dayanan ikna kuvvetiyle kitleleri yönlendiren bir lider olduğunu göstermiştir. Millî kurtuluşa bayrak olan fikirleri, görüşleri ve ölmez eseriyle, etkileri memleket sınırlarını aşmış, hakları çiğnenen milletlerin bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinde manevî kuvvet olmuştur.
Atatürk yaratıcısı, yapıcısı olduğu "Türk Devrimi"ni dünyaya tanıtırken, "Bu devrim, yüksek bir insanî ülkü ile birleşmiş vatanseverlik eseridir. Çocuklarına bütün güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektedir"34 diyordu. Kendisi de yarattığı devrimin imanlı bir yapıcısı sıfatıyla bütün dünyaya açık yürekle, samimiyetle ve dostlukla bakıyordu. Gerçekten, "Ne mutlu Türk'üm diyene!" özdeyişiyle kalplere millî iman perçinleyen Atatürk, aynı zamanda insanlık ülküsünün ve insan sevgisinin de simgesi idi. Yabancıların, "Düşmanlarınız kimlerdir?" sorusuna, "Biz kimsenin düşmanı değiliz; yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız!" 35 yanıtını veriyordu. İşte bu insancıl yönü iledir ki tamamen millî nitelik taşıyan Atatürk Devrimi, aynı zamanda bütün insanlığın hayranlığını da üzerinde toplamaktadır.
Atatürk'ün insanlık değerlerine içten ve büyük saygısı vardı. O, bütün insanlığın yüzyıllar boyu övdüğü ve övündüğü üstün nitelikleri kişiliğinde toplamış bir liderdi. Yaşamı boyunca gösterdiği davranışlar bu üstün nitelikleri sergiliyordu. Şöyle ki:
-Zafer kazanmış Başkomutan olarak İzmir'e girdiği gün, önüne serilen düşman bayrağını: "Bayrak bir milletin bağımsızlık işaretidir; düşmanın da olsa saygı göstermek gerekir!"36 diyerek, yerden kaldırtan, -Bir milleti özgürlük ve bağımsızlığa kavuşturan büyük eserinin görkemi karşısında, memleketin büyük sanatkârları, şairleri, tiyatro sanatçıları elini öpmek istedikleri zaman: "Sanatçı el öpmez: sanatçının eli öpülür!"37 yanıtını veren, -Çanakkale'de kendisine karşı savaşırken bir kolunu kaybeden ünlü Fransız Generali Gouraud ile yıllar sonra Ankara'da karşılaştıkları zaman -General'in boş kolunu işaret ederek- ona: "Türk topraklarında yatan şerefli kolunuz, memleketlerimiz arasında son derece kıymetli bir bağdır!"38 diyen, -Çanakkale şehitlerini anma törenine konuşma yapmak üzere giden bir bakanına, bu savaşta ölen diğer millet askerleri için de: "Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz!"39 diye not yazdıran, -Mısır Elçisi'ne, bir sabah, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek: "Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Şu anda günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün doğu milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Bu milletler, bütün güçlüklere, bütün önlemelere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir anlaşma ve işbirliği çağı alacaktır!"40
diyen Büyük Atatürk, gerçekten insan sevgisinin ve insanlık ülküsünün, kolay erişilemeyecek bir örneği idi. Bu davranışlar, belki de insanlık tarihinde eşi olmayan şeylerdi ve Atatürk'ün büyüklüğünü, onun genişliğini, onun engin hoşgörüsünü simgeliyordu. "Yurtta barış, dünyada barış" için çalışmak, Atatürk için dünyamızda yaşayan bütün insanları birbirine daha çok yaklaştırmak, daha çok sevdirmek yolundaki çabaların bir parçası idi. O, "İnsan her şeyden önce bağlı olduğu milletin varlığı ve mutluluğu için çalışmalı; fakat başka milletlerin de huzur ve refahını düşünmelidir."41 derken, işte bu çabasını dile getiriyordu. Atatürk'e göre "Dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu sağlamağa çalışmak, demekti."42 Çünkü, "Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdu."43 İşte Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesinin kökleri böyle insancıl bir düşünceden, böyle insancıl bir ülküden kaynaklanıyordu. Atatürk'e göre: "Milletleri yönetenlerin görevi, yaşamı mutlu yapmak hususunda milletlerine yol göstermekti. Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdu. Yaşamda mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı ve huzuru için çalışmakla mümkündü. Hatta bir devlet adamı böyle hareket ederken 'Benden sonra gelecekler, acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi?' diye bile düşünmemeliydi." 44
Atatürk, karşılık beklemeksizin, insanlığın mutluluğuna hizmet edebilecek adam yetiştirmenin, en büyük zevk olduğunu söylüyor ve şöyle diyordu: "Bahçesinde çiçek yetiştiren insan, bu çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren insan da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket etmelidir. Ancak bu tarzda düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine, milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olabilirler."45
Atatürk'e göre, milletler arasında düşmanlıkların yerini akrabalık bilinci almalı idi. Kıt'alar ve milletler arasında ırkçı ve şoven yaklaşımlar, yerini bütün insanlığın paylaştığı bazı ortak değerlere bırakmalıydı. "İnsanları mutlu edecek biricik araç, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirlerine sevdirerek karşılıklı maddî ve manevî gereksinimlerini temine yarıyan hareket ve enerji idi. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ülkü yolcularının çoğalması ve başarı kazanmasıyla mümkün olacaktı. Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmeli, insanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerini almalıydı."46 Bütün milletlerin çağdaş uygarlık düzeyinde birleşmesi, bu ortak uygarlığa katılması, Atatürk'ün en samimî isteği idi; çünkü o, insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı sayıyordu.
Atatürk'e göre, insanlar arasında artık hiçbir renk, din ve ırk ayrımı tanımayan bir anlaşma ve işbirliği çağı açılmalı, milletler bağımsızlıklarını, millî niteliklerini, millî kültürlerini kaybetmeksizin, her türlü emperyalist görüşün dışında, insanlığın ortak değerlerinde birleşmeli idi. Bu ortaklaşa değerlerin kıt'aları birbirine bağlaması, insanları renk, ırk ve din farkı gözetmeksizin birbirine yaklaştırması gerekti. Çünkü insanlığın yükselmesi, insanlık ülküsünün gerçekleşmesi bu bilincin ayakta tutulmasına bağlı idi. İşte Atatürk, bu görüş ve düşünceleriyle, bu yönüyle de insanlık tarihi önünde aşılamayacak bir büyüklüğü temsil etmektedir. Son söz olarak diyebiliriz ki, Atatürk'ün yaşamı, kişiliği ve eseri incelendiği zaman, insanoğlu, hayranlığını gizleyememekte; bu millî kahramanı kutlamakta, başarıya ulaştırdığı bu kutsal mücadelenin önünde saygı ile eğilmektedir.
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 21:55:34 |
|
TÜRK DEVRİMİ
Türk Devrimi adı verilen büyük olay, iki döneme ayrılır. Birinci dönem, Mondros Ateşkes Antlaşmasından hemen sonra "Ya bağımsızlık ya ölüm!" parolası ile Millî Mücadele'ye atılan Türk milletinin bağımsızlık savaşını ve bağımsızlığın kazanılmasını kapsar. Bu dönem sonunda, yeni Türk Devleti kurulmuştur.
İkinci dönem ise yeni kurulan, millî egemenliğe dayalı bağımsız devlet yapısında ve Türk toplumunda büyük çağdaşlaşma atılımlarını içerir. Türk Devrimi'nin bu ikinci dönemi, Atatürk ilkelerinin ışığında siyasal, sosyal, hukuksal, kültürel ve ekonomik devrimlerin birbirini izlediği bir dönemdir. Atatürk de Türk Devrimi'ni bütünüyle bu çerçeve içinde yorumlamış, bu anlayış içinde tanımlamıştır: "Uçurumun kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar...
Yıllarca süren savaş.. Ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız, devrimler... İşte Türk Genel Devrimi'nin bir kısa ifadesi..."1 Türk Devrimi'nin tarihsel seyri içinde, askerî zaferleri siyasal, sosyal, hukuksal, kültürel ve ekonomik zaferler izlemiştir.
Millî Mücadele'nin askerî başarıları olmasaydı, diğer devrim hareketlerinin hiçbiri meydana gelemezdi. Bu bakımdan devrimlere yol aralayan, onlara temel oluşturan, şüphesiz ki bağımsızlığımızın kazanılmasını sağlayan askerî zaferler olmuştur. Bu nedenle Türk Devrimi'ni, birbirini tamamlayan iki dönemli bir bütün olarak yorumlamak gerekir.
Türk Devrimi, her yönüyle Türk milleti için bir yeniden doğuş, yeniden diriliş, yeniden canlanış hareketidir. Çünkü I. Dünya Savaşı sonunda yandaşları safında yenik kabul edilen bir millet, her türlü tutsaklık zincirini kırarak yenen duruma gelmiş, bu büyük zaferden sonra da bağımsız bir devlet kurarak, başardığı devrimlerle Türk milletine uygar nitelik kazandırmıştır. Türk Devrimi'nin toplumumuza getirdiği yeni düşünüş biçimi, yeni yaşam, tümüyle çağdaş ve ileriye dönük bir nitelik gösterir. Bu bakımdan Türk Devrimi'ne Türk Rönesansı, Türk Hümanizmi, Türk Aydınlanması adını verenler, haklı görünmektedir. ATATÜRKÇÜLÜK (ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ)
Atatürkçülük, Türk milletinin aklın ve bilimin yol göstericiliğinde ileri bir toplum olarak en kısa sürede çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini, milletler ailesinin bağımsız, eşit ve şerefli bir üyesi olarak demokratik ve lâik kurallar içinde mutlu bir yaşam sürmesini amaçlayan, ilkeleri Türk toplumunun gereksinim ve isteklerinden doğmuş çağdaş bir düşünceyi simgeler.
Bu düşünce sistemine Atatürkçülük, Kemalizm, Atatürkizm, Atatürk Yolu, Atatürk İdeolojisi, Kemalist İdeoloji gibi çeşitli isimler verilmektedir. Ancak hangi kavram kullanılırsa kullanılsın, amaçlanan husus, Atatürk ilke ve devrimlerinin bütün halinde oluşturduğu düşünce sistemidir.
Atatürkçülük, çağdaşlaşma yolunda sürekli bir atılımın, sürekli bir gelişmenin içinde olmamızı gerektirmektedir. Bize bu gelişmeyi, bu ilerlemeyi hazırlayacak ortam ise, lâik ve demokratik hukuk devleti düzenidir.
Bu nedenledir ki, gelişen bir Türkiye'de bütün ilerlemeler Atatürkçü düşünce ışığında, Atatürk ilke ve devrimlerinin kendisine zemin oluşturduğu bu ortamda gerçekleşmelidir.
Çünkü uygarlık yolu budur; çünkü çağdaşlaşma yolu bunu gerektirmektedir.
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ'NİN MİLLETİMİZ İÇİN ÖNEMİ VE DEĞERİ
Atatürkçü düşünce, akim ve bilimin ışığında bugünün olduğu kadar geleceğin de gereklerine yanıt verdiği, kendisini sürekli yenileyen çağdaş bir görüşü simgelediği içindir ki, zamanın akışı içinde her cumhuriyet kuşağının kaçınılmaz yaşam görüşü, vazgeçilmez yaşam biçimi olarak değerini daima koruyacaktır.
Çünkü zamanın gereklerine uymak, her çağda çağdaş kalabilmek Atatürkçülüğün amacıdır.
İşte Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin Türk milleti için önemi ve değeri, bu noktada toplanmaktadır.
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ'NİN KAYNAĞI
Atatürkçü düşünce, memleket gerçeklerinden, Türk milletinin gereksinim ve isteklerinden, Türk tarihinin yapraklarından kaynaklanmaktadır.
Bu bakımdan, bireysel bir düşünce değil, millî vicdandan, millî bilinçten kopup gelen, milletimizin ortak arzu ve eğilimlerinin simgesi olan bir düşüncedir.
Yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğunu kabul eden Atatürkçülük, akılcılığa ve bilime verdiği değer nedeniyledir ki çağdaşlaşma yolunda bugün olduğu gibi gelecekte de geçerliliğini koruyacaktır.
Zira akıl, bilim ve teknoloji rehber alınmadıkça, onların kuralları ve yöntemleri benimsenmedikçe hiçbir alanda ilerlemekten söz edilemez. Onun içindir ki Atatürk:
'Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale pozitif bilimdir."2 direktifiyle bize yolumuzu göstermiş bulunmaktadır.
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ'NİN ÖZELLİKLERİ
Atatürkçü düşüncenin en belirgin özelliği, aklın ve bilimin ışığında gelişmeye açık bir yön göstermesidir.
Atatürk ilkelerini dogma halinden kurtaran, dogmatizm'den uzaklaştıran özelliği, işte bu noktada toplanmaktadır.
Atatürkçü düşünceye göre "Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve tekniktir. Bilim ve tekniğin dışında yol gösterici aramak dalgınlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır."3 Yine Atatürk'ün şu sözleri Atatürkçülüğün bu özelliğini bütün açıklığı ile vurgulamaktadır: "Ben manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı", hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım bilim ve akıldır.
Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar."4 İşte Büyük Önder'in, Atatürkçü düşüncenin temelini belirleyen ölmez sözleri...
ATATÜRK İLKE VE DEVRİMLERİ
Atatürk ilkeleri, Türk toplumunda çağdaşlaşma yönünü belirleyen, Atatürk devrimlerine temel oluşturan ilkelerdir.
Bu bakımdan Atatürk devrimleri, Atatürk ilkelerinin eser haline dönüşmüş şekilleridir.
Atatürkçü düşünce içinde birbirine bağlı bir bütün oluşturan Atatürk ilke ve devrimleri, Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda ulaştırabilmek için aklın ve bilimin çizdiği yollan kapsar; çünkü Atatürk ilke ve devrimlerinin felsefesinde yapıcılık yatar, iyiye, doğruya, faydalıya yöneliş yatar.
ATATÜRK İLKELERİ
Atatürk ilkeleri, Millî Mücadele'nin başından itibaren Türk Devrimi'nin temelini oluşturmuş, bu devrimin uygulamalarına yön vermiştir.
Bağımsızlık, millî egemenlik, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, lâiklik, halkçılık, devletçilik, devrimcilik, barışçılık ve akılcılık Atatürkçü düşünce sisteminin temel ilkeleridir. Bu ilkeler, gerek anlamları, gerekse amaçları bakımından birbiri ile çok yakından ilişkili, birbirini tamamlayan ilkelerdir. Hepsinin amacı, Türk milletini en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine eriştirmeye yöneliktir.
Atatürk ilkeleri, tümüyle akılcı ve gerçekçi bir temele oturmuşlardır; çünkü Türk milletinin özellikleri, bugünkü ve yarınki gereksinimleri göz önüne alınarak çağdaş yaşamın gereklerini uygun olarak belirlenmişlerdir BAĞIMSIZLIK
Bağımsızlık, en önde gelen Atatürk ilkesidir. Millî Mücadele adını verdiğimiz büyük olay, her şeyden önce bu ilkenin gerçekleşmesi için yapılmış, sonunda başarıya ulaşmıştır. Çünkü esas olan, bağımsızlığına kastedilen Türk milletinin saygın ve şerefli bir millet olarak yaşaması idi; bu esas da ancak milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla sağlanabilirdi. Bu nedenle Millî Mücadele'nin parolası, "Ya bağımsızlık ya ölüm!" olmuştu.
Atatürk'ün anlatımı ile tam bağımsızlık, "Siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bunların herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğunu ifade eder."5 Bağımsız devletlerdir ki memleketlerinin iç ve dış siyasetlerini, yabancıların karışmasına imkân vermeksizin çizebilir ve yürütebilirler; dışa bağımlı devletler için böyle bir serbestlik söz konusu olamaz. Atatürk, Türk Bağımsızlık Mücadelesi'nde, bu ilkenin önemini şu sözleriyle belirtmiştir: "Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu, bütün anlamıyla koruyabilmek, gerekirse son bireyin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek! İşte bağımsızlık ile özgürlüğün gerçek niteliğini, ge-niş anlamını, yüksek değerini vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez ilke..."6
Atatürk'ün bu sözlerinin büyük değeri vardı; çünkü, "Bağımsızlıktan yoksun bir millet, ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir muameleye lâyık olamazdı. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden yoksunluğu, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı getirmelerine asla ihtimal verilemezdi."7 İşte Millî Mücadele adını verdiğimiz kutsal savaşım, Türk milletini bağımsızlıktan yoksun bırakmak isteyenlere karşı bu düşüncelerin ışığında yapılmış, sonunda tam bağımsız bir Türk Devleti kurulmasıyla başarıya erişmişti.
Millî sınırlarımız içinde, millet egemenliğine dayalı, bağımsız bir devlet olarak varlığımızı sürdürmek, bu temel kural uğrunda her türlü özveriyi, her an yapmaya hazır olmak, Atatürkçülüğün özünü ve amacını oluşturmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için, şüphe yok ki her şeyden evvel kuvvetli olmak, kendi kuvvetimize dayanmak gerekmektedir
MİLLÎ EGEMENLİK
Millî egemenlik, yani milleti bizzat kendi yazgısına egemen kılmak esası, Atatürkçülüğün bağımsızlıkla iç içe girmiş ikinci büyük ilkesidir. Bu ilkeye göre, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir; hiçbir anlam, hiçbir şekil ve hiçbir surette ortaklık kabul etmez. Bu irade, bütün millet bireylerinin isteklerinin, emellerinin birleşmesinden oluşması nedeniyledir ki toplum içinde her kuvvet, bu iradeden doğar; ancak bu iradeye uymak suretiyle yaşayabilir. Atatürkçü düşünceye göre, milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, yok olmaktır.
Yine Atatürk'e göre, "Toplumda en yüksek özgürlüğün, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması, ancak tam anlamıyla millî egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bu nedenle özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir."8 Türk Bağımsızlık Savaşı bu görüşlerin ışığı altında milletin, egemenliğini kendi eline almasıyla başlamış, bu irade gücü ile başarıya ulaşmıştır.
Milletimizin yüzyıllar boyunca başına gelen bütün felâketler, kendi alın yazısını, kendi iradesini, kendi yönetimini başkalarının eline bırakmasından kaynaklanıyordu. Bu bırakış nedeniyledir ki, I. Dünya Savaşı'nın sonunda uçurumun kenarına kadar getirilmiş, galip devletler tarafından nerede ise tarihten silinmek istenmişti. Türk milleti, bu acı tecrübelerin ışığında artık uyanmıştı. Kendi iradesini, kendi yönetimini artık başkasının elinde görmek istemiyordu; bu nedenle, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışı, milletin yüzyıllar süren arayışlarının özünü, onun bizzat kendisini yönetmek bilincinin canlı örneğini oluşturuyordu.
Atatürk'e göre: "Bir milletin egemenliğini anlayabilmesi ve onu güvenle koruyabilmesi, birtakım özel niteliklere ve üstün öğrenim ve eğitime sahip olmasına bağlıdır. Bir milletin siyasal eğitiminde, sosyal eğitiminde, vatan sevgisinde noksan varsa, öyle bir millet egemenliğini gerektiği derecede kuvvetle elinde tutamaz."9 Bu bakımdan millî egemenliği yaşatma hususunda vatandaşların gerekli nitelikte yetiştirilmesi büyük önem taşır.
CUMHURİYETÇİLİK
Cumhuriyetçilik, devlet yönetiminde millî egemenliği, millî iradeyi ve özgür seçimi esas kabul eden ilkenin adıdır. Bu ilkenin yönetim biçimi ve siyasal rejim olarak ifadesi, cumhuriyettir. Bu tarz yönetim, millî egemenlik kavramını en iyi temsil edecek, en iyi gerçekleştirecek, en iyi uygulatacak bir devlet şekli olup demokrasinin de en gelişmiş biçimidir, durumudur. Atatürk'e göre: "Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan bu yönetim şekli, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir." 10
Türk milleti, yüzyıllar boyunca kendi egemenliğini, kendi iradesini kullanmasına engel olan rejimlerin acılarını çekmiş, nihayet kendine en uygun yönetimin cumhuriyet olduğunu görmüştür. Bu tarz bir yönetimde, egemenliğin herhangi bir kişi, zümre veya sınıfla paylaşılması söz konusu olamaz. Cumhuriyet rejiminde bir görevin, ilâhî bir kuvvete dayanması veya babadan oğula geçmesi gibi bir veraset usulü yoktur; egemenlik bütünüyle millete aittir. Millet bu egemenliğini, kendi seçtiği temsilcileri aracılığıyla kullanır. Seçimle iş başına geliş de görev bakımından belli bir dönemi kapsar; yani cumhuriyet rejiminde ömür boyu bir görev söz konusu olamaz. İşte bu yönetim sayesindedir ki devleti yönetmeye lâyık olanlar, milletin reyi ve iradesi ile işbaşına gelebilirler. Cumhuriyetin erdemi ve üstünlüğü buradadır.
MİLLİYETÇİLİK
Atatürkçülüğün en önemli ilkelerinden biri de milliyetçiliktir. Bu ilke, Millî Mücadele'nin doğuşunda ve başarıya ulaşmasında başlıca rolü oynamıştır; zira yeni kurulan devlet, artık milletler topluluğuna değil, sadece Türk unsuruna dayanıyordu, bu sebeple ulus devletti, millî bir devletti.
Atatürkçü düşünce, Türk milletini dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir toplum olarak kabul etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre, Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür; çünkü bu kişiler aynı dili konuşmakta, aynı kültürü paylaşmakta, aynı ülküyü taşımaktadırlar. Bu anlayış içinde her bireyimizin amacı, Türk milletinin mutluluğu, birlik ve beraberliği için çalışmak, bu kutsal vatanı daha güzel, daha bayındır hale getirmektir. Bu nedenle millî sınırlarımız içinde, millî benliğimizi duyarak varlığımızı yükseltmeye çalışmak, Atatürk milliyetçiliğinin esasıdır.
Irkçılığı reddeden Atatürk milliyetçiliği bütünleştirici, birleştirici, vatan yüzeyinde millî birliği sağlayıcı bir milliyetçiliktir. "Ne mutlu Türk'üm diyene!" özdeyişiyle kalplere millî iman perçinleyen Atatürk, aynı zamanda insanlık ülküsünün ve insan sevgisinin de simgesidir. "Biz kimsenin düşmanı değiliz; yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız."11 diyen Atatürk'tür. Bu bakımdan, Atatürkçülüğün milliyetçilik anlayışı hiçbir zaman bencil bir milliyetçilik değildir; aksine bu anlayış, insanî bir ülkü ile el ele yürümektedir. Atatürk milliyetçiliğine göre, Türk vatandaşları her şeyden önce kendi milletinin varlığı ve mutluluğu için çalışacak, fakat başka milletlerin de huzur ve refahını düşünecektir. İşte Atatürkçü düşünce sisteminin "Yurtta barış, cihanda barış" ilkesi, milliyetçiliğimizin bu insancıl yönünü işaret etmektedir.
LÂİKLİK
Lâiklik, genel anlamda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinî inançların devlet yönetiminde ve siyasette rol oynamaması esasına dayanır.
Milletimiz yüzyıllar boyunca devlet yönetiminde bu ilkenin uygulama alanı bulamamasının çok acılarını çekmiş; bu zararlarını görmüş, sonuç olarak çağdaş gelişme ve ilerlemesi geri kalmıştı. Bu bakımdan Atatürkçü düşünce, lâiklik ilkesini Türkiye Cumhuriyeti'nin ve çağdaş Türk toplumunun temel ilkelerinden biri olarak benimsemiştir.
Lâikliğin ayrıntılarına inecek olursak, devlet yönetimine dinî kural ve görüşlerin karıştırılmaması yanında, toplumda din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması, din ve mezhepleri ne olursa olsun yurttaşlara eşit davranılması, devletin resmî bir dininin bulunmayışı, eğitimin lâik, akılcı ve çağdaş esaslara göre düzenlenmesi, bu ilkenin başlıca unsurlarını oluşturur. Lâiklik bu nitelikleriyle toplumda fikir ve inanç ayrılıklarının düşmanlığa dönüşmesini önleyen, vatandaşları hoşgörülü davranmaya yönelten, bu nedenle ülkede birlik ve beraberliği sağlayan temel unsurlardan biridir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki lâiklik anlayışında din, devlet ve dünya işlere karışmayacak, vicdanlardaki yüksek ve kutsal yerini koruyacaktır. Lâiklik dinsizlik, din düşmanlığı, dine baskı, dine saygısızlık değildir ve bu anlamlarda yorumlanamaz; tam tersine lâiklik dinin her türlü çıkar hesaplarından uzak tutulması, siyasete âlet edilmemesidir. "Din, gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur"12 diyen Atatürk'ün aşağıdaki sözleri de lâikliğin sağladığı din ve vicdan özgürlüğünün önemini ve dinin hiçbir zaman siyasete âlet edilmemesi gereğini vurgulamaktadır: "Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman siyaset aracı olarak kullanılamaz.
HALKÇILIK
Halkçılık ilkesi, Türk toplumunda birey, aile, zümre ve sınıf egemenliğinin olamayacağı, bütün millet bireylerinin yasa önünde eşitliği esasına dayanır.
Bu sebeple Atatürkçü düşüncenin halkçılık anlayışı, vatanı ülkesi ve milletiyle bölünmez bütün kabul eden görüşten kaynaklanmaktadır. Türk toplumunda bir sınıfın diğer sınıf veya sınıflar üzerinde egemen oluşu, Atatürkçü halkçılık ilkesi ile bağdaşamaz.
Çünkü Atatürkçülüğün halkçılık anlayışı, bütün millet bireylerini ayrılık gözetmeksizin memleketin öz evlâdı kabul etmek, onların temel hak ve özgürlüklerini güven altına almak, devlet yönetimine eşit olarak katılmalarını sağlamak, onları yasa önünde eşit tanımak kuralına dayanır.
Halkçılık ilkesinde devletin vatandaşa, vatandaşın da devlete karşılıklı hak ve görevleri en çağdaş, en insanî şekilde düzenlenmiştir. Millet bireyleri arasında ayrıcalık tanımayan bu ilke, millî egemenliğin ve millî iradenin milletten kaynaklandığını göstermesi bakımından demokrasi anlayışını da simgeler.
Bu ilkede "Millete efendilik yoktur; hizmet etme vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur."
DEVLETÇİLİK
Atatürkçü düşüncenin devletçilik ilkesi, Kurtuluş Savaşı'ndan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra, memleketin en kısa zamanda kalkınması sürecinde, özellikle ekonomik alanda bireylerin yapamayacağı bazı işleri devletin üzerine alması esasına dayanır.
Atatürkçü devletçilik anlayışı herhangi bir doktrine bağlı olmaksızın, bizim o dönem gereksinimlerimizden doğmuş bir ilkeyi simgeler. Bu ilkenin, her ekonomik faaliyeti yalnız devletin uğraşı alanı sayan düşünüş ve yollarla hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine, kişisel girişim ve faaliyet, uygulamada ekonomik ilerlemenin esas kaynağı olarak kabul ediliyordu.
Çünkü bireylerin her görüş noktasından olduğu gibi özellikle ekonomik alandaki özgürlük ve girişimleri önünde devletin kendi faaliyetleri ile bir engel oluşturmaması, demokrasi anlayışının en önemli esası idi. Ancak bireysel girişim ve faaliyetin yetersiz kaldığı noktada devlet faaliyetinin sınırı başlamalıydı. Atatürk, devletçilik ilkesini şu şekilde açıklamaktadır: "Türkiye'nin uyguladığı devletçilik sistemi, on dokuzuncu yüzyıldan beri sosyalizm kuramcılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin gereksinimlerinden doğmuş, Türkiye'ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Bireylerin özel girişimlerini ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin bütün gereksinimlerini ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri bireysel ve özel girişimlerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı.
Bizim izlediğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizm'den başka bir yoldur"15. Görülüyor ki Atatürkçü devletçilik anlayışı, kalkınma sürecinde olan Türkiye'nin ekonomi siyasetinde devleti, yapıcı ve yönetici olduğu kadar düzenleyici bir unsur kabul etmektedir. Bu anlayışta devletin müdahalesinden çok, ekonomiyi birey ve devlet el ele geliştirmek, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi bayındır hale getirmek için milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti ilgili kılmak söz konusudur. Kalkınma süreci içinde durum ve şartlara göre, bireysel girişimin yanı sıra kamu yararının söz konusu olduğu alanlarda devlete de görev yükleyen Atatürkçü devletçilik ilkesi, ekonomik alanda "karma ekonomi" kavramıyla ifade edilebilir.
Ekonomik kalkınmada alt yapı oluştuktan, özel sektörün malî yönden girişim imkânları geliştikten sonra, devlet zorunlu olarak ekonomik müdahale ve faaliyetlerini sınırlayacak, bu girişim ve faaliyetleri özel sektöre ve rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisine bırakacaktır.
DEVRİMCİLİK
Devrimcilik Atatürk'ün ifadesiyle, "Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumlan yıkarak yerlerine, milletin en yüksek uygar gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır."16 Bu nedenle Atatürkçülüğün devrim anlayışı, eskiyi, kötüyü, çirkini yıkıp yerine yeniyi, iyiyi ve güzeli koymaktır. Bu devrim anlayışı, bilim ve tekniğin ışığında sürekli bir çağdaşlaşmayı öngörür. Bu nedenledir ki atılımlarda kararsızlık ve şüphe yerine inanç ve değişmez karar söz konusudur.
Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, uygarlık dünyasında yerimizi almak, ancak gerek düşünüş biçimi gerekse kurumlar açısından o uygarlığın gereklerini yerine getirmekle mümkündür. Türk Devrimi, bu büyük işi, her biri diğerini tamamlayan bir dizi devrimlerle başardı. Amaç, her yönüyle çağdaş bir toplum haline gelmekti. Atatürk bu hususu şu sözleriyle belirtiyordu: "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline eriştirmektir. Devrimlerimizin temel kuralı budur."17
Atatürk'ün devrimcilik anlayışı, reform kavramıyla bağdaşamaz; çünkü reform yeniden düzenleme olmakla beraber, bu düzenlemenin içinde eski ile yeninin, zararlı ile faydalının yan yana yaşaması da söz konusudur. Tanzimat'tan bu yana Osmanlılarda düşünülen bütün yeniliklerde, yapılan bütün reform ve devrimlerde bu ikilik yaşatılmıştı. Yeni mahkemelerin yanında şer'î mahkemeler, yeni okulların yanında medreseler, yeni kıyafetin yanında eski kıyafet beraber yürürlükte idi. Atatürk Devrimi'nin en büyük özelliği, sadece yeniyi, iyiyi, faydalıyı kabul etmekle, kendisine kadarki devrim hareketlerinde süregelen bu ikiliği ortadan kaldırmak olmuştur
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 21:56:50 |
|
BARIŞÇILIK
Atatürkçülük, bütün insanlığın barış ve huzur içinde yaşamasını ister. Bu bakımdan barışçılık ilkesi, Atatürkçü düşüncenin vazgeçilmez bir unsurudur. Barışçılık, bağımsız bir devlet olarak yurdumuzda mutlu bir yaşam sürmemizi amaçladığı gibi, bizim dışımızda diğer milletlerin de birbirleriyle iyi ilişkiler içinde yaşamalarını öngörür. Atatürk'e göre, "Türkiye Cumhuriyeti'nin en esaslı ilkelerinden biri olan 'Yurtta barış, cihanda barış' ilkesi, insaniyetin ve uygarlığın refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir."18 Bu kuralın bütün devletlerce bir siyaset esası sayılması, tüm insanlığın mutluluğu için şarttır.
Ülkede huzurun temini, şüphesiz ki bütün vatandaşların güven duygusu içinde mutlu bir yaşam sürmelerine bağlıdır. Bu bakımdan yurt güvenliği içinde bireylerin de hak ve özgürlüklerini, kişisel güvenliklerini düşünmek ve sağlamak, cumhuriyet rejiminin görevleri arasındadır.
İç barış, bütün insanlığın mutluluğu açısından dış barış ile tamamlanmalıdır. Bu bakımdan komşuları yanında diğer bütün devletlerle de iyi geçinmek, iyi ilişkiler içinde olmak Atatürkçü dış politikanın esasını oluşturmaktadır. Bu ilkeye göre milletlerarası anlaşmazlıklar, her şeyden önce barışçı yollarla çözülmeli, askerî harekât, siyasal faaliyetin ümitsiz olduğu noktada başlamalıdır.
Yurtta barış, cihanda barış ilkesinin yaşayabilmesi, her şeyden önce yurdumuzu ve haklarımızı koruyacak kuvvette olmamıza bağlıdır. Ancak bu önemli unsurun yerine getirilmesinden sonradır ki, barışı koruyacak uluslararası çabalara gerek vardır. Atalarımızın "Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh!" sözü bu anlamdadır.
AKILCILIK, BİLİMCİLİK, GERÇEKÇİLİK
Akılcılık, yani sorunlara akılcı görüşle yaklaşım, Atatürkçülüğün diğer bir ilkesidir. Atatürkçülüğün bütün ilkeleri temelde akılcılık, bilimcilik ve gerçekçilikten kaynaklanmaktadır; diğer bir ifade ile bu ilkelerin hepsinin özünde akılcılık, bilimcilik ve gerçekçilik yer almaktadır. Çünkü bu ilkeler, hayalden, teoriden değil, doğrudan doğruya yaşamdan doğmuş ilkelerdir.
Gerçeği aramak, gerçeğe yönelmek, gerçeği konuşmak Atatürk'ün yöntemi idi. Onun, "Biz daima gerçek arayan ve onu buldukça, bulduğumuza inandıkça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız!19 sözü, bu yöntemi yansıtıyordu. Bu bakımdan Atatürkçülük akla değer verir, olaylara bilim gözüyle bakar, gerçeği kavramaya çalışır. Hayal gücü ile sorunlara yaklaşmak, önyargılarla hareket etmek, Atatürkçü düşünce ile bağdaşamaz. Atatürk'e göre, "Akıl ve mantığın çözemeyeceği sorun yoktur."20 "Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan ulaşmak arzu edilir olmakla beraber, yolun makul, mantıkî ve özellikle bilimsel olması şarttır."21
Atatürk'ün gerçekçiliği de akla, mantığa ve bilime verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Çünkü akıl, mantık ve bilim, devlet yönetiminde ve toplum yaşamında dogmalardan kurtularak gerçekçi olmamızı sağlar. Gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük hata olamaz. Bu sebepledir ki Atatürk, "Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin binbir felâket ve elem kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır."22 diyordu.
Atatürk'e göre "Bugünkü Türkiye halkı ve hükümeti, tükenmez emeller peşinde koşup kendi evini unutan ve harap bırakan serüvenci insanlardan değil-di."23 Tersine, artık kendi vazgeçilmez çıkarlarını düşünmek, bunları gerçekleştirmek istemekteydi. Bu konuda Atatürk şunları söylüyor: "Yüzyıllardan beri Türkiye'yi yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye'yi! Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde telâfi edebiliriz: O da artık Türkiye'de Türkiye'den başka bir şey düşünmemek!"24
Gerçekçilik ilkesi, iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de yolumuzu çizmiştir: "Erişilemeyecek hayalî emeller peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara sokmamak... Uygar dünyadan, uygar ve insanî davranış ve karşılıklı dostluk beklemek..."25
Atatürkçülük dün olduğu gibi bugün de toplumumuzun sorunlarına akılcı, bilimci ve gerçekçi bir görüşle yaklaşılmasını, sorunların bu görüşle çözümlenmesini gerektirmektedir.
ATATÜRK DEVRİMLERİ
Türk Bağımsızlık Savaşı'nın kazanılmasından sonra Atatürk için en önemli konu, Türk toplumunu içinde bulunduğu karanlıktan kurtarmak, ona çağdaş yaşamın yollarını göstermek idi.
Onun içindir ki Büyük Adam, 30 Ağustos 1922 Zaferi'nden hemen sonra: "Millî Mücadele'nin birinci evresi kapandı. Artık ikinci evresi başlıyor!"26 demişti. Amaç çağdaşlaşmak, en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak idi.
Toplumu geri bırakan zincirleri kırmak, onun ilerlemesine set çeken engelleri ortadan kaldırmak gerekiyordu. Atatürkçülüğün ilkeleri bu amaçla ortaya konmuştu. Bu ilkelerin ışığında zaman geçirmeksizin atılımlar yapmak, bu atılımları Türk milletinin yaşam biçimi haline getirmek gerekiyordu. İşte bu büyük işi, Atatürk devrimleri başardı.
Atatürk devrimlerini 1-Siyasal, 2-Toplumsal, 3-Hukuksal, 4-Kültürel ve 5-Ekonomik alanlar içinde incelemek, onları daha kolay kavramamıza yardım eder. Atatürk ilkelerinden kaynaklanan bu devrimler de, ilkeler gibi aynı amaca yönelik, birbirine bağlı, birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturur.
SİYASAL DEVRİMLER
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışı ve kısa süre sonra 20 Ocak 1921 tarihinde millî egemenliğe dayalı yeni Anayasa'nın kabulü, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması, 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilânı, 3 Mart 1924'te halifeliğin ve aynı tarihte Seriye Vekâleti'nin kaldırılması, Anayasa'da lâiklik ilkesinin ışığında bazı değişiklikler yapılması ve nihayet 5 Şubat 1937'de lâiklik ilkesinin Anayasa'da yer alışı Türk Devrimi'nin siyasal alanda gerçekleştirdiği başlıca devrimleri oluşturur
SALTANATIN KALDIRILMASI
Osmanlı saltanatı, 1517 yılında itibaren halifelikle de birleşmiş, padişahın iradesi artık tamamen teokratik bir nitelik kazanmıştı. Yüzyıllar boyunca süren bu yönetim şekli, şüphesiz ki milletin haklarına el koyan, millî egemenliği bir kişiye devreden yönetim biçimiydi. I. ve II. Meşrutiyet devrimleriyle açılan meclisler uzun süre yaşamamış, millet egemenliğini yine padişah ve halife sıfatını taşıyan kişi elinde tutmuştu. Bu yönetim şekli yüzünden milletin uğradığı kayıplar, düşünülemeyecek kadar çoktu. Varlığını korumak için bir anlamda bilgisizlik ve bağnazlığı da beraberinde sürükleyen bu yönetim, son zamanlarda milletimiz için gerçekten en zararlı bir düşman haline gelmişti.
Nihayet, bu yönetimin düşmanlarla anlaşarak Millî Mücadele'yi baltalama girişimleri ve sonunda Sevr Antlaşması'nı imzalayarak milleti idama mahkûm edişi, padişahlık rejimini, memlekete ihanete kadar götürmüştü. Bütün bu kötülüklere karşın, Anadolu'da Büyük Zafer kazanıldıktan sonra, Padişah'ın ve onun hükümetinin zafere ortakmış gibi İtilâf Devletleri tarafından barış görüşmelerine davet edilmesi, bu rejimin bir an önce kaldırılmasını zorunluk haline getirdi. Esasen bütün çağdaş devletler, birey ya da zümre egemenliğine dayanan yönetimlerden kurtularak millî egemenliğe dayalı cumhuriyete gidiyordu. Yeni Türk Devleti'nin de bu yönetimi benimsemesi doğaldı. 1 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi, verdiği tarihî kararla saltanatla hilâfeti birbirinden ayırarak saltanata son verdi.
Saltanatın kaldırılmasıyla, padişahlık rejimi tarihe karışıyor, Türk milletinin yönetimi ve alın yazısı hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın kendisine bırakılıyordu.
CUMHURİYETİN İLÂNI
24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti'nin bağımsızlığı kabul edilmişti. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923'de Ankara Türkiye Devleti'nin Hükümet Merkezi oldu.
Artık, mevcut rejimin isminin de bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar Devlet Başkanlığı görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak Atatürk tarafından yürütülmüştü. Diğer taraftan bazı yabancı ülkeler de Lozan Antlaşması'nı onay için Türkiye'deki yeni devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyorlardı. Bu sıralarda, 27 Ekim 1923'te İcra Vekilleri Heyeti'nin istifası ve Meclis'in güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması da bu soruna ivedi bir çözüm gerektirdi. İşte, iç ve dış şartların doğurduğu bu gelişmeler sonucu 29 Ekim 1923 akşamı cumhuriyet ilân edildi. Bu suretle yeni devletin yönetim biçimi bütün açıklığı ile ismini almış oluyordu.
Cumhuriyetin ilânı ile "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" kuralı, artık devlet yönetiminde, en belirgin şekliyle yerini alıyor; demokrasiye giden yol daha aydınlık olarak çiziliyordu.
Atatürk, cumhuriyeti ilân ederken demokrasinin bütün kurallarının zamanı geldikçe uygulanması görüşünde idi. Türk milletinin, siyasal haklarını dilediği gibi kullanması, memlekette çoğulcu demokrasinin işlerlik kazanması, onun baş amacı idi. Nitekim çok partili döneme geçme ile ilgili Atatürk döneminde yapılan iki büyük deneme, bu hususu göstermektedir; ancak çağdaşlaşmayı amaçlayan büyük devrimlerin yapıldığı bu dönemde, muhalefet partileri iyi niyetlerine rağmen kendilerine katılan gerici çevrelerin, cumhuriyet rejimini devirmek isteyen fırsatçıların da gizli faaliyet odakları haline geldi. Bu suretle şartların henüz müsait olmadığı bir dönemde, çok partili rejim, ister istemez bir süre daha ileriye bırakıldı.
Bu bakımdan Atatürk dönemini ve bu döneme egemen olan tek parti rejimini, Türkiye'yi çoğulcu demokrasiye ulaştırma yolunda gelecek için engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, bu nedenle halkın siyasal ve sosyal eğitime önem veren bir zaman aralığı olarak yorumlamak gerekir.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
Saltanatın kaldırılmasına, cumhuriyetin ilânına karşın hiçbir gereği kalmayan halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu. İstanbul'daki son halife de bu durumdan yararlanarak cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsünü vermekten çekinmiyor, tantanalı törenler düzenliyor, devlet bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu.
Bu tutum, devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor, bir kısım basın da halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu. Halbuki büyük özverilerle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti'ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi. Artık halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı.
Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha attı; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında "halifeli cumhuriyet" söz konusu olamazdı. Anayasa'da, 1928'de yapılan bir değişiklikle "Türkiye Devleti'nin dini, din-i İslâmdır" maddesinin de kaldırılması, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937'de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa'da yer aldı.
KADIN HAKLARI
Çağdaş hukuk devleti kurmanın baş koşulu, toplum içinde erkeğe olduğu gibi kadına da sosyal, kültürel ve siyasal haklarını tanımak, bu haklara saygı göstermekti. Çağdaşlaşmanın ve çağdaş bir toplum olabilmenin yolu ve yöntemi bu idi; çünkü kadın haklan bir anlamda insan haklarının da ayrılmaz bir parçası idi. İnsan kavramının kadın ve erkek birlikte oluşturmakta, bu kavrama her iki cins birlikte anlam kazandırmaktaydı. İşte bu anlayışla hareket eden Atatürk Devrimi, Türk kadınına, yüzyıllarca ihmal edilen sosyal ve siyasal haklarını kazandırdı. Bu haklar, Atatürk'ün özlemi idi. Büyük Adam, "Siyasal ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna"27 inanıyor; "Türk kadınının, dünya kadınlığına elini vererek yine dünyanın barış ve güveni için çalışmasını"28 istiyordu.
Türk kadın haklan, ülkemizde uzun yıllar kadının nüfus sayımında toplama dahil edilmediği, aile yaşamında haremlik ve selâmlığın hüküm sürdüğü, kadın gözlerinin peçe ile dış âlemden uzaklaştırıldığı bir toplum mirasında gerçekleştirildi. Teokratik devlet düzeninden lâik devlet düzenine geçiş ve bu düzenin gereklerini benimseme, kadın hakları adını verdiğimiz büyük devrimin başarılmasında da başlıca etken oldu. Bu devrim sayesinde Türk kadını, birçok ülke kadınından önce sosyal ve siyasal haklarına kavuştu.
Türk kadını hiç de lâyık olmadığı harem kafeslerinden, bugün bilim kürsüsüne, yargıç kürsüsüne, parlâmento kürsüsüne yükselmişse, bu aşamaları hiç şüphesiz yeni bir çağ başlatan Türk Devrimi'ne borçludur. Kadınlarımız bu haklarını bir lütuf olarak değil, onurlu bir görevin karşılığı, bir hak olarak kazandılar. Bu bakımdan Türk kadın hakları, uygar dünya önünde, Atatürk Devrimi'nin kadına verdiği değeri belirleyen büyük çağdaş atılımlar oldu.
ŞAPKA VE KIYAFET DEVRİMİ
Çağdaş giyim-kuşam, uygar oluşun en doğal işareti idi. Bu sebepledir ki Atatürk, çağdaşlaşma atılımları içinde, şapka ve kıyafet devrimine büyük önem verdi.
O zamana kadarki mevcut kıyafetimiz ne millî ne de uygar idi.
Fes, kalpak, külah, takke, sarık gibi başlıkların yanı sıra cübbe, ceket, şalvar, potur, pantolon gibi her çeşit kıyafet, toplumumuza dış görünüş bakımından karmaşık bir manzara veriyordu. Halbuki fikriyle, düşünüş biçimiyle uygar olmaya karar veren Türk milleti, bunu yaşayışıyla, dış görünüşüyle de kanıtlamalıydı. Daha önceleri başlık ve kıyafette bazı yenilikler yapılmışsa da eski ile yeninin bir arada yaşatılması nedeniyle bu atılımlar, gerektiği gibi gerçekleştirilememişti.
1925 yılında gerçekleştirilen şapka ve kıyafet devrimiyle toplumumuz, çağdaş giyim şekline kavuşmuş, yaşam tarzı bakımından uygar milletlerle birlik ve beraberlik içinde olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan şapka ve kıyafet devrimleri şekilden öze geçen, belirlediği düşünüş biçimi bakımından çağdaş dünyaya açılan, çağdaş düşünce ile bütünleşen büyük ve bilinçli devrimlerdir.
TEKKE, ZAVİYE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI
Osmanlı döneminde tekkeler, gitgide, çalışmaksızın tevekkül* felsefesini işleyen yerler haline dönüşmüştü; halbuki insanları daha yaşarken dünyadan uzaklaştırıp onları uhrevî âleme çekmek, çağdaş yaşam ile bağdaşamazdı.
Toplum yeni bir enerjiye, yeni bir atılıma gereksinim gösteriyor; çağdaş yaşam, insanları çalışmaya, bu çalışmanın yaşarken ödülünü almaya çağırıyordu. Türbeler ise türbedarlar eliyle ölmüş kişilerin manevî varlığından çıkar sağlamaya çalışılan, çalışmaksızın onlardan medet umulan odaklar haline getirilmişti. Ayrıca tekke ve zaviyelerin başında bulunanlar siyasal amaçlarla ve çoğu kez dini siyasete âlet ederek masum vatandaşları suça yöneltiyorlardı.
Türkiye Cumhuriyeti artık, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamazdı. İşte 30 Kasım 1925'te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı.
SOYADI YASASI
1934 yılında çıkarılan "Soyadı Yasası" ile her Türk'ün öz adından başka bir soyadı taşıması ve bu soyadının, isimden sonra kullanılması kabul edildi. Bu suretle her aile reisi, kurduğu aile birliğini belirtmek üzere ortak bir soyadı taşıyacaktı.
Soyadı Yasası, toplumdaki isim kargaşalığını önlediği gibi, isimlerin başına takılan bir sürü yersiz ve özenti sıfatları da ortadan kaldırdı. Artık her Türk, mensup olduğu aileye ait bir soyadı taşıyor; kız evlât, evlendiği zaman eşinin soyadını alıyordu. Bu yasanın çıkışından sonra, Türk Devrimi'nin yaratıcısı Mustafa Kemal'e de yasa ile "Atatürk" soyadı verildi.
Soyadı Yasası, her çeşit işlemlerde isim kargaşasını önlemesi bakımından toplum yaşantımızda önemli bir devrim oldu.
EKONOMİK DEVRİMLER
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra çağdaş uygarlığa erişme yolunda gerçekleştirilmesi gereken hususlardan biri, belki de birincisi, ekonomik kalkınma idi. Bu bakımdan cumhuriyet yönetiminin devraldığı fakir ekonomi mirası üzerinde, Türk milletine yeni bir yaşam vermek üzere yapılan girişimler, millî ekonomi ile ilgili yasa ve kararlar, kamu yararını gözeten büyük yatırımlar, kurulan büyük tesisler Türk Devrimi'nin ekonomik alanda gerçekleştirdiği başlıca büyük işler oldu.
Türk Devrimi'nin ekonomi politikası da diğer alanlardaki politikalar gibi bir doktrinden değil, doğrudan doğruya memleket gerçeklerinden, milletin gereksinimlerinden kaynaklanıyordu. Atatürk bu hususu ifade ederken: "Özellikle ekonomik faaliyeti dayandıracağımız esaslar, her türlü bilgiyle beraber, doğrudan doğruya memleketimiz topraklarını koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek belirlenecektir. Sanayi ve ticaretimiz için de aynı düşünüş egemen olacaktır."30 diyordu.
24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Antlaşması ile kapitülâsyonların kaldırılması, yeni Türk Devleti için başlı başına bir devrimdi. Kapitülâsyonlar yıllarca ekonomik gelişmeyi zincir altına almış, yabancı çıkarlarını ön plânda tutarak millî ekonominin aleyhine, milleti ve devleti durmaksızın sömürmüştü. Osmanlı Devleti'nin dış borçlanmaları da bağımsızlığımıza zarar verecek, yabancıların maliyemize karışmalarını gerektirecek biçimde işlemişti. Lozan Ant-laşması ile bu borçlar da, ödeme koşulları bağımsızlığımıza dokunmayacak şekilde düzenlendi; çünkü yeni devlet, bir daha eski hatalara düşmek, çıkmaz yollara sürüklenmek istemiyordu. Türk Devrimi, ekonomik yaşam denince; tarım, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir bütün sayıyordu. Bu anlayış içinde Türk ekonomisini kalkındırmak üzere büyük atılımlar yapıldı ve millî bir ekonomi dönemi başlatıldı. Bütün bu gelişmelerde devlet ve birey, Atatürkçü devletçilik anlayışına uygun olarak birbirlerine karşıt değil, tersine birbirlerinin tamamlayıcısı olarak görev yaptılar. Ekonomide plânlı kalkınmaya önem verilerek 1933 yılında ilk beş yıllık, 1937 yılında da ikinci beş yıllık plân uygulamaya konuldu.
Bu dönemde tarım, millî ekonominin temeli kabul edildi. Bu nedenle tarımda kalkınmaya büyük önem verildi. Tarımsal ürünlerimizin miktarını artırmak, kalitesini yükseltmek, üretim masraflarını azaltmak için gerek teknik gerekse yasal her önlem alındı. Her çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması da memleketin üretimini çoğaltacak, artıracak başlıca çarelerden biri olarak görüldü.
1925 yılında aşarın kaldırılması, köylünün ferahlaması bakımından büyük bir aşama oldu. Osmanlı döneminde köylü, tarımsal ürününün yüzde onunu devlete vermekle yükümlü idi ve bu vergi "aşar" adını alıyordu. Şeriattan kaynaklanan bir usul olarak yüzyıllarca yaşatılmış olan bu sistem, fakir Anadolu köylüsünü belini doğrultamaz hale getirmişti; zira ürün alsın almasın, köylü bu vergiyi miktarı değişmeksizin ödemek zorunda idi. Mültezim* adı verilen kişiler, her yıl köye gelir, bu ürünü zorla alırlardı; bu vergiye itiraz hakkı yoktu. Zamanla mültezimlik müessesesi de tamamen bozulmuş, devlet yetkililerinin dilediğine verdiği bir görev haline getirilmişti. Mültezimler, para ile satın aldıkları bu görevde halka zulmetmekten çekinmiyorlardı. Cumhuriyet yönetimi bu haksız vergi sistemine son vermek, yerine âdil bir sistemi getirmekle tarım alanında büyük bir atılım yapmış oldu.
Cumhuriyet döneminde millî ticarete büyük önem verildi. Küçük esnafa ve küçük sanayi erbabına, gereksindikleri krediyi kolay ve ucuza vermek suretiyle bu kesim de desteklendi. İç ve dış ticarette üreticinin emeğini değerlendiren büyük atılımlar yapıldı. Sanayi faaliyetlerine de önem verildi. 1927 yılında "Sanayii Teşvik Yasası" çıkarılarak sanayi hareketleri büyük ölçüde özendirildi. Büyük, küçük her çeşit sanayi geliştirildi. Bireysel girişimin olanaklarını aşan alanlarda devlet yatırımları ile büyük tesisler kuruldu; bu arada ordunun gereksinimi olan araçları da karşılamak üzere büyük fabrikalar kuruldu. Madenlerin, ormanların, kara, deniz ve hava yollarının işletilmesinde büyük gelişmeler oldu.
Bütün bu etkinliklerin yanı sıra bayındırlık işleri de hız kazandı. Atatürk, "Bu geniş memleketi bayındır hale getirmek gerekir. Bu halk, zengin olmaya mecburdur. Memleket bayındır olmazsa, bu halk zengin olmazsa, size hâlâ ya-şamak imkânından söz ederlerse inanmayınız!"31 diyordu. Cumhuriyet hükümetlerinin o zamanki bütçesi ile tutumlu davranışlara son derece dikkat edilerek büyük bayındırlık faaliyetlerine girişildi. Yollar, demiryolları, köprüler ve barajlar yapıldı; Cumhuriyet Türkiyesi'nde yepyeni şehirler kuruldu
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 21:56:53 |
|
BARIŞÇILIK
Atatürkçülük, bütün insanlığın barış ve huzur içinde yaşamasını ister. Bu bakımdan barışçılık ilkesi, Atatürkçü düşüncenin vazgeçilmez bir unsurudur. Barışçılık, bağımsız bir devlet olarak yurdumuzda mutlu bir yaşam sürmemizi amaçladığı gibi, bizim dışımızda diğer milletlerin de birbirleriyle iyi ilişkiler içinde yaşamalarını öngörür. Atatürk'e göre, "Türkiye Cumhuriyeti'nin en esaslı ilkelerinden biri olan 'Yurtta barış, cihanda barış' ilkesi, insaniyetin ve uygarlığın refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir."18 Bu kuralın bütün devletlerce bir siyaset esası sayılması, tüm insanlığın mutluluğu için şarttır.
Ülkede huzurun temini, şüphesiz ki bütün vatandaşların güven duygusu içinde mutlu bir yaşam sürmelerine bağlıdır. Bu bakımdan yurt güvenliği içinde bireylerin de hak ve özgürlüklerini, kişisel güvenliklerini düşünmek ve sağlamak, cumhuriyet rejiminin görevleri arasındadır.
İç barış, bütün insanlığın mutluluğu açısından dış barış ile tamamlanmalıdır. Bu bakımdan komşuları yanında diğer bütün devletlerle de iyi geçinmek, iyi ilişkiler içinde olmak Atatürkçü dış politikanın esasını oluşturmaktadır. Bu ilkeye göre milletlerarası anlaşmazlıklar, her şeyden önce barışçı yollarla çözülmeli, askerî harekât, siyasal faaliyetin ümitsiz olduğu noktada başlamalıdır.
Yurtta barış, cihanda barış ilkesinin yaşayabilmesi, her şeyden önce yurdumuzu ve haklarımızı koruyacak kuvvette olmamıza bağlıdır. Ancak bu önemli unsurun yerine getirilmesinden sonradır ki, barışı koruyacak uluslararası çabalara gerek vardır. Atalarımızın "Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh!" sözü bu anlamdadır.
AKILCILIK, BİLİMCİLİK, GERÇEKÇİLİK
Akılcılık, yani sorunlara akılcı görüşle yaklaşım, Atatürkçülüğün diğer bir ilkesidir. Atatürkçülüğün bütün ilkeleri temelde akılcılık, bilimcilik ve gerçekçilikten kaynaklanmaktadır; diğer bir ifade ile bu ilkelerin hepsinin özünde akılcılık, bilimcilik ve gerçekçilik yer almaktadır. Çünkü bu ilkeler, hayalden, teoriden değil, doğrudan doğruya yaşamdan doğmuş ilkelerdir.
Gerçeği aramak, gerçeğe yönelmek, gerçeği konuşmak Atatürk'ün yöntemi idi. Onun, "Biz daima gerçek arayan ve onu buldukça, bulduğumuza inandıkça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız!19 sözü, bu yöntemi yansıtıyordu. Bu bakımdan Atatürkçülük akla değer verir, olaylara bilim gözüyle bakar, gerçeği kavramaya çalışır. Hayal gücü ile sorunlara yaklaşmak, önyargılarla hareket etmek, Atatürkçü düşünce ile bağdaşamaz. Atatürk'e göre, "Akıl ve mantığın çözemeyeceği sorun yoktur."20 "Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan ulaşmak arzu edilir olmakla beraber, yolun makul, mantıkî ve özellikle bilimsel olması şarttır."21
Atatürk'ün gerçekçiliği de akla, mantığa ve bilime verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Çünkü akıl, mantık ve bilim, devlet yönetiminde ve toplum yaşamında dogmalardan kurtularak gerçekçi olmamızı sağlar. Gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük hata olamaz. Bu sebepledir ki Atatürk, "Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin binbir felâket ve elem kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır."22 diyordu.
Atatürk'e göre "Bugünkü Türkiye halkı ve hükümeti, tükenmez emeller peşinde koşup kendi evini unutan ve harap bırakan serüvenci insanlardan değil-di."23 Tersine, artık kendi vazgeçilmez çıkarlarını düşünmek, bunları gerçekleştirmek istemekteydi. Bu konuda Atatürk şunları söylüyor: "Yüzyıllardan beri Türkiye'yi yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye'yi! Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde telâfi edebiliriz: O da artık Türkiye'de Türkiye'den başka bir şey düşünmemek!"24
Gerçekçilik ilkesi, iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de yolumuzu çizmiştir: "Erişilemeyecek hayalî emeller peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara sokmamak... Uygar dünyadan, uygar ve insanî davranış ve karşılıklı dostluk beklemek..."25
Atatürkçülük dün olduğu gibi bugün de toplumumuzun sorunlarına akılcı, bilimci ve gerçekçi bir görüşle yaklaşılmasını, sorunların bu görüşle çözümlenmesini gerektirmektedir.
ATATÜRK DEVRİMLERİ
Türk Bağımsızlık Savaşı'nın kazanılmasından sonra Atatürk için en önemli konu, Türk toplumunu içinde bulunduğu karanlıktan kurtarmak, ona çağdaş yaşamın yollarını göstermek idi.
Onun içindir ki Büyük Adam, 30 Ağustos 1922 Zaferi'nden hemen sonra: "Millî Mücadele'nin birinci evresi kapandı. Artık ikinci evresi başlıyor!"26 demişti. Amaç çağdaşlaşmak, en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak idi.
Toplumu geri bırakan zincirleri kırmak, onun ilerlemesine set çeken engelleri ortadan kaldırmak gerekiyordu. Atatürkçülüğün ilkeleri bu amaçla ortaya konmuştu. Bu ilkelerin ışığında zaman geçirmeksizin atılımlar yapmak, bu atılımları Türk milletinin yaşam biçimi haline getirmek gerekiyordu. İşte bu büyük işi, Atatürk devrimleri başardı.
Atatürk devrimlerini 1-Siyasal, 2-Toplumsal, 3-Hukuksal, 4-Kültürel ve 5-Ekonomik alanlar içinde incelemek, onları daha kolay kavramamıza yardım eder. Atatürk ilkelerinden kaynaklanan bu devrimler de, ilkeler gibi aynı amaca yönelik, birbirine bağlı, birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturur.
SİYASAL DEVRİMLER
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışı ve kısa süre sonra 20 Ocak 1921 tarihinde millî egemenliğe dayalı yeni Anayasa'nın kabulü, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması, 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilânı, 3 Mart 1924'te halifeliğin ve aynı tarihte Seriye Vekâleti'nin kaldırılması, Anayasa'da lâiklik ilkesinin ışığında bazı değişiklikler yapılması ve nihayet 5 Şubat 1937'de lâiklik ilkesinin Anayasa'da yer alışı Türk Devrimi'nin siyasal alanda gerçekleştirdiği başlıca devrimleri oluşturur
SALTANATIN KALDIRILMASI
Osmanlı saltanatı, 1517 yılında itibaren halifelikle de birleşmiş, padişahın iradesi artık tamamen teokratik bir nitelik kazanmıştı. Yüzyıllar boyunca süren bu yönetim şekli, şüphesiz ki milletin haklarına el koyan, millî egemenliği bir kişiye devreden yönetim biçimiydi. I. ve II. Meşrutiyet devrimleriyle açılan meclisler uzun süre yaşamamış, millet egemenliğini yine padişah ve halife sıfatını taşıyan kişi elinde tutmuştu. Bu yönetim şekli yüzünden milletin uğradığı kayıplar, düşünülemeyecek kadar çoktu. Varlığını korumak için bir anlamda bilgisizlik ve bağnazlığı da beraberinde sürükleyen bu yönetim, son zamanlarda milletimiz için gerçekten en zararlı bir düşman haline gelmişti.
Nihayet, bu yönetimin düşmanlarla anlaşarak Millî Mücadele'yi baltalama girişimleri ve sonunda Sevr Antlaşması'nı imzalayarak milleti idama mahkûm edişi, padişahlık rejimini, memlekete ihanete kadar götürmüştü. Bütün bu kötülüklere karşın, Anadolu'da Büyük Zafer kazanıldıktan sonra, Padişah'ın ve onun hükümetinin zafere ortakmış gibi İtilâf Devletleri tarafından barış görüşmelerine davet edilmesi, bu rejimin bir an önce kaldırılmasını zorunluk haline getirdi. Esasen bütün çağdaş devletler, birey ya da zümre egemenliğine dayanan yönetimlerden kurtularak millî egemenliğe dayalı cumhuriyete gidiyordu. Yeni Türk Devleti'nin de bu yönetimi benimsemesi doğaldı. 1 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi, verdiği tarihî kararla saltanatla hilâfeti birbirinden ayırarak saltanata son verdi.
Saltanatın kaldırılmasıyla, padişahlık rejimi tarihe karışıyor, Türk milletinin yönetimi ve alın yazısı hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın kendisine bırakılıyordu.
CUMHURİYETİN İLÂNI
24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti'nin bağımsızlığı kabul edilmişti. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923'de Ankara Türkiye Devleti'nin Hükümet Merkezi oldu.
Artık, mevcut rejimin isminin de bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar Devlet Başkanlığı görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak Atatürk tarafından yürütülmüştü. Diğer taraftan bazı yabancı ülkeler de Lozan Antlaşması'nı onay için Türkiye'deki yeni devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyorlardı. Bu sıralarda, 27 Ekim 1923'te İcra Vekilleri Heyeti'nin istifası ve Meclis'in güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması da bu soruna ivedi bir çözüm gerektirdi. İşte, iç ve dış şartların doğurduğu bu gelişmeler sonucu 29 Ekim 1923 akşamı cumhuriyet ilân edildi. Bu suretle yeni devletin yönetim biçimi bütün açıklığı ile ismini almış oluyordu.
Cumhuriyetin ilânı ile "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" kuralı, artık devlet yönetiminde, en belirgin şekliyle yerini alıyor; demokrasiye giden yol daha aydınlık olarak çiziliyordu.
Atatürk, cumhuriyeti ilân ederken demokrasinin bütün kurallarının zamanı geldikçe uygulanması görüşünde idi. Türk milletinin, siyasal haklarını dilediği gibi kullanması, memlekette çoğulcu demokrasinin işlerlik kazanması, onun baş amacı idi. Nitekim çok partili döneme geçme ile ilgili Atatürk döneminde yapılan iki büyük deneme, bu hususu göstermektedir; ancak çağdaşlaşmayı amaçlayan büyük devrimlerin yapıldığı bu dönemde, muhalefet partileri iyi niyetlerine rağmen kendilerine katılan gerici çevrelerin, cumhuriyet rejimini devirmek isteyen fırsatçıların da gizli faaliyet odakları haline geldi. Bu suretle şartların henüz müsait olmadığı bir dönemde, çok partili rejim, ister istemez bir süre daha ileriye bırakıldı.
Bu bakımdan Atatürk dönemini ve bu döneme egemen olan tek parti rejimini, Türkiye'yi çoğulcu demokrasiye ulaştırma yolunda gelecek için engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, bu nedenle halkın siyasal ve sosyal eğitime önem veren bir zaman aralığı olarak yorumlamak gerekir.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
Saltanatın kaldırılmasına, cumhuriyetin ilânına karşın hiçbir gereği kalmayan halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu. İstanbul'daki son halife de bu durumdan yararlanarak cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsünü vermekten çekinmiyor, tantanalı törenler düzenliyor, devlet bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu.
Bu tutum, devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor, bir kısım basın da halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu. Halbuki büyük özverilerle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti'ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi. Artık halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı.
Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha attı; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında "halifeli cumhuriyet" söz konusu olamazdı. Anayasa'da, 1928'de yapılan bir değişiklikle "Türkiye Devleti'nin dini, din-i İslâmdır" maddesinin de kaldırılması, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937'de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa'da yer aldı.
KADIN HAKLARI
Çağdaş hukuk devleti kurmanın baş koşulu, toplum içinde erkeğe olduğu gibi kadına da sosyal, kültürel ve siyasal haklarını tanımak, bu haklara saygı göstermekti. Çağdaşlaşmanın ve çağdaş bir toplum olabilmenin yolu ve yöntemi bu idi; çünkü kadın haklan bir anlamda insan haklarının da ayrılmaz bir parçası idi. İnsan kavramının kadın ve erkek birlikte oluşturmakta, bu kavrama her iki cins birlikte anlam kazandırmaktaydı. İşte bu anlayışla hareket eden Atatürk Devrimi, Türk kadınına, yüzyıllarca ihmal edilen sosyal ve siyasal haklarını kazandırdı. Bu haklar, Atatürk'ün özlemi idi. Büyük Adam, "Siyasal ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna"27 inanıyor; "Türk kadınının, dünya kadınlığına elini vererek yine dünyanın barış ve güveni için çalışmasını"28 istiyordu.
Türk kadın haklan, ülkemizde uzun yıllar kadının nüfus sayımında toplama dahil edilmediği, aile yaşamında haremlik ve selâmlığın hüküm sürdüğü, kadın gözlerinin peçe ile dış âlemden uzaklaştırıldığı bir toplum mirasında gerçekleştirildi. Teokratik devlet düzeninden lâik devlet düzenine geçiş ve bu düzenin gereklerini benimseme, kadın hakları adını verdiğimiz büyük devrimin başarılmasında da başlıca etken oldu. Bu devrim sayesinde Türk kadını, birçok ülke kadınından önce sosyal ve siyasal haklarına kavuştu.
Türk kadını hiç de lâyık olmadığı harem kafeslerinden, bugün bilim kürsüsüne, yargıç kürsüsüne, parlâmento kürsüsüne yükselmişse, bu aşamaları hiç şüphesiz yeni bir çağ başlatan Türk Devrimi'ne borçludur. Kadınlarımız bu haklarını bir lütuf olarak değil, onurlu bir görevin karşılığı, bir hak olarak kazandılar. Bu bakımdan Türk kadın hakları, uygar dünya önünde, Atatürk Devrimi'nin kadına verdiği değeri belirleyen büyük çağdaş atılımlar oldu.
ŞAPKA VE KIYAFET DEVRİMİ
Çağdaş giyim-kuşam, uygar oluşun en doğal işareti idi. Bu sebepledir ki Atatürk, çağdaşlaşma atılımları içinde, şapka ve kıyafet devrimine büyük önem verdi.
O zamana kadarki mevcut kıyafetimiz ne millî ne de uygar idi.
Fes, kalpak, külah, takke, sarık gibi başlıkların yanı sıra cübbe, ceket, şalvar, potur, pantolon gibi her çeşit kıyafet, toplumumuza dış görünüş bakımından karmaşık bir manzara veriyordu. Halbuki fikriyle, düşünüş biçimiyle uygar olmaya karar veren Türk milleti, bunu yaşayışıyla, dış görünüşüyle de kanıtlamalıydı. Daha önceleri başlık ve kıyafette bazı yenilikler yapılmışsa da eski ile yeninin bir arada yaşatılması nedeniyle bu atılımlar, gerektiği gibi gerçekleştirilememişti.
1925 yılında gerçekleştirilen şapka ve kıyafet devrimiyle toplumumuz, çağdaş giyim şekline kavuşmuş, yaşam tarzı bakımından uygar milletlerle birlik ve beraberlik içinde olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan şapka ve kıyafet devrimleri şekilden öze geçen, belirlediği düşünüş biçimi bakımından çağdaş dünyaya açılan, çağdaş düşünce ile bütünleşen büyük ve bilinçli devrimlerdir.
TEKKE, ZAVİYE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI
Osmanlı döneminde tekkeler, gitgide, çalışmaksızın tevekkül* felsefesini işleyen yerler haline dönüşmüştü; halbuki insanları daha yaşarken dünyadan uzaklaştırıp onları uhrevî âleme çekmek, çağdaş yaşam ile bağdaşamazdı.
Toplum yeni bir enerjiye, yeni bir atılıma gereksinim gösteriyor; çağdaş yaşam, insanları çalışmaya, bu çalışmanın yaşarken ödülünü almaya çağırıyordu. Türbeler ise türbedarlar eliyle ölmüş kişilerin manevî varlığından çıkar sağlamaya çalışılan, çalışmaksızın onlardan medet umulan odaklar haline getirilmişti. Ayrıca tekke ve zaviyelerin başında bulunanlar siyasal amaçlarla ve çoğu kez dini siyasete âlet ederek masum vatandaşları suça yöneltiyorlardı.
Türkiye Cumhuriyeti artık, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamazdı. İşte 30 Kasım 1925'te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı.
SOYADI YASASI
1934 yılında çıkarılan "Soyadı Yasası" ile her Türk'ün öz adından başka bir soyadı taşıması ve bu soyadının, isimden sonra kullanılması kabul edildi. Bu suretle her aile reisi, kurduğu aile birliğini belirtmek üzere ortak bir soyadı taşıyacaktı.
Soyadı Yasası, toplumdaki isim kargaşalığını önlediği gibi, isimlerin başına takılan bir sürü yersiz ve özenti sıfatları da ortadan kaldırdı. Artık her Türk, mensup olduğu aileye ait bir soyadı taşıyor; kız evlât, evlendiği zaman eşinin soyadını alıyordu. Bu yasanın çıkışından sonra, Türk Devrimi'nin yaratıcısı Mustafa Kemal'e de yasa ile "Atatürk" soyadı verildi.
Soyadı Yasası, her çeşit işlemlerde isim kargaşasını önlemesi bakımından toplum yaşantımızda önemli bir devrim oldu.
EKONOMİK DEVRİMLER
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra çağdaş uygarlığa erişme yolunda gerçekleştirilmesi gereken hususlardan biri, belki de birincisi, ekonomik kalkınma idi. Bu bakımdan cumhuriyet yönetiminin devraldığı fakir ekonomi mirası üzerinde, Türk milletine yeni bir yaşam vermek üzere yapılan girişimler, millî ekonomi ile ilgili yasa ve kararlar, kamu yararını gözeten büyük yatırımlar, kurulan büyük tesisler Türk Devrimi'nin ekonomik alanda gerçekleştirdiği başlıca büyük işler oldu.
Türk Devrimi'nin ekonomi politikası da diğer alanlardaki politikalar gibi bir doktrinden değil, doğrudan doğruya memleket gerçeklerinden, milletin gereksinimlerinden kaynaklanıyordu. Atatürk bu hususu ifade ederken: "Özellikle ekonomik faaliyeti dayandıracağımız esaslar, her türlü bilgiyle beraber, doğrudan doğruya memleketimiz topraklarını koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek belirlenecektir. Sanayi ve ticaretimiz için de aynı düşünüş egemen olacaktır."30 diyordu.
24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Antlaşması ile kapitülâsyonların kaldırılması, yeni Türk Devleti için başlı başına bir devrimdi. Kapitülâsyonlar yıllarca ekonomik gelişmeyi zincir altına almış, yabancı çıkarlarını ön plânda tutarak millî ekonominin aleyhine, milleti ve devleti durmaksızın sömürmüştü. Osmanlı Devleti'nin dış borçlanmaları da bağımsızlığımıza zarar verecek, yabancıların maliyemize karışmalarını gerektirecek biçimde işlemişti. Lozan Ant-laşması ile bu borçlar da, ödeme koşulları bağımsızlığımıza dokunmayacak şekilde düzenlendi; çünkü yeni devlet, bir daha eski hatalara düşmek, çıkmaz yollara sürüklenmek istemiyordu. Türk Devrimi, ekonomik yaşam denince; tarım, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir bütün sayıyordu. Bu anlayış içinde Türk ekonomisini kalkındırmak üzere büyük atılımlar yapıldı ve millî bir ekonomi dönemi başlatıldı. Bütün bu gelişmelerde devlet ve birey, Atatürkçü devletçilik anlayışına uygun olarak birbirlerine karşıt değil, tersine birbirlerinin tamamlayıcısı olarak görev yaptılar. Ekonomide plânlı kalkınmaya önem verilerek 1933 yılında ilk beş yıllık, 1937 yılında da ikinci beş yıllık plân uygulamaya konuldu.
Bu dönemde tarım, millî ekonominin temeli kabul edildi. Bu nedenle tarımda kalkınmaya büyük önem verildi. Tarımsal ürünlerimizin miktarını artırmak, kalitesini yükseltmek, üretim masraflarını azaltmak için gerek teknik gerekse yasal her önlem alındı. Her çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması da memleketin üretimini çoğaltacak, artıracak başlıca çarelerden biri olarak görüldü.
1925 yılında aşarın kaldırılması, köylünün ferahlaması bakımından büyük bir aşama oldu. Osmanlı döneminde köylü, tarımsal ürününün yüzde onunu devlete vermekle yükümlü idi ve bu vergi "aşar" adını alıyordu. Şeriattan kaynaklanan bir usul olarak yüzyıllarca yaşatılmış olan bu sistem, fakir Anadolu köylüsünü belini doğrultamaz hale getirmişti; zira ürün alsın almasın, köylü bu vergiyi miktarı değişmeksizin ödemek zorunda idi. Mültezim* adı verilen kişiler, her yıl köye gelir, bu ürünü zorla alırlardı; bu vergiye itiraz hakkı yoktu. Zamanla mültezimlik müessesesi de tamamen bozulmuş, devlet yetkililerinin dilediğine verdiği bir görev haline getirilmişti. Mültezimler, para ile satın aldıkları bu görevde halka zulmetmekten çekinmiyorlardı. Cumhuriyet yönetimi bu haksız vergi sistemine son vermek, yerine âdil bir sistemi getirmekle tarım alanında büyük bir atılım yapmış oldu.
Cumhuriyet döneminde millî ticarete büyük önem verildi. Küçük esnafa ve küçük sanayi erbabına, gereksindikleri krediyi kolay ve ucuza vermek suretiyle bu kesim de desteklendi. İç ve dış ticarette üreticinin emeğini değerlendiren büyük atılımlar yapıldı. Sanayi faaliyetlerine de önem verildi. 1927 yılında "Sanayii Teşvik Yasası" çıkarılarak sanayi hareketleri büyük ölçüde özendirildi. Büyük, küçük her çeşit sanayi geliştirildi. Bireysel girişimin olanaklarını aşan alanlarda devlet yatırımları ile büyük tesisler kuruldu; bu arada ordunun gereksinimi olan araçları da karşılamak üzere büyük fabrikalar kuruldu. Madenlerin, ormanların, kara, deniz ve hava yollarının işletilmesinde büyük gelişmeler oldu.
Bütün bu etkinliklerin yanı sıra bayındırlık işleri de hız kazandı. Atatürk, "Bu geniş memleketi bayındır hale getirmek gerekir. Bu halk, zengin olmaya mecburdur. Memleket bayındır olmazsa, bu halk zengin olmazsa, size hâlâ ya-şamak imkânından söz ederlerse inanmayınız!"31 diyordu. Cumhuriyet hükümetlerinin o zamanki bütçesi ile tutumlu davranışlara son derece dikkat edilerek büyük bayındırlık faaliyetlerine girişildi. Yollar, demiryolları, köprüler ve barajlar yapıldı; Cumhuriyet Türkiyesi'nde yepyeni şehirler kuruldu
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 22:05:33 |
|
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE IŞIĞINDA ÇAĞDAŞLAŞMA
Atatürk, Türk milletine, çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi, hatta bu düzeyi aşmayı amaç olarak göstermiştir. Çünkü o, Türk toplumunda çağdaşlaşmayı, her şeyden önce bir "yaşam davası", bir "var olma mücadelesi" kabul ediyordu. Atatürk, "Büyük davamız en uygar ve en refaha kavuşmuş millet olarak varlığımızı yükseltmektir" diyor ve bu hususu "Türk milletinin dinamik ideali" olarak gösteriyordu. Onun içindir ki Büyük Önder'in, hemen bütün konuşmalarında uygarlık ve çağdaşlaşma üzerinde önemle ve ısrarla durduğu görülür.
Çağdaşlaşma -bir genel tanım yapmak gerekirse- her bakımdan içinde bulunduğumuz zamanın gereklerini benimseme, o gereklere uyma, o gerekleri yerine getirme demektir. Bir diğer ifade ile gerek düşünüş biçimi gerekse kurumlar açısından, çağın gerektirdiği yaşam şekline geçme, geçebilme demektir. İleri ülkeler, gösterdikleri siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerle içinde bulundukları çağın uygarlığını temsil etmek üzere belli bir düzey çizerler. İşte bu düzey "çağdaş uygarlık düzeyi"dir. Bir ülkenin, bir milletin çağdaş olup olmadığı, yaşadığı zamanın uygarlık düzeyine yakınlığı, bu uygarlık alanına dahil oluşu ile ölçülür. Atatürk'ün "Memleketler çeşitlidir; fakat uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu tek uygarlığa katılması gerekir."32 sözü, bu anlamda kullanılmıştır.
Atatürk, uygarlığı bir milletin devlet yaşamında, fikir yaşamında ve ekonomik yaşamda gösterdiği ilerlemelerin bileşkesi olarak tanımlıyordu. Bu anlamda bir uygarlık anlayışının, "kültür"le eşdeğer olduğunu, ondan ayrılamayacağını söylüyordu.33 "Millî kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız."34 sözünde millî kültür geniş anlamda kullanılıyor, Türk milletinin devlet yaşamında, fikir yaşamında ve ekonomik yaşamda gösterdiği düzey, yani Türk milletinin uygarlığı amaçlanıyordu.
Atatürk'e göre, "Dünya'da her milletin varlığı, değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, ancak gösterdiği ve göstereceği uygar eserlerle orantılıdır. Uygar eser meydana getirmek yeteneğinden mahrum milletler, özgürlük ve bağımsızlıklarından soyunmaya mahkûmdur."35 O halde "Uygarlık yolunda ilerlemek ve başarı kazanmak, yaşamın şartıdır."36
İşte bu gerçekçi düşüncelerin ışığında Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye'yi kalkındırmak, Türk milletini hakkı olan uygar düzeye ulaştırmak, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin "var olma savaşı"nda en önemli konuyu oluşturuyordu. Diğer taraftan büyük askerî zaferleri takiben Lozan'da bağımsızlığını onaylatan yeni Türk Devleti'ni bütün dünya, çağdaş nitelikleriyle görmek, çağdaş nitelikleriyle benimsemek istiyordu. Kendi içine kapanmış, çağın yeniliklerinden, uygarlığın gereklerinden uzaklaşmış bir Türkiye, şüphesiz ki çağdaş dünya ölçüleri içinde saygı göremez, önem kazanamazdı. Büyük Önder bu gerçeği gördüğü içindir ki: "Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çabamız Türkiye'de çağdaş, batılı bir hükümet kurmaktır. Uygarlığa girmek arzu edip de batıya yönelmemiş millet hangisidir?"37 sözleriyle, çağdaşlaşma özlemini dile getiriyordu.
O halde ne yapılacaktı? Yapılacak iş şu idi: Çağdaş milletler çağdaşlık niteliğini, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılarak ancak bilim ve teknoloji kurallarını kendilerine rehber edinerek kazanmışlardı. O halde, Türk milletine de her alanda yol gösterecek, onu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak tek rehber, bilim ve teknik idi. Bilim ve teknik rehber alınmadıkça, onun kuralları ve yöntemleri benimsenmedikçe hiçbir alanda ilerlemekten söz edilemezdi. Bu bakımdan Atatürk'e göre, "İlim ve tekniğin dışında kılavuz aramak, dalgınlıktı, bilgisizlikti, doğru yoldan ayrılmaktı."38 İşte Atatürk'ün çağdaşlaşma modeli temelde bu esasa dayanır.
Büyük Önder bu konuda düşüncelerini şöyle özetlemektedir: "Gözlerimizi kapayıp yalnız yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız. Tam tersine ileri, uygar bir millet olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız. Bu yaşam, ancak bilim ve teknikle olur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve her millet bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için sınır ve koşul yoktur."39 İşte Atatürk'ün bize, çağdaşlaşmanın yolunu ve yöntemini gösteren ölmez sözleri...
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, toplumumuzu ve sosyal durumumuzu göz önünde canlandıran bir tablo çizmek gerekirse, bunun pek de iç açıcı olmadığı görülür. Ama bütün bu güçlüklere rağmen, çağdaş bir toplum yaratmakta Atatürk'ün nasıl çalıştığı, nasıl olağanüstü bir çaba harcadığı hepimizin malûmudur.
Atatürk çağdaşlaşma hareketini başlattığı, büyük devrimlerine giriştiği zaman, Türk toplumu -yüzyılların ihmali olarak- batıdan çok gerideydi. 1925'lerde yaptığı bir konuşmada bunu, kendisi de söyler: "Birbirimizi aldatmayalım! Uygar dünya çok ilerdedir. Buna yetişmek ve o uygarlık alanına girmek zorundayız"40 der. Gerçekten, o yıllarda batı uygarlığı ile aramızdaki mesafe büyüktü. Memleket, baştan-sona kadar bakımsız ve harabe idi. Ulaşım imkânları, yol ve araç son derece kısıtlı idi. Özellikle ekonomik yaşamımız, çağdaş ölçülerden çok uzaktı. Ölüm kalım savaşından çıkmış, malî kapitülâsyonları yeni üzerinden atmış bir memlekette ekonomi millî bir atılıma gerek gösteriyordu.
Hukuk düzenimiz şeriat esaslarına, Mecelle'ye dayanıyordu. Oysaki günün gereklerine uygun lâik bir hukuk düzeni getirmek, bu amaçla yeni yasalar yapmak ve uygulamak gerekiyordu. Yine bu yıllarda eğitimimiz, kültür yaşamımız esaslı bir devrime gerek gösteriyordu. Geniş kitle okuldan, eğitimden nasibini almıştı. Okuma yazma bilenlerimiz yok denecek kadar azdı. Genç kuşakları yüzyılın gereklerine göre yetiştirebilmek için bilimin ve teknolojinin ışığında, lâik ve millî bir eğitim sistemine gerek vardı. Çağdaş Türk biliminin temellerini atacak olan üniversitemiz -o zamanki ismiyle Darülfünun- batılı anlamda esaslı bir düzenlemeye gerek gösteriyordu. Darülfünunu doğulu renginden kurtararak modernleştirmek, ona millî ve çağdaş üniversite niteliğini kazandırmak, Türk Devrimi yönünden büyük önem taşıyordu.
Bir diğer sosyal sorun, Türk kadını yüzyıllar süren bir ihmalin sonucu olarak toplum yaşamının dışında bırakılmıştı. Kadın, siyasal hakları şöyle dursun, sosyal ve hukuksal haklarından da mahrumdu. Oysaki uygarlık yolunda yükselme adımlarının, kadın ve erkek, her iki cins tarafından beraber atılması; beraber yol alınması gerekiyordu.
İşte bütün bu eksiklere, bütün bu güçlüklere rağmen Atatürk görmüş ve sezmiştir ki uygarlık savaşında her şeyden önce esas ve önemli olan, çağdaşlaşmayı önleyici düzeni ortadan kaldırmak, yerine, insanca yaşamanın yollarını açan lâik ve demokratik bir toplum düzeni kurmaktır. Bu ise düşünüş biçiminde değişikliği gerektirir. Bu bakımdan Atatürk döneminde Türk toplumunun çeşitli kurum ve kuruluşlarında yapılan her devrim, temelde, düşüncelerde yapılan devrime dayanmaktadır. Atatürk Devrimi, aslında bir "düşünce devrimi"dir. Diğer bir ifade ile her türlü hurafeden sıyrılarak çağdaş düşünceyi benimseme, akılcı, bilimci ve gerçekçi yoldan yürüme devrimidir.
Atatürk ilke ve devrimleri, Türk çağdaşlaşma hareketinin en önemli unsurunu, bu atılımın itici gücünü oluşturmaktadır. Zira Atatürk ilke ve devrimleri, Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yolları içermektedir. Atatürk de: "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını her bakımdan çağımıza uygun uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimlerimizin temel kuralı budur."41 diyor. Bu nedenledir ki Atatürk'ün önderliğinde yapılan söz konusu devrimler, yeni Türk Devleti'nin çağdaş şekil almasını, Türk toplumunun her yönüyle uygar nitelik kazanmasını sağlamıştır.
Atatürk devrimleri, birbiriyle bağlantılı bir bütünlük gösterir. Bu bütün içinde tüm devrimlerin kökü, bir düşünüş değişikliğine dayanmaktadır. O değişiklik, her türlü dogmadan kurtularak akılcı bir yolu gerektirmektedir.
Atatürk devrimlerini, tarihimizde kendisinden önce yapılmış devrim hareketlerinden ayıran en önemli fark, bu devrimlerin lâik bir temel üzerine oturtulmuş olmasıdır. Tanzimattan, hatta daha gerilerden Atatürk dönemine kadar uzanan yenileşme çabalan teokratik bir devlet ve toplum düzeni içinde düşünülüyor, bu düzenle bağlantılı olarak gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Atatürk devrimleri ise kendisine ortam ve temel olarak, lâik devlet ve lâik toplum düzenini ve bu düzenin gerekliliğini kabul etmekle yakın tarihimiz içinde kendisinden önceki devrim hareketlerinden temelde ayrılır.
Atatürk devrimlerini kendisinden önceki devrim hareketlerinden ayıran diğer bir husus da, bu devrimlerin tam bir inançla, kesin kararlılıkla başlatılmış olmasıdır. Bu inanç ve kararlılık, bu yeniliklerin Türk milletinin çağdaşlaşma yolundaki gereksinim ve isteklerine en uygun şekilde cevap vermelerinden kaynaklanmaktadır. Atatürk devrimleri bu nitelikleri nedeniyledir ki sosyal yapımızda kısa zamanda tamamen kök salmışlardır.
İşte akılcı çizgide birbirini tamamlayıcı ilkeler ve devrimler dizisi olan Atatürkçü çağdaşlaşma, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yönleriyle bir bütündür. Ancak bu bütünün en büyük özelliği, çağdaşlaşma sürecinde yenilikleri benimserken, millî niteliğini, yani özbenliğini de korumasıdır. Atatürkçü çağdaşlaşma, bizim için batıyı körü körüne taklit, ona körü körüne bir uyum değildir. Burada önemli olan, gerek düşünüş biçimi gerekse kurumlar açısından batılılaşırken, millî özelliği kaybetmemek, hatta daha yerinde bir ifade ile çağdaş yenilikleri millî yapı içinde eritmektir. Atatürk'ün: "Biz batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım, diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi yapımıza uygun bulduğumuz için, dünya uygarlık düzeyi içinde benimsiyoruz."42 sözleri, bu anlamda kullanılmıştır.
Bu bakımdan Atatürk önderliğinde başlatılan Türk çağdaşlaşma hareketi, batı uygarlığına, batı teknolojisine dönüş yanında unutulmuş Türklüğe de bir dönüştü. Zira Türk milleti, tarihin çok eski dönemlerinde büyük uygarlıklar kurmasına, insanlığa büyük hizmetler yapmasına karşın, son yüzyıllarda bazı siyasal ve toplumsal etkenler, engeller sebebiyle -kendi suçu olmaksızın- batıdan geride kalmıştı. Oysaki bir zamanlar batı, Türklerden gerideydi. İşte Türk çağdaşlaşma atılımıyla Türk'ün uygar niteliği tekrar harekete getiriliyordu. Nitekim Atatürk, 10. yıl söylevinde "Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır."43 derken, Türk çağdaşlaşma hareketinin bu millî yönünü bütün açıklığıyla dile getiriyordu. Buradan şu sonuca varıyoruz ki Atatürkçü çağdaşlaşma akıl, mantık ve bilim çizgisinde belki her modelden esinlenmiş, ama asıl cevheri, asıl temeli kendi içinden çıkarmış, asıl amacı kendi gereksinim ve isteklerini göz önüne alarak belirlemiştir.
Atatürkçü çağdaşlaşmanın özellikleri arasında bir noktayı daha belirtmekte fayda vardır; o da şudur: Atatürkçü çağdaşlaşmanın temelinde devlet olarak bağımsızlık, millet olarak egemenlik, birey olarak hak ve özgürlükler söz konusudur. Ancak bu nitelikte ve bu ortam içinde bir çağdaşlaşma, insanî açıdan değer ifade eder. Yoksa, bağımsızlıktan ve egemenlikten yoksun mandater çağdaşlaşma, insan hak ve özgürlüklerinden yoksun totaliter çağdaşlaşma, çağdaş bir ilerleme, çağdaş bir yaşam olamaz. Atatürkçü çağdaşlaşmanın en belirgin özelliği, lâik ve demokratik devlet ve toplum düzeni içinde gelişmeye açık yönüdür.
Atatürk'ün çağdaşlaşma yöntemi, "Az zamanda çok ve büyük işler yapmak" esasına dayanır. Atatürkçülük'te zaman ölçüsü Büyük Önder'in ifadesiyle: "Geçmiş yüzyılların uyuşturucu düşünüş biçimine göre değil, yüzyılımızın hız ve hareket kavramına göre" ayarlanmıştır. Bu bakımdan, çağdaşlaşma yolunda, atılan her adımı kısa ve yetersiz görmek, her an daha uzun ve daha esaslı adımlarla ileriye yürümek, Atatürkçü çağdaşlaşmanın esasıdır. Yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğunu kabul eden Atatürkçülük, akılcılığa ve bilime verdiği değer sebebiyledir ki çağdaşlaşma yolunda bugün olduğu gibi yarın da geçerliliğini koruyacaktır. Nitekim Büyük Önder: "Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale pozitif bilimdir."44 direktifiyle bize yolumuzu göstermiş bulunmaktadır.
Atatürk'ün gösterdiği yolda aşılan ara, gerçekten çok büyüktür. Memleket bir çağdan yeni bir çağa götürülmüştür. Ancak amaca tam ulaşılmamıştır. İdealimiz, Türk milletinin bu aydınlık yolda, Atatürk'ün gösterdiği amaca kesinlikle erişmesidir.
MİLLÎ MÜCADELE
Türk milletine inan ve güven Ben, 1919 yılı mayısı içinde Samsun'a çıktığım gün elimde, maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin soyluluğundan doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Ben Türk ufuklarından bir gün kesinlikle bir güneş doğacağına, bunun sıcaklık ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum. 1937 (Cumhuriyet gazetesi, 1.4.1937) Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O tutsaklık ve aşağılığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine, "Ey millet! sen tutsaklık ve aşağılığı kabul eder misin?" diye sormak gerekir. Ben, milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben, milletin büyüklüğünü biliyor ve bu soru karşısında, onun, o soruyu soran çocuklarını canı gibi seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet, kendisine bu soruyu soran çocuklarının, hep o esasa dayanan çare ve hazırlıklarını canla, başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna inanarak! 1920 (Yunus Nadi Abalıoğlu, Ankara'nın İlk Günleri, s. 99) Yabancılar tamamen inanmalıdır ki Türkiye ve Türkiye'de yaşayan millet başlı başına bütün dünya milletleri içinde etkin bir varlığa sahiptir; bu yok edilemez. 1919 (Atatürk'ün S.D.1I, s.3) Millî Mücadele'ye inan Ben ve benim gibi birçok vatandaşlar, kardeşler, milletin asıl vatanı, ümitsiz felâkete düştüğü zaman görevli oldukları, vicdan, namus, onur bakımından yükümlü bulundukları görevi yapmak durumunda kaldılar. Bunu elbette yapacaklardı; yapmaları zorunlu idi, vicdanî idi, insanî idi, millî namus gereği idi. Ben bu kutsal esasların dışında hareket edebilir mi idim? Efendiler; elbette edemezdim. Türk milletinin gerçek hiçbir bireyi bu gereklerin dışında hareket edemezdi. Ben elbette bu elim manzara karşısında vicdanımın emirlerine muhalif, millî namusumuza aykırı hareket edemezdim. Bağlı olmakla övünç duyduğum yüksek topluluğun yüksek onuruna elbette aykırı hareket edemezdim. Bence bağlı olmakla övündüğüm milletin hiçbir bireyi bu namus gereğinden asla sapmamıştır. Eğer bunun dışında gösterilenler varsa inanınız aziz, namuslu vatandaşlar; onlar kalp ve vicdanı milletimizin ortak temiz vicdanından hiç esinlenmemiş kapkara sefil vicdanlardır. 1925 (M.E.İ.S.D.1, s.22) Ölmek isteyen bir milleti hiçbir kuvvet kurtaramaz. Türk milleti ölmek istemez; o, daima yaşayacaktır efendiler! (Şevket Aziz Kansu, Türk Dili Dergisi, Sayı:12, 1952, s.682) Türk, tutsaklık kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti tutsak olmamıştır. 1925 (Atatürk'ün S.D. II, s. 230) Biz mücadelemize başlarken işgalci düşmanları kendi kuvvetimize ve Allah'ın yardımına dayanarak kovacağımızdan emin idik; bu inanç ve güvenimiz bugün de sarsılmaz dır. 1921 (Atatürk'ün S.D.II, s.25) Millet yürüdüğü yolu pek büyük yanılmazlıkla seçmiştir ve bu yolun sonunda parlayan mutluluk güneşini bütün açıklığıyla görmektedir. Bu millet o güneşe ulaşacaktır. Ve hiçbir kuvvet onu engel olamayacaktır. 1921 (Atatürk'ün S.D.I, s.214) Baş olacakların ortaya çıkması Millî amaç için ortaya atılacakların, bugün ortadan kaldırılmasını düşünen yalnız saray, hükümet ve yabancılardır. Fakat, bütün memleketin aldatılmasını ve aleyhe çevrilmesini de ihtimal içinde görmek gerekir. Baş olacakların, her ne olursa olsun, gayeden dönmemesi, memlekette barınabilecekleri son noktada, son nefeslerini verinceye kadar, amaç uğrunda özveriye devam edeceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Kalplerinde bu kuvveti hissetmeyenlerin girişime geçmemeleri elbette daha iyidir. Zira, bu takdirde, hem kendilerini ve hem de milleti aldatmış olurlar. Bir de söz konusu görev, resmî makam ve üniformaya sığınarak el altından idare edilemez. Bu tarzın bir derecesi olabilir. Fakat, artık o dönem geçmiştir. Açıkça ortaya çıkmak ve milletin hukuku adına yüksek sesle bağırmak ve bütün milleti, bu sese iştirak ettirmek lâzımdır. Benim, görevimden uzaklaştırıldığıma ve her türlü sonuca mahkûm bulunduğuma şüphe yoktur. Benim ile açıkça birlikte çalışmak, aynı sonucu şimdiden kabul etmektir. Bundan başka, söz konusu ettiğimiz durumun gerektirdiği adamın, diğer birçok görüş noktalarından dahi, ne olursa olsun benim şahsım olabileceği gibi bir iddia mevcut değildir. Yalnız, herhalde, bu memleket evlâdından birinin ortaya çıkması zorunlu olmuştur. Benden başka bir arkadaşı dahi düşünmek mümkündür. Yeter ki o arkadaş, bugünkü durumun kendisinden istediği şekilde harekete razı olsun! 1919 (Nutuk 1, s.44-45) Askerlikten istifa ettiğini, Erzurum'dan valiliklere bildiren 9 Temmuz 1919 tarihli yazı: Kutsal vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan Millî Mücadele uğrunda milletle beraber serbest şekilde çalışmaya resmî ve askerî sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu kutsal amaç için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olmam sebebiyle pek âşıkı bulunduğum yüce askerlik mesleğiyle bugün ilgimi keserek istifa ettim. Bundan sonra millî kutsal amacımız için her türlü özveriyle çalışmak üzere milletin içinde bir savaşan birey olarak bulunmakta olduğumu yazıyla duyurur ve ilân ederim. 1919 (Atatürk'ün T.T.B. IV., s. 49) Bağımsızlık amacının elde edilişine kadar, tam olarak milletle birlikte, özverili çalışacağıma mukaddesatım adına yemin ettim. Artık benim için Anadolu'dan hiçbir yere gitmemek kesindir. 1919 (Nutuk I, s. 21) Millete hizmet etmek için en sağlam yolun, her türlü görünürdeki gösterişten vazgeçip ancak milletin içinde bulunmakla, manevî ödülü maddî ödüle tercih etmekle mümkün olacağını takdir edenlerdenim. Bu nedenle yaşamda başarmak için, millete hizmet etmek için yalnız nezaret makamına geçmek gereceğini düşünmedim. Makam tutkusu dedikleri bu ise, bende ve arkadaşlarımda böyle bir şey yoktur. Bunu herkesin açıkça bilmesini isterim. Üzerimize aldığımız görev çok kutsaldır; onun kutsallığına birtakım kişisel tutkularla zarar verildiğini hiçbirimiz arzu etmeyiz. 1919 (Atatürk'ün S.D.III, s.9) Milletin tutsaklıktan kurtarılması, egemen ve bağımsız olarak topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak kararlı ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan hukukunu ve bağımsızlığını savunmaya yöneltmesiyle mümkün olacaktır. 1919 (Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, 1969, s. 35)
Milli İradenin coşkunluğu Millî Millî irade, kendi yönünde bir nehir gibi coşup taşacaktır. Mücadeleyi her noktasından düşünerek kabul etmiş bulunuyoruz. Memlekette umduğumuz millî uyanış ve coşku oluşmuştur. Sadece dayanıklı olmak ve görevde kusur etmemek temel şarttır. 1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. (Atatürkle Beraber, Cilt: 1, s. 87)
Millî iradenin amacı
Meclis'in ve o Meclis'te beliren milletin kesin iradesi,hareket şeklimin odağını oluşturacaktır. Hiçbir sebep ve şekilde değişmesine imkân olmayan bu kesin irade, ne olursa olsun düşman ordusunu yok etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetinden meydana gelen bu orduyu anayurdumuzun kutsal ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s. 393) Bu hareket, milletin bir arzusudur; hatta bir gereksinimidir. Bu arzu ve gereksinimi doğuran şey de kişiler değil, doğrudan olaylardır. Devletin bütünlüğünü ve bağımsızlığını tehdit eden hukuk dışı birtakım tutkular, topraklarımıza hiçbir hakka dayanmaksızın vuku bulan saldırılar, tehlike karşısında millete birleşmek gereğini duyurmuştur. 1919 (Atatürk'ün S.D.III, s. 6-7) Millî dava, ancak bu inan, bu irade ve kararlılıkla gerçekleştirilecektir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız değil, millî kurtuluşu temin edecek olan fikirlerdir. 1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.ÖK.Atatürkle Beraber, Cilt: I, s. 203) En büyük Hazine: Anadolu Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün aydınların, herkesin hazır olması lâzımdır. İstanbul'a gitmeyeceğiz. Anadolu, en büyük hazinedir. Vatanın sinesinde kurtuluş çarelerini beraberce ölünceye kadar aramaya, sağlama ya çalışacağız. 1919 (Sırrı Kardeş, M. Kemal Kırşehir'de, s30) Anadolu'ya geçiş sebebi Düşman süngüsü altında millî birlik olamaz. Ancak özgür vatan topraklarında vatansever, özverili arkadaşlar el ele vererek memleketin bağımsızlığı ve milletin özgürlüğü için çalışabilirler. Ben de zaten onun için gidiyorum. 1919 (Hüsrev Gerede, 20. Asır Mecmuası, Cilt: 3, Sayı : 66, 1953 s. 28) İstanbul'u terk etmek zorunluğu, İstanbul'da oluşan elim şartlardan idi. Anadolu'ya geçmekteki amacım, Anadolu'nun ortasında ve Türk milletinin büyük kitlesi içinde, Türk milletinin yüksek karakterine ve sarsılmaz kararlılık ve imanına dayanmak idi. Bundan başka hiçbir önlemin, memleket ve milletin derin yarasına çare olamayacağına kesin olarak inanmıştım. Onun için Samsun'a ayak bastığım dakikada aldığım ilk önlem, Samsun ve çevresine dair yanımda bulunanlara gereken emirleri ve direktifi vererek hemen güneye yürümek oldu. 1924 (Atatürk'ün S.D.v, s. 101)
Beni İstanbul'dan Samsun'a götüren vapur Boğaziçi'ni terk ederek Karadeniz'e girerken İstanbul ufuklarına baktım. Orada her türlü savunması engellenmiş, kalp ve vicdanları kan ağlayan, beyinleri yanan İstanbul halkı için ağladım, gözlerim yaşardı. Fakat bu sevgili kardeşlerin, her ne olursa olsun kurtulacağına o kadar emindim ki, bu güven benim için savunma nedeni oldu. 1924 (Atatürk'ün S.D.V., s.101) Ecdat sesi ve uyanış Ne zaman başladığı bilinmeyen zamanlardan beri bağımsızlığın şerefi ile yaşayan milletimiz, en feci bir çökmeyle son buluyor gibi görünmüşken, tutsaklık kaygısına karşı evlâdını ayaklanmaya davet eden ecdat sesi kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son kurtuluş mücadelesine davet etti. 1921 (Atatürk'ün S.D. 1, s. 165) En büyüködül Karşı koymakta sona kalanlarımız, bir tepede yaşamlarina son verirler. Gelecekte "Burada yatanlar, vatanlarınıkurtarmaya çalışanlardır" diye bir yazılı taşa sahip olabilirlerse ödülleri, bu olur. 1920 (Fahrettin Altay, Millî Mücadele Hatıralarım; Hayat Mec. Yıl: 3, No: 127, 1959, s. 28) Mücadeleye mecburuz
Millî savunmamızı, düşmanların bayrakları babalarımızın ocakları üstünden çekilinceye kadar bırakamayız. İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, özvatan toprakları üstünden yabancı adamların ayakları çekilmedikçe biz, mücadelemizde devam etmek zorunluğundayız. Kendi hükümetimizin yönetimi altında mutsuz ve fakir yaşamak, yabancı tutsaklığı pahasına kavuşacağımız huzur ve mutluluğa bin kere üstündür. 1920 (Atatürk'ün T.T.B. IV, s. 307) Associated Press muhabirine Ankara'da demeci: Yıllarca mücadele etmek zorunluğunda olsak bile Yunanlıları Anadolu'dan kovmaya kesin şekilde karar verdik. Türkiye Türklerindir! İşte milliyetçilerin ilkesi budur. Biz,hukukumuzu savunma için mücadeleye devam etmeye karar verdik. 1921 (Atatürk'ün S.D.V, s. 83) Tarih ve olayların yöneltmesiyle, gerçekten içine düştüğümüz bugünkü kanlı ve kara tehlikeleri görmeyecek ve bundan heyecana kapılmayacak ve üzülmeyecek hiçbir vatansever düşünülemez. 1919 (Atatürk'ün S.D.I, s.3)
Her zamandan ziyade inanıyorum ki savaş, pahalı bir iştir. Savaşın sürüklediği facialar ve dehşetten üzgünüm. Fakat savaşmaksızın elimizdeki silâhları bıraktığımız zaman, nasıl tamamen harap olacağımızı da biliyorum. 1921 (Atatürk'ün S.D.V, s. 84) Milli Mücadele ve örgütlenme İzmir dramından sonra idi ki, milletimiz gerçekten duygulandı, uyandı ve derin uçuruma sürüklendiğini anladı. Ve ondan sonra hukukunu kendisi savunmaya karar verdi. Şüphesiz ki bunu yapabilmek için bir şekil almak, örgütlenmek gerekirdi; zaten her taraftan örgüt ve şekillenme daha evvel başlamış idi. Fakat, evvelâ Erzurum ve bundan sonra Sivas Kongreleri'nde genel birliğimiz oluştu. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin bildirge ve tüzüğünün içeriği önemlidir. 1920 (Atatürk'ün S.D.II, s.11) Benim görüşüm milletvekilleri İstanbul'a gitmeseydi,Meclis-i Mebusan orada toplanmasaydı, dışarıda güvenli biryerde toplanıp orada bütün memleketi, bütün milletin, başkent'in alın yazısını korumuş olsaydı, İstanbul işgal olunmazdı. İstanbul'un işgaline tek sebep, hükümetin bir takım anlamsız ve çürük görüşlere saparak irade zayıflığı göstermiş olmasıdır. 1920 (Atatürk'ün S.D.I, s.46) Milli örgütün sosyal yapı içinde kuruluşu Örgütün diğer ayrıntılarına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından, yani bireyden başlıyoruz. Bireyler düşünür olmadıkça, hukukunu kavramadıkça, kitleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya fena yönlere yöneltilebilir. Kendini kurtarabilmek için her bireyin, mukadderatıyla bizzat ilgilenmesi gerekir. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir kuruluş, elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında, aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukardan aşağı olması zorunluğu vardır. Birincisinin belirmesinde, bütün insanlık için amaca erişme kolaylaşmış olurdu. Böyle olmanın pratik ve maddî imkânı henüz bulunmadığından bazı girişimciler, milletlere verilmesi gereken yönün çizilişinde kılavuzluk ediyorlar. Bu suretle yukardan aşağıya şekillendirilebilir. Biz, memleketimiz içindeki yolculuklarımızda doğal olarak birinci tarzda başlamış olan millî örgütümüzün gerçek kaynağa, bireye kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru gerçek şekillenmenin başladığını büyük memnunlukla gördük. Bununla beraber, olgunlaşma derecesine eriştiğini iddia edemeyiz. Bunun için, özellikle aşağıdan yukarıya tekrar bir şekillenmenin oluşması amacına özellikle çalışmamız, millî ve vatanî bir görev sayılmalıdır. 1920 (Nutuk III, s. 1185)
Millî Mücadele'de millî dernekler Varlığı hususunda ciddî bir endişeye düşmüş olan millet doğrudan doğruya, bizzat müdahale ederek kuvvetini ve yönetimsel tutumunu göstermek gereğini duydu. Bunun sonucu olarak memleketin her tarafında millî cemiyetler kurulmaya başlandı. Bu cemiyetlerin bugünkü partilerle veya kurulmakta olanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Tersine her türlü siyasal amaçtan tamamen uzaktırlar ve varlıklarını sadece memleket bütünlüğünü, millet ve devletin diğer haklarını koruma amacına borçludurlar. Bunların hepsi aynı etkiler ve sebepler altında faaliyet göstermektedirler. 1919 (Atatürk'ün T.T.B.N, s.75) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Cemiyetimiz millî bilinçten doğan, bütünüyle temiz ve vatansever bir hareketin ürünüdür ve millî bir kuruluşu vardır. Hazinemiz, bağımsızlık ve vatanseverliğin değerini takdir etmeği öğrenmiş olan milletimizdir. Gelirlerimizin kaynağı, milletin kendiliğinden yaptığı bağışlardır. 1919 (Atatürk'ün T.T.B. IV, s.83) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyeti, vatanın parçalanması düşmanlar tarafından kesin olarak duyurulduğu bir zamanda özverili milletimizin vatanı kurtarma endişesiyle birlik oluşturmasından doğmuştu. Müdafaa-i Hukuk kelimesiyle özetlenebilen kutsal amaç, her şeyden evvel vatanın içeriden bütünlüğünü, millî egemenliği ve her sınırdan insafsızca hücum eden dış düşmanların vatandan çıkarılmasını gerçekleştirmeğe yönelik idi. Bu âciz arkadaşınız, ilk andan itibaren vatanı savunma amacının gerçekleşmesi yolunda da bütün millet bireyleri arasında gerçek ve samimî bir dayanışmanın korunmasına ve yüceltilmesine kendimi verdim. En ümitsiz anlardan itibaren en buhranlı ve güçlük gösteren evreler arasında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'mizin gösterdiği sağlamlık ve kararlılığın vatanın kurtuluşunu ve milletin bağımsızlığını temin için etkili bir nedenolduğunu gönül borcu ile anarım. Bağımsızlık tarihimiz, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni ve onun saygıdeğer üyelerini yücelterek hiç silinmeyecek şekilde zihne yerleştirecektir. 1923 (Atatürk'ün TTB. Iv, s.491) Millî Mücadele'de Trakya Trakya davası, Anadolu davasıyla eştir. Türk milletinin özverisi, kararlılığı sayesinde her iki dava da kurtarılacaktır. O mutlu anın gelişine kadar birlik ve uzlaşma ile hareket olunması rica olunur. 1920 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.364)
Milli Mücadele'nin amacı
Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı.Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun, bunun da bölüştürülmesini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım manasız sözlerden ibaretti. O halde ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi? Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak! İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. 1927 (Nutuk I, s. 12) Aydın cephesinde, kutsal vatanı istilâ etmeye çalışan düşmanla Kuva-yi Milliye çarpışmakta ve her karış toprağına vatana bağlı ve özverili evlâtlarının cesetlerini gömmektedir. Hiçbir kuvvet, hiçbir yetki, tarihin emrettiği bu görevden milletimizi engelleyemeyecektir. 1920 (Nutuk 1, s. 397) Kuva-yi Milliyemizin etkin egemeni, ancak millet ve yüksek millî amaçlardır; başka hiçbir birey ve topluluk etkili Olamaz. 1919 (Atatürk'ün S.D.V, s.79) Bütün millet, bütün dünya bilsin ki, en sonunda millet tam bağımsızlığının temin edildiğini görmedikçe, yürümeye başladığı yolda bir an durmayacaktır. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.110) Şüphe etmiyorum ve hiç kimsenin şüphe etmeyeceğini zannediyorum ki, Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti'nin bugüne kadar izlediği siyaset, tamamen millî emellere uygundur. Bu siyasetin ne olduğunu tekrara gerek görmem. Yalnız iki kelimesini zikredeceğim ki, o da millî sınır içinde milletin bağımsızlığıdır ve bu, gayet kuvvetli ve büyük anlam ifade eder esastır. Bugüne kadar, bu esastan ayrıldığımızı akla getirecek en ufak bir işareti bile göstermek mümkün değildir. 1921 (G.C.Z., cilt: I, s. 333) Birinci TBMM.'nin 24 Nisan 1920 günkü gizli birleşiminde söylemiştir: İstanbul ortamının, Ferit Paşa Kabinesi'nin kabul ettiği şeyi kabul etmek şerefimizi, hayatımızı, her şeyimizi bırakmak, yani İngilizlere tutsak olmaktır. O zaman yapılacak iş yoktur. Yok, bu milleti millet olarak, insan olarak namus ve şerefiyle yaşatmak istiyorsak, kabul edeceğimiz nokta ve esas, mevcut bütün kuvvet ve araçlarımızı gereğine göre kullanarak bizi yok etmeğe çalışan düşmanların düşmanca olan emellerini kırmaktır ve ben şahsen, kesinlikle şüphe etmem ki, bütün arkadaşlarımız ancak böyle yüce hisle buraya gelmişlerdir ve yapacakları tarihî görevin büyüklük derecesini, incelik ve önemini bütün açıklığıyla anlamış bulunuyorlar. 1920 (G.C.Z., cilt: 1, s.8) Kendi kuvvetimize dayanmak Birinci T.BM.M'nin 29 Mayıs 1920 günkü gizli birleşiminde söylemiştir: Bir defa varlığımızı koruma ve millî emellerimizi temin için gerçek dayanağı dışarıda değil içerde, kendi vicdanımızda bulmak ilkesini Hükümet kabul etmiştir. Çünkü, kendi kuvvetimizi göz önüne almaksızın dışardan, şuradan buradan gelecek kuvvetlere dayanarak emel izlersek ve o kuvvetten ve o imdattan yardım da gelmezse hayal kırıklığına uğrarız. Bunun için her şeyden önce, kendi kuvvetimize önem veriyoruz. 1920 (G.CZ., cilt: 1, s. 48) Türkiye ve Türkiye halkı, bağımsızlığını ve varlığını ortadan kaldırmaya yönelik acı darbeler karşısında kaldığı gün, insanlık dünyasında hiçbir dayanak noktasına sahip bulunmuyordu. Yalnız ve ancak kalp ve vicdanındaki karar ve imana güvenerek, ya bağımsızlığına sahip ve egemen olarak yaşamaya veyahut ölmeye karar verdi. Bu kararın doğal gereği olmak üzere şu anda devam etmekte olan millî mücadelesine başladı. 1921 (Atatürk'ün S.D.ll, s. 24) Birinci T.B.M.M.'nin 12 Mayıs 1921 günkü gizli birleşiminde söylemiştir: Meclisimizin, millete karşı yerine getirilmesini üstlendiği karar, öteden beri ilân ettiğimiz, hepimizce bilinen bir esasta toplanmıştır. O esası, bir daha tekrar etmek isterim: Millî sınırlarımız içinde memleketin bütünlüğünü ve milletin tam bağımsızlığını temin etmek. Bizim, millete karşı üstlendiğimiz görev, bunu temin edecektir. Bu sebeple Meclis'in ve Hükûmet'in izlediği siyaset, bu amacı elde etmeye yöneliktir. Kurulunuz hedefe yürürken daima memleketin, milletin kuvvetine dayanarak yürümüştür. Bu sebeple denilebilir ki, bizim izlediğimiz siyaset, aslında bağımsız bir siyasettir. Yalnız kendi amacımızı elde etmeye yönelik ve kendi kuvvetimize dayanmış bulunan bir siyasettir. 1921 (G.C.Z., cilt: 11, s. 72)
Erzurum Kongresi 1927 yılında, C.H.P. ikinci Büyük Kongresi'ni açarken söylemiştir: Erzurum Kongresi, belirlediği esaslar bakımından belirtilmeye ve anmaya değerdir. Sivas Genel Kongresi'nde görüşme konusu olan şeyler, aynı esaslar olmuştur. Bu esaslar, açıklanarak ve bütün memleketi içine almak üzere kabul Olunmuştur. 1927 (Atatürk'ün S.D.I, s.338) Erzurum Kongresi'ni kapatırken söylemiştir: Milletimizin kurtuluş ümidi ile çırpındığı en heyecanlı bir zamanda özverili saygıdeğer kurulunuz, her türlü eziyetlere katlanarak burada, Erzurum’da toplandı. Duyarlı ve soylu bir ruh ve pek sağlam bir iman ile vatan ve milletimizin kurtuluşuna ait esaslı kararlar aldı. Özellikle bütün dünyaya karşı milletimizin varlığını ve birliğini gösterdi. Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir. 1919 (Nutuk 1, s. 67; Nutuk III, s. 932)
Sivas Kongresi Erzurum Kongresi'nden sonra 4 Eylül'de Sivas'ta genel bir kongre oldu. Erzurum Kongresi yalnız Doğu Anadolu'yu temsil etmiş oluyordu. Sivas'ta Batı Anadolu'dan ve Rumeli'den de delegeler gelmiş olması nedeniyle artık vatanın bütünü Anadolu ve Rumeli'de yaşayan bütün millettaşlarımızın görüş noktalarını doğrulamış oluyordu. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi'nde belirlenen esasları aynen kabul etmiş, yalnız ismini genişletmekle kalmamıştır. Bütün Anadolu ve Rumeli'yi içine almak üzere millî birlik ve dayanışma sağlanmıştır. 1920 (Atatürk'ün S.D.I, s.3O) Sivas Kongresi'ni açarken söylemiştir: Vatan ve milletin kurtuluşunu amaçlayan zorlayıcı sebepler, sizleri bunca zahmet ve engel karşısında Sivas'ta topladı. Yiğitçesine kararlılığınızı tebrik ve hoş geldiniz demekle, mutluluğumu sunarım. Millî Meclis'in henüz toplanmamış olduğu bir sırada, baskı altına alınmış ve bağımsızlığını kaybetmiş olan Hükümet Merkezi'nin kendi başına ve haksız bir kararı veyahut millî emellere aykırı bazı dış tekliflere boyun eğme gibi olupbittilerin ihtimaline karşı Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin millî ruhu temsil ederek ve birbirini izleyerek toplanması, şüphesiz ki kurtuluşa götüren iyi bir işarettir. 1919 (Nutuk III, s. 945-946, 949)
1931 yılında, C.H.P. Üçüncü Büyük Kongresi'ni açarken söylemiştir: Birinci Genel Kongremiz, bundan 12 yıl önce Sivas'ta,bir okul sınıfında yapılmıştı. Oraya gelen delegeler her türlü izlemeler altında, birçok güçlüklerle karşılaşmışlardı. Görüşmelerimiz, iç ve dış düşmanların süngü ve idam tehditleri içinde yapılıyordu. Fakat, Türk milletinin gerçek duygu ve emellerini temsil ettiğine inanan Kongre Kurulu, millî görevini tamamlama gereğini, her görüşün üstünde tuttu. İzlemekte olduğumuz ilkelerin ilk esaslarını belirledi;ondan sonra da özveri ve kararlılıkla o esaslar üzerinde yürüdü, başarılı oldu. 1931 (Atatürk'ün S.D.1, s. 353) Misak-ı Millî Misak-ı Millî, barış yapmak için en uygun ve en azından şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa erişmek için bir araya getireceğimiz esasları kapsar. Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışmalar, ondan sonra başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmalarda başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmuş olmasına bağlıdır. Misak-ı Millî'nin hedefi, onu temindir. 1922 (Atatürk'ün S.D.V, s. 95) Anadolu'nun amacı, her ne olursa olsun Misak-ı Millî'deki ilkeleri elde etmektir. Bu amaçlarının herhalde elde edileceğine, Anadolu yine kuvvetle emindir. 1921 (Atatürk'ün S.D.V, s. 82)
Millî dava ve sarsılmaz gücümüz Dış siyasetimizde başka bir devletin hukukuna saldırı yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu savunuyoruz ve savunacağız. Günümüz uygarlığının devletlerarası ilişkilerde ortaya attığı ve en yüce, temiz emel ve düşüncelerin bir özü demek olan "Her milletin kendi yazgısına kendisinin egemen olması" hakkını biz yeryüzünde yaşayan milletlerin hepsi için tanıyoruz, bizim de bu hakkımızın kayıtsız şartsız tanınmasını istiyoruz. Bu meşru ve haklı isteğimizi tanımamak yüzünden akan ve akacak olan kanların sorumluluğu, şüphesiz sebep olanlara aittir. Bizi, millî davamızı izlemekten yıldıracak hiçbir araç, hiçbir kuvvet düşünülmüş değildir. Millî davamız, bizim hayatımızdır. Öldürmeye kalkışılan en zayıf yaratıkların bile, bu isteğe karşı isyan ve nefretle son nefese kadar kendisini savunmaya çalışmasından daha doğal bir şey yoktur. 1922 (Atatürk'ün S.D. 1, s. 229)
Birinci Büyük Millet Meclisi'nin Üçüncü Toplantı Yılı'nı açış konuşmasının sonunda söylemiştir: Bizim için yaşam alevi ve gelecek kuşaklar için kurtuluş ümidi olan kutsal amacımıza durmaksızın yürüyeceğiz ve fakat, Allah'ın yardımıyla kesinlikle başaracağız. Ölmez bu vatan farz-ı muhal ölse de hatta Çekmez kürenin sırtı o tabut-u cesimi.* 1922 (Atatürk'ün S.D.I, s.238) Milletin bağımsızlığını, yine milletin gayret ve kararı kurtaracaktır. 1919 (Nutuk I, s. 31) 1921 yılında, Amerikalı gazeteci Shaw Moore'a verdiği demeçten: Biz, Türkiye'nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü kurtarmaya çalışıyoruz. Allah'ın yardımı ve Türk milletinin yenilmez kuvveti sayesinde amacımıza ulaşacağız! 1921 (Atatürk'ün S.D. III, s. 28) "Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salâh!"** gerçeğini bir an akıldan çıkarmamak millî davamızın istediği gereklerdendir. Bu görüş açısından, uyanık ve hazır bulunmaktan ibaret olan kuralımıza uymağa devam edeceğiz. 1922 (Atatürk'ün S.D.I, s.233) Çizdiğimiz bir sınır vardır; bu sınırı yabancıların elinde bırakmayacağız! İnancımız pek kuvvetlidir. 1919 (Atatürk'ün S.D.11, s.3) Anadolu, her türlü sataşmalara, saldırılara karşı bütün varlığıyla kendini savunmaktadır ve bunda başarı kazanacağından emindir. Anadolu bu savunmasıyla yalnız kendi yaşamına ait görevi yerine getirmiyor, belki bütün doğuya yönelik hücumlara engel oluşturuyor. Bu hücumlar elbette kırılacaktır, bütün bu sataşmalar kesinlikle son bulacaktır. İşte ancak o zaman batıda, bütün dünyada gerçek huzur, gerçek refah ve insanlık geçerli olacaktır. 1921 (Atatürk'ün S.D.II, S.21) Bizi yok etmek görüşü karşısında varlığımızı silâhla korumak ve savunmak pek doğaldır. Bundan daha doğal ve daha haklı bir hareket olamaz. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 181)
Tarihin bu memlekette şimdiye kadar oluşturmadığı bu millî birlik ve beraberliğin bozulmasına ait her hareketi, bir vatan ihaneti sayarak ona göre gereken karşılığı vermede tereddüt etmeyeceğiz. 1920 (Nutuk 1, s. 385) Bütün dünyanın bilmesi gerekir ki, Türkiye halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümeti, uşak davranışına katlanamaz. Her uygar millet ve hükümet gibi varlığının, özgürlük ve bağımsızlığının tanınması isteğinde kesin olarak direnmektedir. Ve bütün davası da bundan ibarettir! Biz savaşçı değiliz; barışseveriz. Ve bir an evvel barışın gerçekleşmesini görmek ve ona yardım ve hizmet etmek isteriz. 1921 (Atatürk'ün S.D. 1, s. 181) Amerika, Avrupa ve bütün uygarlık dünyası bilmelidir ki, Türkiye halkı her uygar ve yetenekli millet gibi, kayıtsız şartsız özgür ve bağımsız yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu haklı kararı bozmağa yönelen her kuvvet, Türkiye'nin ebedî düşmanı kalır. Bu hususta insanlık ve uygarlık âleminin temiz vicdanı, kesin olarak Türkiye ile beraberdir. 1922 (Atatürk'ün S.D.III, s. 48) Biz mağlûbiyetimizin karşılığını çok ağır ödedik. Elimizden köyler, iller değil, ülkeler alındı. Fakat son lokmasını da ağzından kapmak için bir milletin yaşamına kıymak, canice bir harekettir. Öldürülen bir adamınsa kendini son nefesine kadar cesaretle, mertlikle savunması doğal ve zorunludur. 1919 (Atatürk'ün S.D. III, s. 11) Düşmanın pek büyük gayretlerle, özverilerle oluşturduğu ve diğer bazı devletlerin de büyük yardımlarıyla destekledikleri gerçekten eksiksiz ve kuvvetli ordularını mağlûp etmek için kendimizde bulduğumuz kuvvet ve kudret, davamızın haklılığındadır. Gerçekten biz, millî sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz. Biz, Avrupanın diğer milletlerinden esirgenmeyen, haklarımıza saldırılmamasını istiyoruz. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 178) Biz bir amaç izliyoruz. Bu amacımız öteden beri çeşitli vesilelerle ifade edilmiştir. Ben şimdi de onu tekrar ediyorum: Milletin, devletin bağımsızlığını korumak! Bunun içinde namus ve şeref bütünüyle yer alacaktır. Bağımsız olarak milletimizin belli sınırlar içindeki bütünlüğünü korumaktır. Bunun için savaşıyoruz. Efendiler! Memleketimizin ellide biri değil, her tarafı tahrip edilse, her tarafı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıka cağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy tahrip edilmiş diye burada feryada gerek yoktur. Ben size açık söyleyeyim; efendiler bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal olunabilir. Fakat bu işgal hiçbir zaman da bizim imanımızı sarsmayacaktır. 1920 (Atatürk'ün S.D. I, s. 78) Birinci T BM.M.'inde yaptığı bir konuşmadan: Milletimiz bugün, bütün geçmişinde olduğundan daha çok ve atalarından daha çok ümitlidir. Bunu ifade için şunu arz ediyorum. Kendilerinin* deyişiyle cennetten vatanımıza gözcü olan merhum Kemal** demiştir ki: Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini İşte bu kürsüden, bu yüce Meclis'in başkanı olarak yüksek kurulunuzu oluşturan bütün üyelerin her biri adına ve bütün millet adına diyorum ki: Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini 1921 (Atatürk'ün S.D.I, s. 150) 5 Ağustos 1921 günü, kendisine geniş yetkilerle Başkomutanlık veren Yasa'nın kabulünden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmadan: Efendiler! Zavallı milletimizi tutsak etmek isteyen düşmanları, Allah'ın yardımıyla ne olursa olsun mağlup edeceğimize dair olan inan ve güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek kurulunuza karşı, bütün millete karşı ve bütün dünyaya karşı ilân ederim! 1921 (Atatürk'ün S.D.I, s.169)
Milli birlik ve başarı 20 Eylül 1919 günü Sivas'ta Amerikan Generali Harbord'la görüşmesi sırasında, General'in "Fakat millet ve siz, her türlü çalışmada ve özveride bulunmanıza rağmen başarılı olamazsanız ne yapacaksınız?" sorusuna verdiği cevap: -Millet ve biz yok, birlik halinde millet var! Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kesin olarak söyleyeyim ki bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için her şeye girişir ve bu amaç uğrunda her özveriyi yaparsa, başarılı olamaması mümkün değildir. Elbette başarılı olur. Başarılı olamaz ise o millet ölmüş demektir. Şu halde, millet yaşadıkça ve her türlü özveride bulundukça başarılı olamaması düşünülemez ve böyle bir şey söz konusu olamaz!
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 22:25:37 |
|
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. Atatürk'le Beraber, Cilt: II, s. 346) Birlik ve emelde kararlı ve ısrar eden millet, gururlu ve saldırgan her düşmanı eninde sonunda gurur ve saldırısında pişman edebilir. 1920 (Nutuk II, s. 464) Toplu bir milleti istilâ etmek, darmadağınık bir milleti istilâ etmek gibi kolay değildir. 1919 (Atatürk'ün S.D.III, s.12)
Temel görev Bizim önemli ve asıl olan görevimiz, siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin bugün biricik görevi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle püskürtmektir. Bunu yapamadıkça, siyaset anlamsız bir sözden ibaret kalır. Ben, millî amacın temini için, tek çarenin,savaş ve savaşta başarı olduğunu söylüyorum. Bütün kudretimizi, bütün kaynaklarımızı, bütün varlığımızı orduya vereceğiz. Gücümüzü dünyaya tanıtacağız ve ancak ondan sonra milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır diyorum. 1922 (Nutuk II, s. 657-658)
Kudret ve yeteneğin belirtilmesi Memleketimizde bulunan düşmanları silâh kuvvetiyle çıkarmadıkça, çıkarabilecek millî varlığımızı ve kudretimizi fiilen kanıtlamadıkça diploması alanında ümide kapılmanın yeri olmadığı hakkındaki görüşümüz kesin ve sürekli idi. En doğru görüşün bu olduğunu, bu olacağını, doğal olarak kabul etmek uygundur. Gerçekten, bugünün yaşam şartları içinde bir birey için olduğu gibi, bir millet için de kudret ve yeteneğini, fiilî eseriyle gösterip kanıtlamadıkça değer ve önem beklemek boşunadır. Kudret ve yetenekten mahrum olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet, yiğitlik gereklerini, bütün bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu österenler isteyebilirler. 1927 (Nutuk II, s. 645) Zayıf olan, kuvvetli olanın kesinlikle mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün ilkeler, kurallar ikinci derecede kalır.Her şeyden evvel kuvvettir. 1920 (G.C.Z., cilt: i, s. 139)
Milli Mücadele'de millete tavsiyeler Osmanlılar, girişecekleri askerî hareketlerin genişliğine uygun hazırlıklı ve önlemli davranmadıkları için, daha çok, duygu ve tutkularının etkisi altında hareket ettikleri için Viyana'ya kadar gittikleri halde, çekilmek zorunda kalmışlardır. Ondan sonra, Budapeşte'de de duramadılar, geri döndüler; Belgrat'ta da mağlûp ve çekilmeye mecbur edildiler. Balkanları terk ettiler. Rumeli'den çıkarıldılar. Bize, içinde henüz düşman bulunan bu vatanı miras bıraktılar. Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun tutkularımızdan, duygularımızdan vazgeçerek dikkatli olalım. Kurtuluş için... Bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu mağlûp etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!.. 1922 (Nutuk II, s. 636-637)
Birinci T.B.M.M.'nin 24 Nisan 1920 günkü gizli birleşiminde söylemiştir: Amacımızın, yüce amaçlarımızın elde edilişi için düşmanlara silâh verecek her türlü husustan sakınmamız gerekir. Yalnız ve yalnız bir şey düşünmek zorundayız; o da memleketin kurtuluşudur! Millete bağımsızlık temin edileceği güne kadar, bir birey olarak bütün varlığımla çalışmaya kutsal bildiğim her şey adına söz vermişimdir. Bu sözü burada tekrar etmekle şeref kazanırım. 1920 (G.C.Z., cilt: 1, s. 10) Sinir gevşetici sözlere önem verilmemelidir Millete Sinir gevşetici sözlere, telkinlere, önem ve itimat göste-rilmemelidir. Osmanlı tarzı yönetim ve siyasetinin yarattığı bu çeşit düşünüş biçimleri reddedilmelidir. Ordu ile, savaş ile, inat ile bu işin içinden çıkılmaz tarzındaki, kaynağı dışarıda bulunan öğütlere uymakla, bir vatan, bir millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir. Bunun tersini düşünerek hareket edeceklerin acı sonuçlarla karşılaşacaklarına, şüphe yoktur. Türkiye, işte, bu yoldaki yanlış fikirlere., yanlış düşünüş biçimlerine sahip olanlar yüzünden, her yüzyıl, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddiyatta olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki çöküş, ahlâk ve manevî değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe yok ki, bu büyük memleketi, bu koca milleti yok olma uçurumuna götüren başlıca sebep, bu olmuştur. 1922 (Nutuk II, s.637) Millete yeni bir iman vermek gerekir Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşısında milletin de hareketsiz kalmasına, çekingen bir hale gelmesine yol açarlar. Beceriksizlik ve tereddütte, o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi kendilerini küçük görürler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz kayıtsız ve şartsız, varlığımızı bir yabancıya bırakalım. Balkan Savaşı'ndan sonra milletin, özellikle ordunun başında bulunanlar da, başka tarzda ve fakat aynı düşünüş biçimini izlemişlerdir. Türkiye'yi, böyle yanlış yollarda batma ve yok olma alanına sürükleyenlerin elinden kurtarmak gerekir. Bunun için, bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye'nin düşünen kafalarını, büsbütün yeni bir imanla donatmak... Bütün millete taze bir manevî güç vermek! 1922 (Nutuk 11, s. 637-638)
Olumsuz propagandalar ve milletin kararlılığı Şurada acıklı bir gerçek olmak üzere söyleyeyim ki,memleketimizde pek çok yabancı parası ve birçok propagandalar dolaşıyor. Bundaki amaç pek bellidir ki, millî hareketi sonuçsuz bırakmak, millî emelleri felce uğratmak,Yunan, Ermeni emellerini ve vatanın bazı önemli parçalarını işgal amaçlarını kolaylaştırmaktır. Bununla beraber herdönemde, her memlekette ve her zaman görüldüğü gibi bizde de kalbi ve sinirleri zayıf, kavrayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refahını ve kişisel çıkarını vatan ve milletinin zararında arayan adî kimseler de vardır. Doğu işlerini çevirmede ve zayıf noktaları arayıp bulmakta pek usta olan düşmanlarımız, memleketimizde bunu âdeta bir örgüt haline getirmişlerdir. Fakat kutsal bildiği her şeyini kurtarma amacıyla çırpınan bütün millet, bu kararlılık ve mücadelesinde her türlü güçlükleri kesinlikle ve ne olursa olsun kırıp süpürecektir. 1919 (Nutuk III, s. 930-931) Birinci T.B.M.M.'nin gizli birleşiminde söylemiştir: Efendiler, varlığımızı korumak için, geleceğimizi, bağımsızlığımızı temin için, karşımızdaki düşmanların emellerini yakından biliyoruz ve düşmanların bu emellerini elde etmek için uygulayacakları kuvvetleri de biliyoruz. Fakat düşmanlarımız, kendi tutkularını bizim yok olmamızla temin etmek için, sahip oldukları kuvvetlerden hiçbirini kullanmıyorlar. Tersine, amaçlarına erişebilmeleri için en kuvvetli buldukları yol, yine bizi birbirimize vurdurmaktan ibaret olmuştur. Ne yazık ki, İstanbul ortamında düşmanlarımıza, düşmanlarımızdan daha çok hizmet edenler, amaçlarını kolaylaştıranlar bulunuyor. İşte, asıl onların yardımı ile yazık ki, vatanımızın bazı noktalarında milletin bütünlüğünü, dayanışmasını dışarıya karşı yokmuş gibi gösterecek ve memleketimiz içerisinde karışıklığa işaret edecek durum vardır. Meselâ hepimizce bilinen Anzavur durumunu hatırlayabilirsiniz. Anzavur, çok zamandan beri İngilizlerin parasıyla, silahıyla, kışkırtmasıyla ve şüphesiz, İstanbul'da nitelik ve ahlâklarını göstermeye çalıştığım kimselerle beraber faaliyet gösteriyordu. 1920 (G.C.Z., cilt: 1, s.7) Az rastlanmakla beraber üzüntüyle işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya millî duygudan mahrum kalmış olması gereken bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikten başka, vatanlarını suçlu göstermekten çekinmiyorlar, bu gibilere lanet! 1919 (Atatürk'ün S.D.II, S. 9-10)
Damat Ferit Paşa Kabinesi ve yaydığı gerçek dışı söylentiler Amaçlarımızın niteliğinin açıklamalarımızdan ve aynı zamanda hareketlerimizden anlaşılması gerektiği halde bir kısım kötü niyetli kişiler, uydurma söylentiler ve gerçekleri saptırma kampanyasına giriştiler ve amaçlarımıza aklımızdan hiçbir zaman geçmemiş ve gerçekle hiçbir ilgisi olmayan şekiller vermeğe çalıştılar. Bu hususta en ileri gidenler, İngilizler ve onların elinde sadece bir oyuncak olan Ferit Paşa Kabinesi'dir. Ferit Paşa ve arkadaşları, yönetimin meşrutî ve özgür şartlar altında devam etmesi, millî kuvvetlere dayanması durumunda ellerinde hiçbir kuvvet kalmayacağına inanmışlardır. Bu sebeple olgunluğunu kanıtlamış olan ve uygar ve doğal hakları üzerinde gücünü ve bilincini gösteren millet, bu kabinenin biricik düşüncesinin millî örgüt ve onun hareketlerini bastırmak olduğunu anlamıştı. Bu bastırma girişiminde hükümetin başlıca silâhlarından biri, millet tarafından İttihatçılar'a karşı duyulan korkudur. O İttihatçılar ki, milletin zararına birkaç yıl süren kötü yönetimleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya uğraştığı bir uçuruma sürüklemek suçuyla bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptir. Bu korku üzerinde işleyen şimdiki hükümet boş yere, her türlü kişisel tutkudan uzak olan ve bütünüyle millî amaçlar izleyen bizim hareketimizi İttihatçılarla ilgili göstererek küçültmeye uğraşıyor. Kabine'nin tutunduğu diğer silâh, bolşevizm korkusudur. Valilere yapılan resmî bildirilerde, Bolşeviklerin Anadolu'ya girdiklerini ve bizim faaliyetlerimize bunların ilham verdiğini söylemekten çekinmiyorlar. Gerçekte İttihatçılar tarafından memleketin içine sürüklendiği acı sonuçlan, Ferit Paşa ve onun gibilerden çok daha iyi anlıyor ve takdir ediyoruz. Amacımız, anavatanın ve milletin varlığına son bir darbe vurmak demek olan maceralara girmekten çok uzak olarak, büyük bir dikkatle ve uyanıklıkla ilerlemek ve kurtuluş ve refahı sağlayacak yolları bulmaktır. Bu sebeple bizlerle İttihatçılar arasında herhangi bir ilişki olamaz. Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrin'in hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, âdetlerimiz ve aynı zamanda sosyal yapımız tamamıyla, böyle bir fikrin yerleşmesine uygun değildir. ... Son olarak, sosyal bakımdan dinî ilkelerimiz bolşevizm'i benimsemekten bizi uzak tutmaktadır. Türk milletinin bu doktrin'e karşı hiçbir eğilimi olmadığının ve hatta gerektiğinde mücadeleye hazır olduğunun en iyi kanıtı, Ferit Paşa'nın bolşevizm'in memleketi istilâ ettiği veya etmek üzere olduğu yolundaki aslı olmayan söylentilerine karşı milletin duyduğu dehşet hissidir. Ferit Paşa Kabinesi, tam anlamıyla İngilizlerin istilâ tutkuları için biçilmiş kaftandır. 1919 (Atatürk'ün T.T.B.1V, s.78-79) Sivas Kongresi'ni açarken söylemiştir: Efendiler! Burada büyük üzüntülerle yüksek kurulunuzun bilgisine sunacağım ki, memleketin ve milletin kutsal amaçlarını sağlamada acizlik ve beceriksizlikten başka bir kudret gösterememiş olan İstanbul Hükümeti milletin sesini boğmak, millî ortak bağları kırmak ve bu suretle milleti daima mağlup göstermek gibi ancak düşmanlarımızın çıkar hesabına kaydolunan son çırpmış ve tutarsız hareketlerinde bütün yiğitliğini takındı. Bu hal millî tarihimizde elbette İstanbul Hükümeti hesabına pek lekeli bir dönemdir. Teşekkür olunur ki efendiler, millet ve millî kudretin bütünüyle yardımcısı olan namuslu ordumuz, İstanbul Hükümeti'ni uyararak zararlar sonuçsuz bırakılmıştır. Bununla beraber kötü etkiler bir miktar gecikmelere sebep olmuştur. 1919 (Atatürk'ün S.D.l, s.9) Millî Mücadele'de İttihatçılık iftirası Bize İttihatçı diyenler unutuyorlar ki, millî hareket bütün millet tarafından yapılmaktadır. Eğer işin içinde İttihatçılık olmak gerekse bütün millet İttihatçılıkla suçlanmış olur: Fazla olarak gerek şimdiye kadar yayınladığımız bildirilerde ve gerekse genel kongrede kabul edilen yemin metniyle, hiçbir partiye mensup olmadığımız ve İttihatçılıkla ilgimiz bulunmadığını dünyaya ilân ettik. 1919 (Atatürk'ün S.D.1I1, s.3) Canlandırılmasından en fazla kaçınılan şey İttihat ve Terakki Partisi'dir. Bir kere kongreye katılan üyelerin her biri kesinlikle böyle bir girişimde bulunmayacaklarına dair yemin etmişlerdir. Yemin kutsal bir üstlenme demektir. Namus sahibi olan kimse, verdiği sözden geri dönmez. Diğer taraftan İttihat ve Terakki, siyaseti bakımından da değerini yitirmiştir. Öyle değil mi? O partiye mensup olan kişiler iktidarda iken milletimizin gereksinimi, mizacı ile ilgisi olmayan istilâcı bir politika izlediler. Kendi toprağı emek ve özene muhtaç iken, bu milletin gözlerini başka noktalara yöneltmeye çalışan bir siyaset, doğal bir siyaset değildi. Bu nedenle yenilgiye uğramaya mahkûm idi. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Ceraiyeti'nin emeli ise o siyaset nedeniyle bu hale gelen zavallı memleketi ve toprakları haksız emperyalizm ve kolonizasyon siyasetleriyle istilâya, parçalamaya çalışan yabancı ve saldırgan kuvvetlere çiğnetmemek! Bu düşünce ile hareket eden bir cemiyet, ruh ve varlık sebebi olarak, kendisini kapatmış İttihat ve Terakki Partisi'ni tekrar diriltecek yetenekte değildir. 1919 (Atatürk'ün S.D.III, s.8) Cemiyetimizde İttihatçı olarak kimse mevcut değildir. İttihatçılık tarihe karışmıştır. Hükümet Merkezi'nin, Batı'nın siyasal hatası onların yeniden canlanmasına sebep olmadığı takdirde millet bunun canlandırılmasını aklına bile getirmeyecektir. 1919 (Atatürk'ün S.D.V, s.79) Herkesçe bilindiği gibi, adı geçen cemiyet Mütareke'nin ertesinde o zamanki İttihat ve Terakki Genel Merkezi'nin davetiyle merhum Talât Paşa'nın başkanlığı altında yapılan kongresi kararıyla Teceddüt Partisi'ne dönüşmüş ve bütün hukuk ve mallarını anılan partiye devrederek İttihat ve Terakki adının tarihe emanet edildiğini ilân etmişti. Vaktiyle zaten birçoğumuz o cemiyetin kurucu ve üyelerinden bulunuyorduk. Son kongresi kararıyla tarihe göçen anılan cemiyetin mensuplarıyla sonradan kurulan Teceddüt Partisi mensuplarının büyük kısmı, büyük milletimizin yüce kararından doğan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne katılmış ve bu cemiyetin programını kabul etmiştir. 1923 (Atatürk'ün S.D. III, s.62-63)
Milli Mücadele ve Türk Milleti Millî Mücadele Millî Mücadele'yi yapan, doğrudan doğruya milletin ve Türk milleti kendisidir, milletin evlâtlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, kız kardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi. Biliyorsunuz ki, yüzyıllarca süren mücadeleler ve bunların sonuçları olarak da yüksek tarihî zaferler vardır. Fakat o zaferlerin etkenleri kendi ülküleri olarak değil, şunun bunun tutkusu peşinde kul köle olarak bulunmuşlardır. Halbuki Millî Mücadele'de kişisel tutku değil, millî ülkü, millî onur gerçek etken olmuştur. 1925 (Atatürk'ün S.D.II, s.231) Hepinizce bilinmektedir ki, milletimiz yüzyıllardan beri iki kuvvetin, iki zorba kuvvetin, iki yok edici kuvvetin baskısı altında üzüntü ve elem duymakta idi. O kuvvetlerden birisi: Doğrudan doğruya memleket ve milleti yönetmek iddiasında bulunan zorbalar, ikincisi: Bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemidir. Yüzyıllarca bu iki kuvvetin baskısı altında kalmış olan millet, şüphesiz ki gayet zayıf bir haldedir. Fakat, baskıların sonucunda büyük uyanmalar oldu. İşte, bizim milletimizde de o uyanış oluşmuştur ve biz, böyle bir uyanış döneminin içinde bulunuyoruz. Gerçekten bir buçuk yıl evvel, bir yıl evvel millet, aynı zamanda bu iki kuvvete karşı isyan etmiş ve mücadeleye başlamıştır. Emperyalist kuvvetler, milletimizi, hukuk ve onur ve bağımsızlıktan mahrum ve bunları kavramayan bir hayvan sürüsü saydığı için böyle bir sürünün elinde sayısız doğal hazinelere sahip, değerli ve geniş bir memleketin bırakılmasını uygun göremezdi. Onların görüşüne göre, bu memleketi parçalamak ve bu memleketteki insanları tutsaklık altına almak gerekli idi. Böyle bir emel, böyle bir amaç izliyorlardı ve Genel Savaş'ın sonucuyla oluşan fırsattan yararlanarak, Ateşkes ile milletin ve ordunun elinden silâhlarını da aldıktan sonra işe girişmişlerdir. Bir taraftan içeride bulunan dalgın veya hain kuvvetler, memleket ve milleti âdeta bu dış kuvvetler gibi, bu dış görüşler gibi telâkki ediyorlardı. Bu sebeple onların da çalışması, en hain düşmanların çalışması niteliğinde belirtisini göstermiştir. İşte, bundan bir yıl önceki durumumuz böyle bir şekil ve renk ve manzara gösteriyordu. Halbuki, milletimiz hiçbir zaman düşmanlarımızın anladığı gibi hukukuna ve bağımsızlığına yabancı değildir. Tam tersine büyük bir aşkla ve aşkî bağ ile, vicdanî bağ ile bağımsızlık ve onuruna bağlıdır ve yine milletimiz içerideki cahil ve dalgınların ve hainlerin telâkki ve ifade etmek istedikleri nitelikte de değildir. İşte bir yıldan beri devam etmekte olan savaşımlarımız sonucunda millet, içeriye karşı, dışarıya karşı ve bütün dünyaya karşı varlığının yüksek niteliğini bütün kanıtlarıyla kanıtlamış bulunuyor. Bugünkü durumumuzu ifade etmek gerekirse, milletin doğal temsilcilerinden kurulan Meclis ve onun hükümeti, istisnasız bütün memlekete egemendir ve egemenliğini korumak kuvvet ve kudretine sahiptir. 1921 (Devre: 1, İçtima: 1, Toplantı .139, I. T.B.M.M. Zabıt Cerideleri, 1944) Milli Mücadele'de Türk Ordusu Bilmek gerekir ki, ordu millî örgüt kadrosu dışında değil, belki onun ruh ve esasını oluşturmaktadır. 1919 (Nutuk 1, s.350) İnanabilirsiniz ki, ordumuzun hiçbir eri dışarıda kalmamak üzere bütünü izlediğimiz kutsal davayı tamamen kavramıştır. Ordularımız Türkiye'nin düşmanlarını, dostlarını da tamamen anlamıştır. Ne için savaştığını biliyor ve hangi sonucu amaçlayıncaya kadar savaşma zorunluğunda olduğunu tam bir kararlılık ve vicdan rahatlığıyla takdir ediyor. Arkadaşlar! Yüce Meclisinizin bilinen ağır güçlükler içinde oluşturmayı başardığı ordular, gerçekte Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüksek ve insanî ülkü bakımından onlardan daha yukarı üstünlükte, değerde bir çelik parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde tutku aracı olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka amacı olmayan milletin, aynı ülkü ile duygulanmış ve yalnız onun emrine uyan ve ona bağlı öz evlâtlarından oluşmuş saygıdeğer ve kuvvetli bir topluluktur. 1922 (Atatürk'ün S.D. I, s. 239) Ordu, milletini böylece manen ve madden kendine yardımcı gördükçe, gösteregeldiği özveride daha pek çok ileri gidecektir. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.412) Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının görevi, Mi-sak-ı Millî kararlarını sağlamaktır. 1922 (Atatürk'ün S.D. 111, s.40) Ordumuz, vatanımız içinde bir tek düşman askeri bırakmayıncaya kadar izlemesine, baskısına ve saldırısına devam edecektir. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 181-182) Ordumuz, yaşam ve onur mücadelesinde milletin ve milletin amaçlarının biricik dayanağıdır. Ordu, kendisine düşen bu yüce görevinde hakkıyla başarılı olabilmesi için gereken niteliklerin birincisi, demir gibi bir disiplindir. Orduda disiplinin biricik belirti aracı aydın, kahraman, özverili subaylardır. 1920 (Atatürk'ün S.D.V, s. 27) Ordumuz, bağımsızlık mücadelesi yapan kahraman ve kararlı milletimizin haklı isteklerini güvenle elde etmeye gücü yeter bir haldedir. Ordumuz her türlü saldırı görevini başarıyla yapmaya hazırdır. Her denetlemede gördüğüm olumlu fark ve özellikle orduda mevcut manevî kuvvet,sağlamlık, kararlılık ve iman, istek ve neşe çok defalar gözlerimi sevinç yaşlarıyla dolduracak derecede etki bırakmaktadır. 1922 (Atatürk'ün S.D.III, s.34)
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 22:25:41 |
|
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. Atatürk'le Beraber, Cilt: II, s. 346) Birlik ve emelde kararlı ve ısrar eden millet, gururlu ve saldırgan her düşmanı eninde sonunda gurur ve saldırısında pişman edebilir. 1920 (Nutuk II, s. 464) Toplu bir milleti istilâ etmek, darmadağınık bir milleti istilâ etmek gibi kolay değildir. 1919 (Atatürk'ün S.D.III, s.12)
Temel görev Bizim önemli ve asıl olan görevimiz, siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin bugün biricik görevi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle püskürtmektir. Bunu yapamadıkça, siyaset anlamsız bir sözden ibaret kalır. Ben, millî amacın temini için, tek çarenin,savaş ve savaşta başarı olduğunu söylüyorum. Bütün kudretimizi, bütün kaynaklarımızı, bütün varlığımızı orduya vereceğiz. Gücümüzü dünyaya tanıtacağız ve ancak ondan sonra milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır diyorum. 1922 (Nutuk II, s. 657-658)
Kudret ve yeteneğin belirtilmesi Memleketimizde bulunan düşmanları silâh kuvvetiyle çıkarmadıkça, çıkarabilecek millî varlığımızı ve kudretimizi fiilen kanıtlamadıkça diploması alanında ümide kapılmanın yeri olmadığı hakkındaki görüşümüz kesin ve sürekli idi. En doğru görüşün bu olduğunu, bu olacağını, doğal olarak kabul etmek uygundur. Gerçekten, bugünün yaşam şartları içinde bir birey için olduğu gibi, bir millet için de kudret ve yeteneğini, fiilî eseriyle gösterip kanıtlamadıkça değer ve önem beklemek boşunadır. Kudret ve yetenekten mahrum olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet, yiğitlik gereklerini, bütün bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu österenler isteyebilirler. 1927 (Nutuk II, s. 645) Zayıf olan, kuvvetli olanın kesinlikle mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün ilkeler, kurallar ikinci derecede kalır.Her şeyden evvel kuvvettir. 1920 (G.C.Z., cilt: i, s. 139)
Milli Mücadele'de millete tavsiyeler Osmanlılar, girişecekleri askerî hareketlerin genişliğine uygun hazırlıklı ve önlemli davranmadıkları için, daha çok, duygu ve tutkularının etkisi altında hareket ettikleri için Viyana'ya kadar gittikleri halde, çekilmek zorunda kalmışlardır. Ondan sonra, Budapeşte'de de duramadılar, geri döndüler; Belgrat'ta da mağlûp ve çekilmeye mecbur edildiler. Balkanları terk ettiler. Rumeli'den çıkarıldılar. Bize, içinde henüz düşman bulunan bu vatanı miras bıraktılar. Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun tutkularımızdan, duygularımızdan vazgeçerek dikkatli olalım. Kurtuluş için... Bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu mağlûp etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!.. 1922 (Nutuk II, s. 636-637)
Birinci T.B.M.M.'nin 24 Nisan 1920 günkü gizli birleşiminde söylemiştir: Amacımızın, yüce amaçlarımızın elde edilişi için düşmanlara silâh verecek her türlü husustan sakınmamız gerekir. Yalnız ve yalnız bir şey düşünmek zorundayız; o da memleketin kurtuluşudur! Millete bağımsızlık temin edileceği güne kadar, bir birey olarak bütün varlığımla çalışmaya kutsal bildiğim her şey adına söz vermişimdir. Bu sözü burada tekrar etmekle şeref kazanırım. 1920 (G.C.Z., cilt: 1, s. 10) Sinir gevşetici sözlere önem verilmemelidir Millete Sinir gevşetici sözlere, telkinlere, önem ve itimat göste-rilmemelidir. Osmanlı tarzı yönetim ve siyasetinin yarattığı bu çeşit düşünüş biçimleri reddedilmelidir. Ordu ile, savaş ile, inat ile bu işin içinden çıkılmaz tarzındaki, kaynağı dışarıda bulunan öğütlere uymakla, bir vatan, bir millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir. Bunun tersini düşünerek hareket edeceklerin acı sonuçlarla karşılaşacaklarına, şüphe yoktur. Türkiye, işte, bu yoldaki yanlış fikirlere., yanlış düşünüş biçimlerine sahip olanlar yüzünden, her yüzyıl, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddiyatta olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki çöküş, ahlâk ve manevî değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe yok ki, bu büyük memleketi, bu koca milleti yok olma uçurumuna götüren başlıca sebep, bu olmuştur. 1922 (Nutuk II, s.637) Millete yeni bir iman vermek gerekir Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşısında milletin de hareketsiz kalmasına, çekingen bir hale gelmesine yol açarlar. Beceriksizlik ve tereddütte, o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi kendilerini küçük görürler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz kayıtsız ve şartsız, varlığımızı bir yabancıya bırakalım. Balkan Savaşı'ndan sonra milletin, özellikle ordunun başında bulunanlar da, başka tarzda ve fakat aynı düşünüş biçimini izlemişlerdir. Türkiye'yi, böyle yanlış yollarda batma ve yok olma alanına sürükleyenlerin elinden kurtarmak gerekir. Bunun için, bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye'nin düşünen kafalarını, büsbütün yeni bir imanla donatmak... Bütün millete taze bir manevî güç vermek! 1922 (Nutuk 11, s. 637-638)
Olumsuz propagandalar ve milletin kararlılığı Şurada acıklı bir gerçek olmak üzere söyleyeyim ki,memleketimizde pek çok yabancı parası ve birçok propagandalar dolaşıyor. Bundaki amaç pek bellidir ki, millî hareketi sonuçsuz bırakmak, millî emelleri felce uğratmak,Yunan, Ermeni emellerini ve vatanın bazı önemli parçalarını işgal amaçlarını kolaylaştırmaktır. Bununla beraber herdönemde, her memlekette ve her zaman görüldüğü gibi bizde de kalbi ve sinirleri zayıf, kavrayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refahını ve kişisel çıkarını vatan ve milletinin zararında arayan adî kimseler de vardır. Doğu işlerini çevirmede ve zayıf noktaları arayıp bulmakta pek usta olan düşmanlarımız, memleketimizde bunu âdeta bir örgüt haline getirmişlerdir. Fakat kutsal bildiği her şeyini kurtarma amacıyla çırpınan bütün millet, bu kararlılık ve mücadelesinde her türlü güçlükleri kesinlikle ve ne olursa olsun kırıp süpürecektir. 1919 (Nutuk III, s. 930-931) Birinci T.B.M.M.'nin gizli birleşiminde söylemiştir: Efendiler, varlığımızı korumak için, geleceğimizi, bağımsızlığımızı temin için, karşımızdaki düşmanların emellerini yakından biliyoruz ve düşmanların bu emellerini elde etmek için uygulayacakları kuvvetleri de biliyoruz. Fakat düşmanlarımız, kendi tutkularını bizim yok olmamızla temin etmek için, sahip oldukları kuvvetlerden hiçbirini kullanmıyorlar. Tersine, amaçlarına erişebilmeleri için en kuvvetli buldukları yol, yine bizi birbirimize vurdurmaktan ibaret olmuştur. Ne yazık ki, İstanbul ortamında düşmanlarımıza, düşmanlarımızdan daha çok hizmet edenler, amaçlarını kolaylaştıranlar bulunuyor. İşte, asıl onların yardımı ile yazık ki, vatanımızın bazı noktalarında milletin bütünlüğünü, dayanışmasını dışarıya karşı yokmuş gibi gösterecek ve memleketimiz içerisinde karışıklığa işaret edecek durum vardır. Meselâ hepimizce bilinen Anzavur durumunu hatırlayabilirsiniz. Anzavur, çok zamandan beri İngilizlerin parasıyla, silahıyla, kışkırtmasıyla ve şüphesiz, İstanbul'da nitelik ve ahlâklarını göstermeye çalıştığım kimselerle beraber faaliyet gösteriyordu. 1920 (G.C.Z., cilt: 1, s.7) Az rastlanmakla beraber üzüntüyle işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya millî duygudan mahrum kalmış olması gereken bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikten başka, vatanlarını suçlu göstermekten çekinmiyorlar, bu gibilere lanet! 1919 (Atatürk'ün S.D.II, S. 9-10)
Damat Ferit Paşa Kabinesi ve yaydığı gerçek dışı söylentiler Amaçlarımızın niteliğinin açıklamalarımızdan ve aynı zamanda hareketlerimizden anlaşılması gerektiği halde bir kısım kötü niyetli kişiler, uydurma söylentiler ve gerçekleri saptırma kampanyasına giriştiler ve amaçlarımıza aklımızdan hiçbir zaman geçmemiş ve gerçekle hiçbir ilgisi olmayan şekiller vermeğe çalıştılar. Bu hususta en ileri gidenler, İngilizler ve onların elinde sadece bir oyuncak olan Ferit Paşa Kabinesi'dir. Ferit Paşa ve arkadaşları, yönetimin meşrutî ve özgür şartlar altında devam etmesi, millî kuvvetlere dayanması durumunda ellerinde hiçbir kuvvet kalmayacağına inanmışlardır. Bu sebeple olgunluğunu kanıtlamış olan ve uygar ve doğal hakları üzerinde gücünü ve bilincini gösteren millet, bu kabinenin biricik düşüncesinin millî örgüt ve onun hareketlerini bastırmak olduğunu anlamıştı. Bu bastırma girişiminde hükümetin başlıca silâhlarından biri, millet tarafından İttihatçılar'a karşı duyulan korkudur. O İttihatçılar ki, milletin zararına birkaç yıl süren kötü yönetimleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya uğraştığı bir uçuruma sürüklemek suçuyla bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptir. Bu korku üzerinde işleyen şimdiki hükümet boş yere, her türlü kişisel tutkudan uzak olan ve bütünüyle millî amaçlar izleyen bizim hareketimizi İttihatçılarla ilgili göstererek küçültmeye uğraşıyor. Kabine'nin tutunduğu diğer silâh, bolşevizm korkusudur. Valilere yapılan resmî bildirilerde, Bolşeviklerin Anadolu'ya girdiklerini ve bizim faaliyetlerimize bunların ilham verdiğini söylemekten çekinmiyorlar. Gerçekte İttihatçılar tarafından memleketin içine sürüklendiği acı sonuçlan, Ferit Paşa ve onun gibilerden çok daha iyi anlıyor ve takdir ediyoruz. Amacımız, anavatanın ve milletin varlığına son bir darbe vurmak demek olan maceralara girmekten çok uzak olarak, büyük bir dikkatle ve uyanıklıkla ilerlemek ve kurtuluş ve refahı sağlayacak yolları bulmaktır. Bu sebeple bizlerle İttihatçılar arasında herhangi bir ilişki olamaz. Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrin'in hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, âdetlerimiz ve aynı zamanda sosyal yapımız tamamıyla, böyle bir fikrin yerleşmesine uygun değildir. ... Son olarak, sosyal bakımdan dinî ilkelerimiz bolşevizm'i benimsemekten bizi uzak tutmaktadır. Türk milletinin bu doktrin'e karşı hiçbir eğilimi olmadığının ve hatta gerektiğinde mücadeleye hazır olduğunun en iyi kanıtı, Ferit Paşa'nın bolşevizm'in memleketi istilâ ettiği veya etmek üzere olduğu yolundaki aslı olmayan söylentilerine karşı milletin duyduğu dehşet hissidir. Ferit Paşa Kabinesi, tam anlamıyla İngilizlerin istilâ tutkuları için biçilmiş kaftandır. 1919 (Atatürk'ün T.T.B.1V, s.78-79) Sivas Kongresi'ni açarken söylemiştir: Efendiler! Burada büyük üzüntülerle yüksek kurulunuzun bilgisine sunacağım ki, memleketin ve milletin kutsal amaçlarını sağlamada acizlik ve beceriksizlikten başka bir kudret gösterememiş olan İstanbul Hükümeti milletin sesini boğmak, millî ortak bağları kırmak ve bu suretle milleti daima mağlup göstermek gibi ancak düşmanlarımızın çıkar hesabına kaydolunan son çırpmış ve tutarsız hareketlerinde bütün yiğitliğini takındı. Bu hal millî tarihimizde elbette İstanbul Hükümeti hesabına pek lekeli bir dönemdir. Teşekkür olunur ki efendiler, millet ve millî kudretin bütünüyle yardımcısı olan namuslu ordumuz, İstanbul Hükümeti'ni uyararak zararlar sonuçsuz bırakılmıştır. Bununla beraber kötü etkiler bir miktar gecikmelere sebep olmuştur. 1919 (Atatürk'ün S.D.l, s.9) Millî Mücadele'de İttihatçılık iftirası Bize İttihatçı diyenler unutuyorlar ki, millî hareket bütün millet tarafından yapılmaktadır. Eğer işin içinde İttihatçılık olmak gerekse bütün millet İttihatçılıkla suçlanmış olur: Fazla olarak gerek şimdiye kadar yayınladığımız bildirilerde ve gerekse genel kongrede kabul edilen yemin metniyle, hiçbir partiye mensup olmadığımız ve İttihatçılıkla ilgimiz bulunmadığını dünyaya ilân ettik. 1919 (Atatürk'ün S.D.1I1, s.3) Canlandırılmasından en fazla kaçınılan şey İttihat ve Terakki Partisi'dir. Bir kere kongreye katılan üyelerin her biri kesinlikle böyle bir girişimde bulunmayacaklarına dair yemin etmişlerdir. Yemin kutsal bir üstlenme demektir. Namus sahibi olan kimse, verdiği sözden geri dönmez. Diğer taraftan İttihat ve Terakki, siyaseti bakımından da değerini yitirmiştir. Öyle değil mi? O partiye mensup olan kişiler iktidarda iken milletimizin gereksinimi, mizacı ile ilgisi olmayan istilâcı bir politika izlediler. Kendi toprağı emek ve özene muhtaç iken, bu milletin gözlerini başka noktalara yöneltmeye çalışan bir siyaset, doğal bir siyaset değildi. Bu nedenle yenilgiye uğramaya mahkûm idi. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Ceraiyeti'nin emeli ise o siyaset nedeniyle bu hale gelen zavallı memleketi ve toprakları haksız emperyalizm ve kolonizasyon siyasetleriyle istilâya, parçalamaya çalışan yabancı ve saldırgan kuvvetlere çiğnetmemek! Bu düşünce ile hareket eden bir cemiyet, ruh ve varlık sebebi olarak, kendisini kapatmış İttihat ve Terakki Partisi'ni tekrar diriltecek yetenekte değildir. 1919 (Atatürk'ün S.D.III, s.8) Cemiyetimizde İttihatçı olarak kimse mevcut değildir. İttihatçılık tarihe karışmıştır. Hükümet Merkezi'nin, Batı'nın siyasal hatası onların yeniden canlanmasına sebep olmadığı takdirde millet bunun canlandırılmasını aklına bile getirmeyecektir. 1919 (Atatürk'ün S.D.V, s.79) Herkesçe bilindiği gibi, adı geçen cemiyet Mütareke'nin ertesinde o zamanki İttihat ve Terakki Genel Merkezi'nin davetiyle merhum Talât Paşa'nın başkanlığı altında yapılan kongresi kararıyla Teceddüt Partisi'ne dönüşmüş ve bütün hukuk ve mallarını anılan partiye devrederek İttihat ve Terakki adının tarihe emanet edildiğini ilân etmişti. Vaktiyle zaten birçoğumuz o cemiyetin kurucu ve üyelerinden bulunuyorduk. Son kongresi kararıyla tarihe göçen anılan cemiyetin mensuplarıyla sonradan kurulan Teceddüt Partisi mensuplarının büyük kısmı, büyük milletimizin yüce kararından doğan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne katılmış ve bu cemiyetin programını kabul etmiştir. 1923 (Atatürk'ün S.D. III, s.62-63)
Milli Mücadele ve Türk Milleti Millî Mücadele Millî Mücadele'yi yapan, doğrudan doğruya milletin ve Türk milleti kendisidir, milletin evlâtlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, kız kardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi. Biliyorsunuz ki, yüzyıllarca süren mücadeleler ve bunların sonuçları olarak da yüksek tarihî zaferler vardır. Fakat o zaferlerin etkenleri kendi ülküleri olarak değil, şunun bunun tutkusu peşinde kul köle olarak bulunmuşlardır. Halbuki Millî Mücadele'de kişisel tutku değil, millî ülkü, millî onur gerçek etken olmuştur. 1925 (Atatürk'ün S.D.II, s.231) Hepinizce bilinmektedir ki, milletimiz yüzyıllardan beri iki kuvvetin, iki zorba kuvvetin, iki yok edici kuvvetin baskısı altında üzüntü ve elem duymakta idi. O kuvvetlerden birisi: Doğrudan doğruya memleket ve milleti yönetmek iddiasında bulunan zorbalar, ikincisi: Bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemidir. Yüzyıllarca bu iki kuvvetin baskısı altında kalmış olan millet, şüphesiz ki gayet zayıf bir haldedir. Fakat, baskıların sonucunda büyük uyanmalar oldu. İşte, bizim milletimizde de o uyanış oluşmuştur ve biz, böyle bir uyanış döneminin içinde bulunuyoruz. Gerçekten bir buçuk yıl evvel, bir yıl evvel millet, aynı zamanda bu iki kuvvete karşı isyan etmiş ve mücadeleye başlamıştır. Emperyalist kuvvetler, milletimizi, hukuk ve onur ve bağımsızlıktan mahrum ve bunları kavramayan bir hayvan sürüsü saydığı için böyle bir sürünün elinde sayısız doğal hazinelere sahip, değerli ve geniş bir memleketin bırakılmasını uygun göremezdi. Onların görüşüne göre, bu memleketi parçalamak ve bu memleketteki insanları tutsaklık altına almak gerekli idi. Böyle bir emel, böyle bir amaç izliyorlardı ve Genel Savaş'ın sonucuyla oluşan fırsattan yararlanarak, Ateşkes ile milletin ve ordunun elinden silâhlarını da aldıktan sonra işe girişmişlerdir. Bir taraftan içeride bulunan dalgın veya hain kuvvetler, memleket ve milleti âdeta bu dış kuvvetler gibi, bu dış görüşler gibi telâkki ediyorlardı. Bu sebeple onların da çalışması, en hain düşmanların çalışması niteliğinde belirtisini göstermiştir. İşte, bundan bir yıl önceki durumumuz böyle bir şekil ve renk ve manzara gösteriyordu. Halbuki, milletimiz hiçbir zaman düşmanlarımızın anladığı gibi hukukuna ve bağımsızlığına yabancı değildir. Tam tersine büyük bir aşkla ve aşkî bağ ile, vicdanî bağ ile bağımsızlık ve onuruna bağlıdır ve yine milletimiz içerideki cahil ve dalgınların ve hainlerin telâkki ve ifade etmek istedikleri nitelikte de değildir. İşte bir yıldan beri devam etmekte olan savaşımlarımız sonucunda millet, içeriye karşı, dışarıya karşı ve bütün dünyaya karşı varlığının yüksek niteliğini bütün kanıtlarıyla kanıtlamış bulunuyor. Bugünkü durumumuzu ifade etmek gerekirse, milletin doğal temsilcilerinden kurulan Meclis ve onun hükümeti, istisnasız bütün memlekete egemendir ve egemenliğini korumak kuvvet ve kudretine sahiptir. 1921 (Devre: 1, İçtima: 1, Toplantı .139, I. T.B.M.M. Zabıt Cerideleri, 1944) Milli Mücadele'de Türk Ordusu Bilmek gerekir ki, ordu millî örgüt kadrosu dışında değil, belki onun ruh ve esasını oluşturmaktadır. 1919 (Nutuk 1, s.350) İnanabilirsiniz ki, ordumuzun hiçbir eri dışarıda kalmamak üzere bütünü izlediğimiz kutsal davayı tamamen kavramıştır. Ordularımız Türkiye'nin düşmanlarını, dostlarını da tamamen anlamıştır. Ne için savaştığını biliyor ve hangi sonucu amaçlayıncaya kadar savaşma zorunluğunda olduğunu tam bir kararlılık ve vicdan rahatlığıyla takdir ediyor. Arkadaşlar! Yüce Meclisinizin bilinen ağır güçlükler içinde oluşturmayı başardığı ordular, gerçekte Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüksek ve insanî ülkü bakımından onlardan daha yukarı üstünlükte, değerde bir çelik parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde tutku aracı olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka amacı olmayan milletin, aynı ülkü ile duygulanmış ve yalnız onun emrine uyan ve ona bağlı öz evlâtlarından oluşmuş saygıdeğer ve kuvvetli bir topluluktur. 1922 (Atatürk'ün S.D. I, s. 239) Ordu, milletini böylece manen ve madden kendine yardımcı gördükçe, gösteregeldiği özveride daha pek çok ileri gidecektir. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.412) Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının görevi, Mi-sak-ı Millî kararlarını sağlamaktır. 1922 (Atatürk'ün S.D. 111, s.40) Ordumuz, vatanımız içinde bir tek düşman askeri bırakmayıncaya kadar izlemesine, baskısına ve saldırısına devam edecektir. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 181-182) Ordumuz, yaşam ve onur mücadelesinde milletin ve milletin amaçlarının biricik dayanağıdır. Ordu, kendisine düşen bu yüce görevinde hakkıyla başarılı olabilmesi için gereken niteliklerin birincisi, demir gibi bir disiplindir. Orduda disiplinin biricik belirti aracı aydın, kahraman, özverili subaylardır. 1920 (Atatürk'ün S.D.V, s. 27) Ordumuz, bağımsızlık mücadelesi yapan kahraman ve kararlı milletimizin haklı isteklerini güvenle elde etmeye gücü yeter bir haldedir. Ordumuz her türlü saldırı görevini başarıyla yapmaya hazırdır. Her denetlemede gördüğüm olumlu fark ve özellikle orduda mevcut manevî kuvvet,sağlamlık, kararlılık ve iman, istek ve neşe çok defalar gözlerimi sevinç yaşlarıyla dolduracak derecede etki bırakmaktadır. 1922 (Atatürk'ün S.D.III, s.34)
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 22:27:12 |
|
Milli Mücadele'de Türk Kadını Bu son senelerin devrim yaşamında, ateşli özverilerle Mücadele'de dolu mücadele yaşamında, milleti ölümden kurtararak kur-Türk kadını kurtuluşa ve bağımsızlığa götüren gayret ve faaliyet yaşamında her millet bireyinin çalışması, çabası, yardımı, özverisi olmuştur. Bu arada en fazla kutlanarak anılması ve daima gönül borcuyla tekrar edilmesi gereken bir yardım vardır ki, o da Anadolu kadınının göstermiş olduğu çok yüce, çok yüksek, çok değerli özveridir. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasından söz etmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını "Ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim" diyemez. 1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 147-148) Belki erkeklerimiz, memleketi istilâ eden düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında hazır bulundular. Fakat, erkeklerimizin oluşturduğu ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Memleketin yaşama araçlarını hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkâr edemez ki, bu savaşta ve ondan önceki savaşlarda milletin yaşama yeteneğini tutan, hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, ürünleri pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin savaş gereçlerini taşıyan hep onlar, hep o yüce, o özverili, o kutsal Anadolu kadınları olmuştur. Bu nedenle hepimiz, bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı gönül borcu ve teşekkürle sonsuza dek analım ve kutlayalım. 1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 148)
Millî Mücadele'de telgraf memurlarının hizmeti İstanbul Telgraf Başmüdürlüğü aralığıyla tüm telgraf memurlarına gönderdiği telgraf: Millî örgüt kutsal amacını izlerken en büyük engel olarak karşısında, düşen hükümeti gördüğü halde büyük milletimizin temiz evlâdından olan devlet memurlarının ve özellikle memleketimizin çeşitli bölgeleri arasında ilişki aracı olan telgraf memurlarının, her türlü güç şartlara rağmen haklı isteklerimizi iletmesi millî birliğin pek değerli bir etkeni olduğundan bütün millet adına hepinizi tebrik ile gönül borcumu sunarım. 1919 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.101) Bütün telgrafçılarımızın, millî girişim ve hareketlerimize yaptıkları özverili hizmetlerinin millî tarihimizde önemli yeri vardır. Kendilerine bugün açıkça teşekkür etmeyi bir görev sayarım. 1927 (Nutuk I, s.194-195)
Millî Mücadele ve malî olanaklar Ben, memleket ve milleti düştüğü felâketten çıkarabileceğim inancıyla Anadolu'ya geçtiğim ve amacın gerektirdiği girişimlere başladığım zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını söyleyebilirim. Fakat, parasızlık benim milletle beraber atmayı başardığım hedefe yönelik adımlan durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep oluşturamamıştır. Yürüdük, başardık; yürüdükçe, başardıkça maddî güçlükler, kendiliğinden ortadan kalktı. Ankara'da, kutsal topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını, bu kutsal topraklardan atmak imkânından söz ettiğim zaman bana, en bilinçli, ileri görüşlü oldukları iddia olunan kimseler, bütün bu girişimlerin paraya bağlı olduğundan söz ediyor ve "Ne kadar paran vardır?" veya "Nereden, nasıl para bulabilirsin?" gibi sorular soruyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: "Türk milleti kendi hayat ve kurtuluşuna yönelmiş olduğuna inanacağı girişimleri başarabilecek bir kudrete sahiptir. Bu girişimin ciddiyetine inanması durumunda onun gerektirdiği kadar servet kaynağını, işe girişenlerin emrine hazır hale koyar." Bu dediklerim, sözden işe geçmiş gerçekler değil midir? Bu noktada hemen şunu da ilâve edeyim ki, Ankara'da ilk millî hükümet kurulduğu zaman etraf ve çevrelerin tereddüdünden söz etmeyeceğim. Fakat, o hükümeti oluşturan kimselerin de bana "Hükümet oluştu; fakat, devlet ve hükümeti yönetmek için nereden para alacağız?" dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap pek sade olmuştur: "Çalışmalarınız, devleti, milleti kurtarmaya yönelmişse ve bu çalışma hedefiniz büyük Türk milletince belli olunca sorunuz tekrar etmeyecektir. Türk milleti, kendisi için, kendi geleceği ve kurtuluşu için çalışan girişimcileri, kurulları güçlükler karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanseverlik ve yüksek şeref duygularıyla donanmıştır." 1926 (Atatürk'ün B.N., s. 103-104) Malî olanaklar ve ordu kurulması Gelir kaynaklarımızla ne yapabileceğimiz hakkındaki endişe, belki herkesten daha fazla beni meşgul etmektedir. Yalnız, ben, ordumuzun varlığını ve kuvvetini, paramızla orantılı bulundurmak görüşünü kabul edenlerden değilim: "Paramız vardır, ordu yaparız; paramız bitti, ordu dağılsın..." Benim için böyle bir sorun yoktur. Efendiler, para vardır veya yoktur, ister olsun ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir anımı da canlandırayım; ben ilk defa bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür sayılan birtakım kişiler bana sordular: "Paramız yar mıdır? Silâhımız var mıdır?" Yoktur, dedim. O zaman, "O halde ne yapacaksın?" dediler. "Para olacak, ordu olacak ve bu millet bağımsızlığını kurtaracaktır!" dedim. Görüyorsunuz ki hepsi oldu ve olacaktır. Birtakım Efendiler de, Başkomutan,millete angarya yaptırıyor demişler, halbuki yasanın memlekette angaryayı menettiğinden söz etmişler. Bu doğrudur Efendiler; fakat gereksinim, tehlike, bize her şeyi haklı göstermektedir. Ordunun gereksinimleri, millete angarya yaptırmayı gerektiriyorsa bunu yapıyoruz ve en doğru yasa, budur. Milletin ve ordunun mağlûp olmaması için, yasa buna engeldir diye, gerekli gördüğüm önlemleri almakta duraksamayacağım. 1922 (Nutuk II, s. 658-659)
Türkiye'nin savunduğu, bütün mazlum milletlerin davasıdır Türkiye'nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye'ye ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız ifade etmiş iseler de,bunu bir defa daha doğrulamak gereğini hissediyorum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi ad ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve önemli bir çaba harcıyor. Çünkü savunduğu, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır ve bunu sonuna getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir. Türkiye, şimdiye kadar mevcut tarih kitaplarının gereklerini değil, tarihin gerçek gereklerini izleyecektir. Gerçekten, mevcut tarihlerin kaydettiği olaylar, milletlerin gerçek fikirleri, emelleri, hareketleri değildir.
Doğu milletleri, kendi iradeleri, kendi duygularıyla hareket etmiyorlardı. Onların başında birtakım zorba, keyfi hareket eden çarlar, hükümdarlar vardı. Tarihte yazılanlar,daha çok onların tutkularını doyurmak için yaptıkları olaylardır. Biz onların hepsini yırtacağız, yeni bir tarih yapacağız. 1922 {Atatürk'ün S.D. II, s. 40) Millî sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz. Bu haklı emelimizi elde etmek için uğraşıyoruz. Şu kutsal mücadelede milletimiz, İslâm'ın kurtuluşuna, dünya mazlumlarının refahını artırmaya hizmet etmekle övünmektedir. 1921 (Atatürk'ün S.D.II, s.19) Biz, haddimizi bilir kimseleriz. Erişilmez emel sahibi değiliz. Bugün, tutsaklık acıları altında inleyen birçok dindaşlarımız vardır. Bunlar için de, kendi yörelerinde bağımsızlıklarını kazanmaları ve tam bağımsızlık ile memleketlerinin refah ve yükselmesine çaba harcamaları en büyük temennilerimizdendir. 1922 (Atatürk'ün S.D. II, s, 54)
Ümit ederim ki uygun bir barış yapıldıktan sonra durumumuz iyi yönetilirse evvelki sınır içindeki durumumuzdan daha iyi olur. Bu noktada bir fikir açıklamak istiyorum. Cemiyetimiz*in görüş açısından, çizdiğimiz sınır dışında kalan dindaşlarımızla, bu muhterem kardeşlerimizle aynı sınır içinde yüzyıllardan beri vatandaşlık ettik. Bu kardeşlerimiz her tarafta, Suriye'de, Irak'ta, Yemen'de, doğuda kendi içlerinde varlıklarını korumak ve bağımsızlıklarını sağlamak için çaba harcıyorlar. Bütün bu İslâm parçalarının bağımsızlıklarına kavuşmaları İslâm âlemi için ne büyük mutluluk olur. Bunun oluşmasında İslâm âleminin durumunun ne kadar sağlam olacağını şimdiden düşünmekle pek büyük mutluluk duyuyorum. Uyanış gösterdiğine şüphe kalmayan İslâm âleminin başarısını o kadar kuvvetli görüyorum ki, bu imanla duygularımı açıkladığımdan dolayı duyduğum vicdanî zevk pek büyüktür. 1919 (Atatürk'ün S.D.III, s.15)
Milli Mücadele ve insanlık 16 Mart 1920'de İstanbul'un İtilâf Devletleri tarafından işgali üzerine, çeşitli millet temsilcilerine gönderdiği protesto'dan: Osmanlı Devleti'nin siyasal egemenliğine ve özgürlüğüne yöneltilen bu son darbe, hayat ve varlığını, ne pahasına olursa olsun savunmaya karar vermiş olan biz Osmanlılardan daha fazla, yirminci uygarlık ve insanlık yüzyılının kutsal saydığı bütün esaslara, özgürlük, milliyet, vatan duyguları gibi bugünün insan topluluğuna esas olan bütün kurallara ve bu kuralları koyan insanlığın genel vicdanına yöneliktir. 1920 (Nutuk I, s. 417) Biz, Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda batı emperyalistlerinin kuvvetleri ve bilinen her imkânlarıyla Türk milletini emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Bu bakımdan bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanmaktayız. 1920 (A.T.T.B.IV, s.339)
BAĞIMSIZLIK
Bağımsızlık nedir?
Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin temel ruhudur. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı üstlenilmiştir. Bu görevi yüklenirken, uygulama yeteneği hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat, sonuç olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, başarılı olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden, milletimiz sözde var zannolunan bağımsızlığında sınırlı bulunuyordu. Şimdiye kadar Türkiye'yi, uygarlık dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse hep bu hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu hataya uyma sonucu, kesinlikle, memleket ve milletin bütün onurundan ve bütün yaşama yeteneğinden soyunma ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz, yaşamak isteyen, onur ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya katlanamayız. Bilgin, cahil, ayrıcasız bütün millet bireyleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir.
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve huzura erişeceğimiz inancında değiliz. 1921 (Nutuk II, s. 623-624) Türkiye'nin bütün felâket sebeplerinin ekonomi alanında uğradığı engellerden doğduğunu tekrara gerek görmem. Yaşam ve tam bağımsızlığın, ekonomiden ve tam bağımsızlıktan ibaret olduğuna inanıyorum. Bunu bütün anlamıyla sağlamak milletimizce kesinkes kararlaştırılmıştır. Tesadüf olunacak güçlüklerin ve tehlikelerin derecesi ne olursa olsun bunu kesinlikle başaracağımıza inanıyorum. 1923 (Atatürk'ün R.Y.G.S., s.204) Bağımsızlığın önemi Bağımsızlık ve özgürlüklerini her ne pahasına ve her ne karşılığında olursa olsun zedeleme ve kısıtlamaya asla hoşgörülü davranmamak; bağımsızlık ve özgürlüklerini bütün anlamıyla koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son bireyinin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek; işte, bağımsızlık ve özgürlüğün gerçek niteliğini, geniş anlamını, yüksek değerini, vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez ilke! Ancak bu ilke uğrunda her türlü özveriyi, her an yapmaya hazır milletlerdir ki, devamlı olarak insanlığın değer verilişine ve saygısına lâyık bir topluluk olarak düşünülebilirler. 1928 (Atatürk'ün S.D. II, s.249) Bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık değer ve onurunun gereği olan bütün özveriyi yapmakla teselli bulur ve elbette tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, onursuz bir millete göre dost ve düşman gözündeki yeri, farklı olur. 1927 (Nutuk i, s. 13-14) Gerçekten tam kararlılık ve ısrar ile sürdürülen ve savunulan bağımsızlık, hak ve özgürlük davalarının başarısını kökünden engelleyecek hiçbir kuvvet düşünülemez. 1922 (Atatürk'ün T.T.B. IV, s. 479)
Milletimiz ve bağımsızlık
Esas, Türk milletinin saygın ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir davranışa lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden yoksunluğu, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk'ün saygınlığı ve onuru ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bu nedenle, ya bağımsızlık, ya ölüm! 1919 (Nutuk I, s. 13) Türkiye halkı, yüzyıllardan beri özgür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı yaşama gereği saymış bir milletin kahraman evlâtlarıdır. Bu millet, bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır! 1922 (Atatürk'ün S.D. II, s. 35) Arzumuz, dışarıda bağımsızlık, içeride kayıtsız ve şartsız millî egemenliği korumadan ibarettir. Millî egemenliğimizin hatta bir zerresini bozmak niyetinde bulunanların kafalarını parçalayacağınızdan eminim. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 71-72)
Türkiye tam bağımsızlığını sağlayacak bir barış ister. Bu uygun görülmedikçe uygarlık dünyasının insanî hissine ve memleket ve milletimizin kuvvet ve kudretine dayanarak insanca yaşayabilmek için muhtaç olduğumuz yaşam sebeplerini ve bağımsızlığı sağlayıncaya kadar, başladığımız işte devam olunacaktır. Milletin gerçek kararı budur. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.82) Biz "Barış istiyoruz" dediğimiz zaman "Tam bağımsızlık istiyoruz" dediğimizi herkesin bilmesi gerekir. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır. On yıl, yirmi yıl sonra aşağı görülerek ölmektense, şimdiden şeref ve saygınlıkla ölmeyi üstün tutmalıyız. 1923 (Atatürk'ün s.D. II, 89) Bir devlet tam bağımsızlığına ve bir millet kayıtsız şartsız egemenliğine sahip bulunmadıkça o devlet ve millet için yaşam, refah ve şeref olamayacağını takdir eden milletimiz, bu gereçleri temin etmedikçe yaşamak mümkün olamayacağına inanmıştır. Milletimizin bütün gerçekleri anlamakta gösterdiği olgunluk ve yetenek övünülmeye değerdir. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 82) Bütün millet, bütün dünya bilsin ki, en sonunda ve en sonunda millet tam bağımsızlığının sağlandığını görmedikçe yürümeğe başladığı yolda bir an duraksamayacaktır. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 110) İzmir'de Harp Oyunları'na başlarken komutanlara yaptığı konuşmadan: Özverili ve kahraman ordumuzun araç ve gereçlerini, öğretim ve eğitim esaslarını gerçek gereklere uygun düşürmeye çok dikkat edeceğiz. Arkadaşlar! Önem ve ciddiyetle ifade ederim ki, Türkiye Cumhuriyeti kutsal tanıdığı bağımsızlık ve egemenliğini korumada hoşgörülü davranamaz. 7924 (Atatürk'ün S.D.II, s.167) Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı kutsaldır. O, sonsuza kadar sağlanmış ve korunmuş olmalıdır. Devletin bağımsızlığının, millet yaşamının ve memleketin biricik bekçisi ise kahraman ordumuzdur. Bu nedenle askerî kuruluşumuzun özel itina ile düzenlenmesi ve yükseltilmesi en önemli esaslardandır. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 307)
MİLLİ EGEMENLİK
Milli egemenliğin anlamı "Kayıtsız şartsız" ifadesiyle belirtilen egemenliği, milletin üzerinde tutmak demek, bu egemenliğin bir zerresini, sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir. Bununla demek istediğim anlamı kolaylıkla anlayabilirsiniz. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 80) Süngü ile, silâhla, kanla elde ettiğimiz zaferden sonra,kültür, bilim, teknik, ekonomi gibi alanlarda zafer kazanmak için çalışacağız. Milleti refah ve mutluluğa götürecek bu alanlarda güvenle, başarıyla yürüyebilmek ise, yalnız bir şarta bağlıdır. Bu şart bulunmazsa o alanlarda başarımız imkânsızdır. Bu şart şudur: Milletin, doğrudan doğruya kendi egemenliğine kendisinin sahip olmasıdır! 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.135) Toplumda en yüksek özgürlüğün, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması, ancak ve ancak, tam ve kesin anlamıyla millî egemenliğin kurulmuş bulunmasına bağlıdır. Bu nedenle özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, millî egemenliktir. Toplumumuzda, devletimizde özgürlük sonsuzdur. Ancak, onun sının, onu sonsuz yapan esasın korunmasıyla mevcut ve çevrilidir. Bir insan, belki kendi arzusuyla kişisel özgürlüğünü yok etmek ister; fakat bu girişim koca bir milletin hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, çok büyük ve şerefle dolu bir millet hayatı bu yüzden sönecekse ve o milletin çocukları ve torunları bu yüzden yok olacaksa bu girişimler hiçbir vakit haklı ve kabule değer olamaz. Ve hele böyle bir hareket hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile kabul edilemez. Hiç şüphe yok, devletimizin sonsuza kadar yaşaması için, memleketimizin kuvvetlenmesi için, milletimizin refah ve mutluluğu için, yaşamımız, namusumuz, şerefimiz, geleceğimiz için ve bütün kutsal kavramlarımız ve en sonunda her şeyimiz için elbette en kıskanç hislerimizle, bütün uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle millî egemenliğimizi koruyacak ve savunacağız. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 298) Millî emeller, millî irade, yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün millet bireylerinin arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 95) Egemenlik, kayıtsız ve şartsız milletindir. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, s.58)
Kuvvet birdir ve o, milletindir. 1937 (Atatürk'ün S.D.I, s. 389) Egemenlik, hiçbir anlam, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez. 1922 (Nutuk II, s.700)
Milli egemenliğin gücü ve değeri Millet önünde, onun bağımsızlığının temini önünde,onun yeteneği, ilerleme ve yenileşmesi önünde her kuvvet,ancak milletin irade ve emeline uymakla yaşayabilir. Milletin irade ve emeline uymayanların talihi acıdır, yok olmaktır. 1923 (Atatürk'ün S.D. 1, s. 299) Millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin tutsaklığı üzerine kurulmuş kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. 1929 (Atatürk'ün B.N., s. 82-83) Bir millet, varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikrî ve maddî güçleriyle ilgilenmezse, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî yaşamımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim şeklimiz,buna pek güzel kanıttır. Bu sebeple kuruluşumuzda millî güçlerin etken ve millî iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir. Bugün, bütün dünyanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik! 1920 (Nutuk III, s. 1185)
Türk milleti ve egemenlik Dünyanın belli başlı milletlerini tutsaklıktan kurtarmak için egemenliklerine kavuşturan büyük fikir akımları, köhne kurumlara ümit bağlayanların, çürümüş yönetim şekillerinde kurtuluş kuvveti arayanların amansız düşmanıdır.Avusturya, Almanya, Rusya ve hatta dünyanın en tutucu bir uygarlığına mensup Çin İmparatorlukları o büyük fikir cereyanlarının kahredici vuruşlarıyla, gözlerimizin önünde devrilmiştir. İşte Efendiler, yeni Türkiye Devleti, cihana egemen o büyük ve güçlü fikrin Türkiye'de belirmesi ve gerçekleşmesidir. Cihan toplumsal ve siyasal gereklerinden doğan ve binlerce yıllık Türk tarihinin gelişim sonucu olan devletimiz,süreklilik ve oturmuşluğun bütün niteliklerine ve şartlarına sahiptir. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 309) Yalnız, bildiğim ve bilinmesi gereken bir gerçek varsa,o da milletimiz, hiçbir kimsenin uygun görmesine gerek görmeden, uygun görmeyenlere karşı isyan ederek, millî egemenliğimizi ele almış ve öylece kullanmakta bulunmuştur. 1921 (Neşet Halil, Büyük Meclis ve İnkılâp, Ankara 1933)
Millî egemenliğimiz için tehlike yoktur ve olamaz! Çünkü milletimiz yüzyılların çok acı darbelerle, çok acı felâketlerle vermiş olduğu derslerden tam olarak uyanmıştır. Bu uyanışı da fiilen kanıtlamıştır. Artık bu milleti dalgınlığa, bilgisizliğe götürmenin imkânı kalmamıştır. Milletimiz, en gerçek kuralını kendisi eline almıştır. Bu kurala dayalı hükümet şeklini, hükümet yapısını belirlemiştir. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 26.12.1929) Arkadaşlar! Türkiye Devleti'nde ve Türkiye Devleti'ni kuran Türkiye halkında hükümdar yoktur, diktatör yoktur! Hükümdar yoktur ve olmayacaktır; çünkü olamaz! Bütün dünya bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır, o da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır, o da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 300) Yeni Türkiye Devleti'nde saltanat, millettedir. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 26.12.1929) Egemenlik kesinlikle milletin elinde olmalıdır! Egemenliğine sahip olmayan bir insan veya bir toplum, hiçbir zaman iradesini kullanamaz. Egemenliğini herhangi birisine bırakan bir insan, kendi iradesinin kullanılacağından ve uygulanacağından emin olamaz. Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felâketler, kendi kader ve yazgısını, başka birisinin eline bırakmasından kaynaklanmıştır. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7.12.1929) Halk, millî egemenliği benimsemeli ve memlekette tek egemen ve etkenin kendisinden ibaret olduğunu unutmamalıdır. 1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s.53)
Milli egemenliğin korunması Kurtuluş ilkemiz olan Misak-ı Millî'yi tarih sayfasına yazan, milletin demir elidir. Elde edilecek sonuca da milletin kendisi gözcü olacaktır. Millet, yalnız kendi kolları ve kendi kanıyla değil, aynı zamanda kendi başı ve kendi beyni ile kazandığı egemenlik ve bağımsızlık cevherini, son felâkete kadar büyük bir saflık ve dalgınlıkla kendisine rehber tanıdığı ve derin bir teslimiyetle hayatını koruyucu saydığı kişi ve yönetim şekillerine artık güvenemez. Millet, bundan sonra, hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına doğrudan kendisi gözcü olacak ve vatanın her tarafında yine yalnız kendisi ve kendi iradesi egemen olacaktır. 1923 (Atatürk'ün S.D.I, s. 297) Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin yapısının ruhu, millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir. Bir milletin egemenliğini anlayabilmesi ve onu güvenle koruyabilmesi, birtakım özel niteliklere ve üstün eğitime sahip olmasına bağlıdır. Bir milletin ki siyasî eğitiminde, sosyal eğitiminde, vatan sevgisinde eksik vardır, öyle bir millet, egemenliğini gerektiği derecede kuvvetle elinde tutamaz. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 299-300) Olaylar ve tarihsel deneyimlerimiz bize, milleti koyun sürüsü halinde keyfin, arzu ve tutkuların ve hiçbir şekilde doyurulamayan çıkarların elde edilişine sürüklemekle yok olmasına sebep duruma sokan yönetim biçimlerinin, artık memleketimizde uygulanma yeri kalmadığını göstermiştir. Millet, egemenliğini değil, egemenliğin bir zerresini dahi başkasına terk edip bırakmanın sebep olabileceği felâketin, yok olmanın, zararın elemini her an kalp ve vicdanında duymaktadır. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 57-58) Egemenliğine doğrudan doğruya sahip olmanın değerini pek iyi anlayan ve pek iyi bilen millet, bu kutsal egemenliğine karşı belirecek her tehlikeyi yok edecektir. 1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 135) Millî egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu Olsun! 1923 (Atatürk'ün S.D. II, s. 76)
Millî ruha karşı konulamaz! Kendilerine bir milletin talihi bırakılan adamlar, milletin kuvvet ve kudretini, yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve elde edilmesi mümkün çıkarları yolunda kullanmakla görevli olduklarını bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirmek ve işgal etmek, o memleketin sahiplerine egemen olmak için yeterli değildir. Bir milletin ruhu ele geçirilmedikçe, bir milletin kararlılığı ve iradesi kırılmadıkça, o millete egemen olmanın imkânı yoktur. Oysa ki yüzyılların getirdiği bir millî ruha, hiçbir kuvvet karşı koyamaz. Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, tutsaklığı altında tutmaya gücü yetecek kadar kuvvetli zorbalar, artık dünya yüzünde kalmamıştır. 1924 (Atatürk'ün B.N., s. 81)
Millî egemenlik düşmanlığı
Sınırsız bir özgürlük düşünülemez. Hakların en büyüğü olan yaşama hakkı bile sınırsız değildir; intihara karar veren bir kimsenin suçunun sonucu, sınırı yalnızca kendisine ait olduğu halde polis onu önlemekle görevlidir. Aynı kimsenin aynı hareketini biraz daha büyük ölçüde düşünür ve düşündüğümüz suçu bir kimseden, bir aileye kadar uzatırsak girişimcinin durumu, derhal zalim bir cani manzarası gösterir. Bu sebeple millî egemenlik düşmanlığı, benzersiz bir saygı ve şeref düzeyine sahip bulunan bir milletin her şeyine, bir anda kastetmek suçundan başka bir şey değildir. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 298) 23 Nisan'ın anlamı 23 Nisan, Türkiye millî tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık dünyasına karşı ayağa kalkan Türkiye halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni meydana getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder. 1922 (Atatürk'ün S.D.V, s. 96) Kurtuluş ve bağımsızlık davasıyla baş kaldıran tüm Anadolu'nun bu kutsal davası temsil ve savunma için oluşturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1920 yılı Nisanının yirmi üçüncü günü açılmıştır. Yeni ve yüce bir tarihe başlangıç olan bu kutlu günü milletin belleğinde sonsuza kadar yaşatmak üzere Meclisimiz bugün, 23 Nisan tarihinin Millî Bayram sayılmasını bir özel yasa ile kabul etmiştir. 1921 (Atatürk'ün T.T.BJV, s.381)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin yüzyıllar süren arayışlarının özü ve onun kendi kendisini yönetmek bilin cinin canlı bir simgesidir. Türk milleti, yazgısını Büyük Millet Meclisi'nin yeterli ve vatansever eline bıraktığı günden itibaren karanlıkları sıyırıp kaldırmış ve ümitleri boğan felâketlerden milletin gözlerini kamaştıran güneşler ve zaferler çıkarmıştır. 1927 (Atatürk'ün S.D.1, s.340-341) Memleketin alın yazısında biricik yetki ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük kefildir. Büyük millî dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi'nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin önlemlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi'ne yöneldi ve daima oraya yönelmiş olacaktır. 1930 (Atatürk'ün S.D.I, s.352) İlk meclisimiz, memleketi düşman ayaklarından kurtarmak, milleti yaşam veren bir barışa götürmek amacına yürürken aynı zamanda yeni Türkiye Devleti'nin yapısını kuruyor ve sağlamlaştırıyordu. Bu amaçla yasalar koydu, kararlar aldı, devletin çeşitli kuruluşlarının gerek gösterdiği bir çok sorunu çözdü. 1923 (Atatürk'ün S.D.l, 305-306)
Türkiye tarihinde daima yüksek bir yer koruyacak ve gelecek kuşakların takdirlerini kazanacak olan ilk meclisimiz, milletin kendi alın yazısına bizzat el koyduğunu ilân etti. Millî egemenlik esaslarını hareket kuralı kabul etti ve kuvvetli bir halk hükümetinin esasını kurdu. 1923 (Atatürk'ün S.D.I, s.304) Her şey, Ankara Millî Meclisi'nin elindedir. Bu Meclis'in amacı, millî sınırlar içinde millî bağımsızlığı temindir. Türk milleti, bir bağımsız varlık halinde hukukunun onaylanmasından başka bir şey istememektedir. 1921 (Atatürk'ün S.D.V, s.82) Osmanlı Devleti, yazık ki ölmüştür; Babıâli Hükümeti,yazık ki ölmüştür. Affedersiniz, hata ettim! Yazık ki demeyecektim, övünmeye değer ki ölmüştür. Çünkü, onlar ölmeseydi milleti öldüreceklerdi. Sonra, devamlı olarak hakaret ve saldırıya uğratılan meclis-i mebusanlar da ölmüştür. Onun yerini meclis-i mebusan değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi almıştır. 1923 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 88) Efendiler! Millet bizi buraya gönderdi. Fakat, ömrümüzün sonuna kadar biz burada ve bu milletin yönetimini ve egemenliğini, miras kalmış mal gibi temsil etmek için toplanmış değiliz ve sizi toplamak ve dağıtmak kudretine hiç kimse sahip değildir. Millet bilmelidir ki, bir günde vekillerini toplar ve gönderir. Burayı, hiçbir kimsenin kayıt ve şarta bağlamaya hak ve yetkisi yoktur ve olmamalıdır. 1921 (Atatürk'ün SD. I, s. 185) Zavallı milletimiz esir olmaya razı olmadığı için en büyük cezaya mahkûm bulunuyor: İdama! Hayır efendiler, hayır! Bütün dünya inansın ki, bu millet idama, yok edilmeye değil canlandırılmaya, güçlendirilmeye lâyıktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi üzerine aldığı bu tarihî görevi tam bir başarı ile yapıyor ve en yüksek zaferlerle tamamlayacaktır. 1922 (Atatürk'ün S.D.II, s.38) Millet ve memleket adına ve hesabına tek başvurulacak yer burasıdır; yani Yüksek Meclisinizdir. Bu yasal hakkı,bu millî hakkı, bu doğal hakkı hiçbir sebep ve bahane ile ve hiçbir düşünce ile, hiçbir kimseye ve hiçbir kurula terk edemeyiz. 1921 (Atatürk'ün S.D.V, s.16) Efendiler! insanlar kuvvet kullanmaya ve özellikle başkalarının kuvvetini kullanmaya doğuştan yatkın oldukça, bu ilkeyi çok kıskanç olarak korumakta direnmelisiniz. Şimdiye kadar bu milletin meclisinin devam edememesi, bu "Gerektiğinde Meclis'in kapatılması" kaydının bu yapraklarda, bu kitaplarda ve bu dünyada var olmasından doğmuştur. Bu yetkiyi istediğiniz kurula veriniz, kesinlikle kötüye kullanır. Padişahlar, işte bu noktaya dayanarak, milletimizin meclislerini hor göre göre kovmuşlardır. Bu sebeple böyle bir sınırlama ve şartın, Anayasa'da hiçbir zaman da yeri olmayacaktır. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 185)
Halkçılık ve halk devleti Dünya tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti kuran ve bunlarını hepsini olaylarla deneyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi ad ve sıfatında bir devlet kurarak, bütün felâketlerin karşısında, doğuştan taşıdığı yetenek ve kudretle yerini aldı. Millet, yazgısını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve egemenliğini bir kişide değil, bütün bireyleri tarafından seçilmiş vekillerden meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o Meclis, Yüce Meclisinizdir, Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir ve bu egemenlik makamının hükümetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet kurulu yoktur ve olamaz. 1922 (Nutuk III, s. 1250) Bugün haklı olarak övünebileceğimiz bütün başarının sırrı, yeni Türkiye Devleti'nin yapısındadır. Gerçekten, Türkiye Devleti'nin, bu yeni kuruluşun dayandığı esaslar, nitelik bakımından kendinden önceki tarihî kuruluşların esaslarından başkadır. Bunu bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki yeni Türkiye Devleti, bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmişin kuruluşları ise bir kişi devleti idi, kişiler devleti idi. Bir milletin yeryüzünden tamamen silinmesi için, bir milletin insanlık topluluğundan tamamen çözülüp dağıtılabilmesi için Nuh Tufanı kadar olağanüstü felâketler ve olaylar gerekir. Fakat kişiler, kendiliğinden yok olmaya mahkûmdur. Bu nedenle halk kuruluşu ile kişi kuruluşu arasında yaşama ve son bulma oranları da bunun aynıdır. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 309) Bugünkü varlığımızın asıl niteliği, milletin genel eğilimlerini kanıtlamıştır, o da halkçılıktır ve halk hükümetidir. 1920 (Atatürk'ün S.D. I, s. 87) İç siyasetimizde özelliğimiz olan halkçılık, yani milleti doğrudan kendi yazgısına egemen kılmak esası, Anayasamızla belirlenmiştir. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 161)
Yeni Türkiye'nin, eski Türkiye ile hiçbir ilgisi yoktur. Osmanlı Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Gerçi millet değişmemiştir; aynı Türk unsuru bu milleti oluşturuyor. Ancak, yönetim biçimi değişmiştir. 1922 (Atatürk'ün S.D. III, s. 51) Uygarlık âleminin unutmaması gereken bir önemli nokta daha vardır. Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilmekte olan yeni Türkiye, Babıâli'nin yönetimindeki eski Osmanlı İmparatorluğu değildir. Yeni Türkiye şeref ve değerini, kudret ve kuvvetini bilmektedir ve hukukunu koruma için varlığını tehlikeye atmaya da hazırdır. 1922 (Atatürk'ün S.D.III, s.58)
T.B.M.M.Hükûmeti ve özellikleri Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, bir halk hükûmetidir. Memleket çıkarlarına ait hususlarda millet bireyleleriyle hükümet arasında görev bakımından ortaklık vardır. 1921 (Atatürk'ün T.T.B., IV,s 421) Osmanlı İmparatorluğu'na yüklenmiş olan kayıtlamalar ki yüzyıllar boyunca memleketimizin derece derece gerilemesine sebep olmuştu- son zamanda hakkımızda bir idam hükmü niteliğinde olarak Sevres Antlaşması adı altında bize uygulanmak istenildi. Bizzat kendi alın yazısına sahip olmamaktan dolayı bu birbiri ardınca gelen felâketlere uğradığına inanan ve Sevres Antlaşması'nın da kendisine uygulanmak istenilmesinin aynı sebepten doğduğunu anlayarak isyan eden milletimiz, bugün yalnız kendi egemenliğine dayalı bir hükümet kurmuş ve alın yazısına bizzat egemen olmuştur ve olacaktır. Bu yönetim şekli memleketimizin durumuna ve şartlarına ve milletimizin gereksinimlerine ve yaşayışına bütünüyle uygundur. 1921 (Atatürk'ün R.Y.G.S, s.123) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin değişmez,olumlu, maddî bir siyaseti vardır: O da Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin belli millî sınırı içinde yaşamını ve bağımsızlığını sağlamaya yöneliktir. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti, temsil ettiği millet adına çok alçak gönüllüdür ve hayalden bütünüyle uzak ve bütünüyle gerçekçidir. 1921 (Atatürk'ün S.D.I, s.193) Herkesin açık olarak bilmesi gerekir ki, bugünkü Türkiye halkı, yüzyıllarca kendi iradesini ve kendi yönetimini başkasının elinde görmeye katlanan halk değildir ve asıl bilinmesi gereken taraf da, bugünkü Türkiye halkının ve hükûmetinin tükenmez emeller peşinde koşup kendi evini unutan ve harap bırakan serüvenci insanlardan olmadığıdır. Bu sebeple, tam bir kesinlikle söyleyebilirim ki hükümetimiz zafer sevinciyle gerçek ve hayatî çıkarlarını unutacak kadar kendinden geçmemiştir. 1922 (Atatürk'ün S.D. II, s.41)
Hükümet programının temeli Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millîdir; tam olarak maddîdir; gerçekçidir. Kuruntuya dayanan ülküler arkasında, o ülkülere erişmek için değil, fakat ulaştırmak hulyasıyla milleti kayalara çarparak, bataklıklara batırarak en sonunda kurban ederek yok etmek gibi cinayetten kaçınan bir hükümettir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarının dayanağı şu iki esastır: Tam bağımsızlık, kayıtsız ve şartsız millî egemenlik. Birinci dayanağının ifadesi "Misak-ı Millfdir. İkinci ve hayatî olan dayanağının ifadesi "Anayasa"dır. Millet, Misak-ı Millî'nin anlamını seçkin evlâtlarından oluşturduğu kahraman ordularıyla eser olarak elde etmiştir. Anayasa'nın asıl ruhu ise, bu yasanın kitaplara geçmesinden önce milletin kafasında ve vicdanında yoğunlaşmış olmasıyla ve ancak bunun ifadesi olmak üzere kurduğu Meclis'e verdiği temel görev ile Ve yıllardan beri ilkelerini fiilen uygulamakta olmasıyla ve en nihayet yasa şeklinde bütün dünyaya göstermesiyle gerçekleşmiştir. 1923 (Atatürk'ün, S.D. II, s. 57-58) Eğer milletimiz, kendi egemenliğini kayıtsız şartsız elinde tutan bir hükümet oluşturmamış olsaydı, bugün elde ettiğimiz zaferlere hiçbir zaman erişemezdik ve memleketimizde şimdiye kadar Sevres Antlaşması uygulanacak, bütün millet yabancıların kölesi olacaktı. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.71)
|
Back To Top |
|
GONDEREN: stroyy on 04/08/2009 22:28:55 |
|
KURTULUŞ SAVAŞI (ASKERÎ VE SİYASÎ ZAFERLER)
Doğu Cephesi'nde başarılar
Ermeniler tarafından işgal edilen Kars Kalesi'nin, 30 Ekim 1920'de geri alınması üzerine Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'ya çektiği telgraftan: Kars gibi bir kalenin zaptı, her milletin tarihinde nadir olan olağanüstü bir askerî başarıdır. Fakat bugün asıl önemi, iç ve dış her taraftan karşılaştığı insafsız, ortadan kaldırıcı saldırılar karşısında yaşama hakkını kanıtlama görevine düşen soylu ve mazlum milletimizin bu kesin başarı sonucu ile büyük bir teselli hissi ve güven duymasıdır. Sizi ve komutan ve asker bütün şanlı arkadaşlarımızı tam bir övünç ve güvenle takdir ve tebrik ediyoruz. 1920 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s 359)
Batı Cephesi ve Birinci İnönü Savaşı
Birinci İnönü Meydan Savaşı, Devrim Tarihimizin çok önemli, çok verimli bir sayfasıdır. Gelecek kuşaklar ve bütün dünya bu sayfayı araştırıp inceledikçe, Türk inkılâbını yapan bugünkü Türk ordusunu ve bu orduyu bağrından çıkaran bugünkü Türk topluluğunu, elbette saygı ile anacak ve takdir edecektir. 1925 (Atatürk'ün S.D. II, s. 205) Yaşama ve bağımsızlık amacımız, istilâ ve saldırı tutkusuyla çarpışıyordu. Sonunda Ocak ayının on birinci günü sabahı savaş meydanı, haklı amacın zafer olarak doğuşuna bir belirti alanı oldu. Yeni Türkiye Devleti'nin küçük, fakat millî ülkülü genç ordusu, en dar bir hesapla üç misli düşmanı İnönü Meydan Savaşı'nda mağlup etti. Strateji sanatının en ince gereklerini isabetle uyguladı. Yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlık tutkusu, gösterişten uzak bir varlık içinde söndürülmesi imkânsız bir ateşin yok edici alevleriyle kendini ve yeni devletin yapısındaki manevî sağlamlığı Birinci İnönü Meydan Savaşı'nda dünyaya kanıtladı. 1924 (Atatürk'ün S.D.III, s. 73) Birinci İnönü savaş meydanının ufuklarında yükselen zafer güneşi, Türk milletinin yüksek erdem ve maneviyatının belirtisidir. Bu doğuş karşısında, büyük bozgunlar oldu! Birinci İnönü Zaferi, İkinci İnönü Zaferi'nin, Sakarya büyük kanlı savaşının ve en sonunda Türk vatanının, Türk bağımsızlığının ilk zafer müjdecisi olmuştur. Bu sebeple Birinci İnönü Meydan Savaşı'nı kazanan Türk ordusunun bütün mensupları, dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir destan sahibi olarak sonsuza dek yaşayacaklardır. 1925 (Atatürk'ün S.D. 11, s. 206)
Birinci İnönü Zaferi üzerine, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet (İnönü) Bey'e gönderdiği telgraf: İnönü Meydan Savaşı'nda Batı Cephesi kıt'alarının üstün komutanız altında kazandıkları kesin galibiyet nedeniyle size ve kahraman ordunuzun bütün komutanlarıyla subay ve erlerine Büyük Millet Meclisi'nin kalpten tebriklerini takdim ve bu başarının kutsal topraklarımızı düşman istilâsından toptan kurtaracak olan kesin zafere bir hayırlı başlangıç olmasını Allah'tan diler ve bu tebriklerin bütün Batı Ordusu er ve subaylarına ulaştırılmasını rica ederim. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.368) İkinci İnönü Savaşı İkinci İnönü Savaşı, milletimizin davasındaki isabet ve kutsallığı bütün dünyaya duyurdu. Yunan iddialarındaki sahtelik de bütün dünyaca anlaşıldı. ..Yunanlılar, sorunun tahmin ettikleri kadar basit olmadığını İkinci İnönü Savaşı'nda anladılar. Bunun üzerine genel seferberlik şeklinde esaslı bir şekilde önlemlere başvurdular. Bütün ordularıyla ciddî bir savaşa karar verdiler. 1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 234) İkinci İnönü Zaferi üzerine, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği telgraf: Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Savaşları'nda üstlendiğiniz görev kadar ağır bir görev üstlenmiş komutanlar enderdir. Milletimizin bağımsızlığı ve hayatı, dâhiyane yönetiminiz altında şerefle görevlerini yapan komuta ve silâh arkadaşlarınızın gönlüne ve vatanseverliğine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters giden talihini de yendiniz. İstilâ altındaki talihsiz topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istilâ tutkusu, çabanızın ve vatanseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu. Adınızı, tarihin övünç yazıtına kaydeden ve bütün milleti hakkınızda sonsuz gönül borcu ve teşekküre yönelten büyük kutsal savaş ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükselme pırıltısı ile dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını ve egemen olduğunu söylemek isterim. 1921 (Nutuk II, s. 580-581)
Sakarya Meydan Savaşı'na hazırlanmada Anadolu halkının özverisi
Gerçekten milletimiz, düşmanın hazırlıklarına karşılık verme için hiçbir özveriden çekinmedi. Ordumuzu kuvvetlendirmek için para, insan, silâh, hayvan, araba kısacası her ne gerekse son derece istekle verdi. Avrupa'nın en eksiksiz araçlarıyla donatılmış olan Konstantin ordusundan ordumuzun araç ve gereç bakımından da geri kalmaması ve hatta ona üstünlüğü gibi inanılmaz mucizeyi Anadolu halkının özverisine borçluyuz. Millî amaç uğrunda millet bireylerinin özel çıkarlarını küçümseme hususunda gösterdikleri harikalar, torunlarımız ve evlâtlarımızın daima övünme konusu olacaktır. Bu genel çabalar sayesindedir ki ordumuz ölümü küçümseme için hiçbir dakika tereddüt etmeyecek şekilde yüksek bir manevî kuvvetle düşman üzerine atıldı. Canımızı, namusumuzu almak üzere Haymana ovalarına kadar gelen düşman askerleri esir düştükleri zaman onurlu askerlerimizden ilk yalvarma seslenişi olarak bir parça ekmek istemeleri manzarası, mağrur düşmanlarımızın sonunu gösteren anlamlı bir levhadır. Bu derece büyük bir özveri duygusuyla topraklarını savunan milletimiz ne kadar övünse haklıdır. Bağımsızlık mücadelemizde ilâhî yardımını Türk milletinden esirgemeyen Cenab-ı Hakk'a minnet ve teşekkürü asla unutmayalım. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.1V, s.411)
Atatürk'ün Başkomutan oluşu, ordu ve millete seslenişi Başkomutan olduğu gün ordu ve millete yayınladığı bildirgeden: Bütün kahramanca meziyetlerini ve yüksek niteliklerini en önemli savaş meydanlarında tanıdığım ordumuzun yönetici ve yüksek komuta kuruluyla özverili subaylarına ve kahraman erlerine ve atalarımızdan geçen seçkin niteliklerle belirgin bütün millet bireylerine sesleniyorum: Milletin alın yazısına el koymuş bulunan Büyük Millet Meclisi bugün beni, ordunun başarı sağlamasını üstlenen bütün önlemlerde tam yetkiyle donatarak Meclis Başkanlığından başka bütün Ordular Başkomutanlığı ile görevlendirdi. Sizlere bu bildirgeyi yazdığım dakikadan itibaren Allah'ın yardımına dayanarak ve övünerek bu büyük ve şerefli görevi yapmaya başlamış bulunuyorum. Bana bu görevi vermiş olan Meclis'in ve o Meclis'te beliren milletin kesin iradesi hareket şeklimin odağını oluşturacaktır. Hiçbir sebep ve şekilde değiştirilmesine imkân olmayan bu kesin irade, ne olursa olsun düşman ordusunu yok etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu anayurdumuzun kutsal ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. Memleket ve milletin maddî ve manevî bütün kuvvetlerini bu sonucun elde edilmesi yoluna yöneltme için hiçbir önlem ve girişimde ihmal gösterilmeyecek ve ne yer ve zaman ile, ne de vatan kavramı karşısında ayrıntılardan ibaret kalan diğer düşüncelerle ilgisi olmayarak düşman ordusunun yok edilmesinden ibaret olan bu tek amacın elde edilmesi için gereken her şey yapılacaktır. Yardım ve başarı Allah'tandır. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s393) Sakarya Meydan Savaşı Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya'da kazanmış olduğu meydan savaşı, pek büyük bir meydan savaşıdır. Savaş tarihinde benzeri belki olmayan bir meydan savaşıdır. Büyük meydan savaşlarından biri olan Mukden Meydan Savaşı* bile yirmi bir gün devam etmemiştir. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 177) 13 Eylül 1921 günü Sakarya nehrinin doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Böylece 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bu günleri de içine almak üzere, yirmi iki gün ve yirmi iki gece aralıksız devam eden Sakarya Büyük Kanlı Savaşı, yeni Türk Devleti'nin tarihine,dünya tarihinde ender olan büyük bir meydan savaşı örneği kaydetti. 1927 (Nutuk II, s.618) Kendisine yasa ile Gazi ünvanı ve Mareşal rütbesi verilmesi üzerine, orduya yayınladığı bildirgeden: Arkadaşlar! Milletimizi yabancıların elinde köle olmuş görmemek için giriştiğimiz bu savaşta, Sakarya Zaferi gibi adı daima anılacak yeni ve büyük bir zafer kazandınız. Benim gibi ömrünü yıllardan beri saflarınızın yanında geçirmiş olan bir silâh arkadaşınız, ezilmiş, kahredilmiş düşmanın geri çekilişinden sonra hakkınızda duyduğum takdir ve hayret, gönül borcu ve teşekkürü ordunun her bireyi, memleketin her tarafından duyacak kadar yüksek sesle söylemeye gerek gördüm. Sakarya boyunda verdiğimiz savaş, çok önceki savaşlarımızda olduğu gibi anavatanın yalnız bir köşesini, ufak veya büyük bir parçasını tehlikeye düşürmüyordu. Orada biz bütün memleket, bütün varlığımız ve bağımsızlığımız uğruna denecek kadar önemli büyük bir savaşa giriştik. Yirmi bir gün yirmi bir gece milletin bağımsızlık fikriyle bir milletin istilâ ve yağma fikri birbiriyle boğuştu. Sizin başını eğmeye razı olmayan bağımsızlık fikriniz, ilerleyen düşmanı bozularak geri çekilmek zorunda bıraktı. Kızgın bir ufuk üzerinde tüten ve yanan yüzlerce köylerimizi arkasında bırakarak düşman ordusu, ceza önünde kaçan bir cani gibi geldiği yerlere gidiyor. Halbuki o, bir savaş değil yalnız bir akın düşünüyordu. Fikir ve imanın kayıtsız şartsız kuvvetine, kazandığınız zafer kadar büyük bir kanıt olamaz. Mazlum milletimizi tarihin en tehlikeli bir zamanında yeniden ışığa ve kurtuluşa kavuşturan bu savaşta,sizin Başkomutanınız olmaktan dolayı bir insan kalbi için alında yazılı olabilecek en derin mutluluk ve övüncü duydum. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.413-414) Afyon*, kesin sonucu teminde çok hesaplı ve belki bu itibarla daha büyük harekâta sahne olmuş ise de Sakarya'nın değer ve büyüklüğü hiçbir zaman eksilmez. Gerçi, Sakarya da hesapsız bir meydan savaşı değildi. Fakat bunun hesabı yalnız çok büyük milletimizin yurtseverlik ve yüceliğine dayandırılmıştı. Millet, kendisinde var olduğuna emin bulunduğumuz bu yurtseverlik ve yüceliği fazlasıyla gösterdi. Büyük Millet Meclisi'nin verdiği yetkilerle donanmış Başkomutan, bir iki bildirge ile millete durumu ve görevleri hatırlattı. Bu sesleniş, bütün bir milleti, bütün bir hükümet örgütünü şahlandırmaya yetti. O zaman her taraftan koşuldu ve ancak böylelikledir ki Sakarya'da Türk tarihinin harikası gerçekleşti. 1924 (Atatürk'ün S.D.V,s. 104)
Sakarya Meydan Savaşı 'nda subay ve erlerimizin kahramanlıkları Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam, yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki, bu savaş subay savaşı olmuştur. Bu sebeple subay arkadaşlarımın en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar değer ve özverilerini bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım. Bireylerimizi övüşten, övmeden çok yüksek görürüm. Zaten bu milletin evlâdı başka türlü düşünülemez. Bu milletin evlâtlarının özverileri, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. Askerlerimiz hakkında yeni bir şey ilâve etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu savaşlarının anlamını anlamış, yeni bir ülkü ile savaşmıştır. Böyle evlâtlara ve böyle evlâtlardan oluşmuş ordulara sahip bir millet, elbette hakkını ve bağımsızlığını bütün anlamıyla korumayı başaracaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından yoksun bırakmaya kalkışmak hayal ile zaman geçirmektir. 1921 (Atatürk'ün S.D. I, s. 178)
Atatürk'e Gazi unvanı ve Mareşal rütbesi verilmesi
Kendisine yasa ile Gazi unvanı ve Mareşal rütbesi verilmesi üzerine orduya yayınladığı bildirgeden: Sizin gibi komutanları, subayları, erleri olan bir millete yabancı egemenliği altında köle olmak mümkün değildir. Bu defa Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hakkımda yeni bir rütbe ve unvan ile beliren ilgi ve sevgisi doğrudan doğruya size aittir. Milletin verdiği bu rütbe ile yükselen ordu en şerefli, en ulu bir savaş ile seçkinleşen yine ordudur. Zafer nedeniyle sizin kahramanlıklarınızla, sizin gösterdiğiniz sonsuz özveriler karşılığında kazanılan bu büyük galibiyetin millet tarafından takdirine aracılık eden bu rütbe ve unvanı ancak size mal ederek bütün askerlik yaşamımın en büyük övünme konusu olarak taşıyacağım. 1921 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.414)
26 Ağustos'ta Türk topçuları Arkadaşlar! Topçularımız bu mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar ve günün ağarmasıyla beraber bütün dünyanın gözleri açıldığı zaman, ateşe başladılar. Tam bir takdir ve saygıyla bunu anmak isterim ki, topçularımızın o gün göstermiş olduğu ustalık ve anlayış, bütün dünya topçuları için örnek olacak nitelikte idi. Askerlik hayatımda bu kadar eksiksiz bir topçu ve bu kadar eksiksiz yönetilmiş bir topçu ateşi nadiren gördüm. Topçularımız, saat 4.30'da atışa başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta evvelâ ateş düzenlemek için, atış yapılır. Yarım saat içinde bütün bu cephe üstünde atış düzenlenmiş ve saat beşte, yani yarım saat sonra, bu saydığım hedefler üzerine şiddetle etki atışına başlanmıştır. Bu mevziler, çok ve çok sağlamdı. Bu mevzilerin savunma ile ilgili değerini en son inceleyen bir İngiliz Kurmayı'nın verdiği raporda, "Eğer Türkler, bu mevzileri dört, beş ayda işgal ederlerse, bir günde düşürdüklerini iddia edebilirler." deniliyordu. Fakat Türklere, bu mevzileri ele geçirmek için üç dört ay değil, bir gün de değil, yalnız bir saat yetmişti. 1922 (Atatürk'ün S.D. I, s. 244-245)
Süvarilerimizin yiğitliği Bütün bu savaşlar* olurken, süvarilerimiz tamamen düşman birliklerinin gerilerinde olmak üzere hareket ediyordu. Meselâ, Olucak'ta ve Başkilise'de bazen piyade gibi, ateş savaşı yaptı ve fakat ekseriya, kılıcını çekti ve dört nala düşman safları içerisine girdi. Süvarilerimizin burada gösterdiği yiğitlik, zihinde canlandırmanın üstündedir ve anlatılması mümkün değildir. Henüz savaşa girmemiş taze düşman tümenlerini görür görmez, süvarilerimiz sabır gösteremiyorlardı, bunları durdurmaya imkân yoktu ve derhal kılıcını çekiyor ve düşman içerisine dalıyorlardı. Gerçekten, bu kahramanlık sayesinde batıya çekilmek isteyen düşman birlikleri durmaya ve vaziyet almaya mecbur edildi ve o esnada bir taraftan piyadelerimiz ve topçularımız yetişti ve düşmanı tekrar savaşa mecbur ettik. 1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 249-250)
30 Ağustos Meydan Savaşı ve Şehit Asker Anıtı Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son dönemi olan 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Millî tarihimiz çok büyük ve Çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni yön vermekte kesin etkili böyle bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devleti'nin, genç Türk Cumhuriyeti'nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ölümsüz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır. Burada temelini attığımız "Şehit Asker" anıtı, işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu anıt, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk'ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır. 1924 ( Atatürk'ün S.D. II, s. 178-179) Öğleden sonra düşman, ateşten bir daire içine alınmıştı ve gözlerimle görüyordum ki düşman, şaşkınlık işaretleri gösteriyordu. Kuzeye, doğuya, batıya, güneye başvuruyorlardı. Her taraf ateş ile kapanmış idi, aynı zamanda piyadelerimiz ateşten vazgeçerek, süngülerini taktı ve bir an önce düşman mevzilerine girmek için saldırdılar. Bu son durumdan iki buçuk saat sonra, süngülerimiz düşman göğsüne girmiş ve sorun çözümlenmiş bulunuyordu. Aynı zamanda gece yaklaşıyordu ve sanki, gecenin karanlığı pek feci olan bu manzarayı, dünyanın gözlerinden saklamak için acele ediyordu. Gerçekten arkadaşlar, bu savaş cephesini ertesi günü gezdiğim zaman, üzüntü duymaktan kendimi alıkoyamadım. Bir asker için ve herhangi bir asker için, bu durum üzüntüyü gerektirir. Fakat, Allah'ın bunlara bunu yazgı olarak belirlemiş olmasına göre, burada bu duruma girenler asker değildir; bunlar herhalde caniler ve katillerdir. 1921 (Atatürk'ün S.D.I, s. 251) Bu Anadolu Zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından bütünüyle benimsenen bir fikrin, ne kadar güçlü ve ne kadar zinde bir kuvvet olduğunun en güzel bir örneği olarak kalacaktır. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 260) Biz, bu harekâtı, sonucunu bütünüyle bilerek yaptık. Bütün bunlar, belki bütün dünyaya hayret verecek niteliktedir.Onun için, ordumuzun kudretini anlamayan ve anlamaktan âciz olanlar, bu çok büyük eseri beklenmedik bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar; fakat, hiçbir zaman öyle değildir. Harekât bütün ayrıntılarına kadar bütünüyle düşünülmüş, belirlenmiş, hazırlanmış, yönetilmiş ve sonuçlandırılmıştır. 1922 (Atatürk'ün S.D. I, s. 256) Beni, milletim, Türk milleti, güven ve itimadına lâyık görerek bu harekâtın başında bulundurdu. Bu görev ve memuriyetimin mutlu anısını milletime karşı daima en derin minnettarlıklarla duygulanmış olarak zevk ile, övünç ile koruyorum. Görevlerini milletin vicdanî arzusuna, gerçek gereksinimine, yalnız onun yüksek iradesine uyarak yapmış olanlara mahsus bir vicdan rahatlığı ile bugün huzurunuzda bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem. 1924 (Atatürk'ün S.D.II, s.174) Milletin yazgısını doğrudan doğruya üzerine alarak karamsarlık yerine ümit, perişanlık yerine düzen, kararsızlık yerine kararlılık ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin yiğit ve kahraman ordularının başında, bir asker bağlılığı ve davranışıyla emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnunluk içindeyim. Kalbim bu sevinçle dolu olarak, pek aziz ve saygıdeğer arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri özgürlük ve bağımsızlık fikrinin zaferi nedeniyle tebrik ediyorum. 1922 (Atatürk'ün S.D. I, s. 240)
30 Ağustos'un önemi Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Savaşı ve ondan sonra düşman ordusunu bütünüyle ortadan kaldıran veya tutsak eden ve kılıçtan kurtulanları Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekâtımızı açıklama ve niteleme için söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her evresiyle düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta kurulunun yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha belirleyen çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık fikrinin ölmez anıtıdır. Bu eseri meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan, daima mutlu ve bahtiyarım. 1927 (Nutuk II, s. 677)
Bizim bu büyük zaferimizin doğuracağı büyük sonuçlar, yalnız Türkiye'nin yazgısı üzerine etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün zulüm görmüş milletleri, kendi yaşam ve bağımsızlıklarını tehdit eden ve baskılayan zalimler aleyhine hareket için yüreklendirecektir. 1922 (Atatürk'ün T.T.B. IV, s. 479)
30 Ağustos Zaferi ve Türk askeri 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda tebrikleri kabul ederken söylemiştir: Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe'nin sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat, hepsinin ortak bir adı vardır: Türk askeri! Tebriklerinizi onların adına kabul ediyorum! 1928 (İbrahim Necmi Dilmen, Atatürk Anekdotlar,Der: Kemal Arıburnu, s. 120)
İzmir'e doğru 30 Ağustos Zaferi'nden sonra 1 Eylül 1922 günü orduya yayınladığı bildirgeden: Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan savaşları verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin zihinsel güçlerini ve kahramanlık ve vatanseverlik kaynaklarını yarışırcasına göstermeye devam etmesini isterim. Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri! 1922 (Atatürk'ün T.T.B. IV, s. 449-450) Ordularımız, asıl kuvvetleri ve bütün savaş gereçleri ile dört yüz kilometreyi on gün içinde aşıp geçtiler. Diyebilirim ki, süvari tümenlerimizle piyade birliklerimiz düşmanı ezip İzmir'e yürümekte birbirleriyle yarış etmişlerdir. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları denizde resim gibi şekillenirken, piyadelerimiz Kadifekale'de Türk bayrağını göğe yükselttiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının, savaş tarihine verdiği son harekât örneğinin değeri, bu harekât bütün evreleriyle incelendikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir. Büyük orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20-25 kilometredir. Bundan dolayı, askerlerimize İzmir'e kavuşmak için her gün bu uzaklığı aşıp geçirten kuvvet kaynağının, ne yüce bir vatan aşkı olduğunu anlamak güç değildir. 1922 (Atatürk'ün S.D.III, s 39)
Türk ordusunun 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girişinden sonra orduya teşekkür mesajı: İlk verdiğim Akdeniz hedefine varmakta, orduların gösterdiği gayret ve özveriyi saygı ve takdirle anarım. Elde edilen büyük zaferde gerçek etken olan değerli arkadaşlarıma bütün samimiyetimle teşekkür ve tebriklerimi bildiririm. Orduların bundan sonra verilecek hedeflerin elde edilişinde de aynı istek ve özveriyi göstereceklerine güvenim tamdır. 1922 (Atatürk'ün T.T.B.N, s.457) Ordularımızın stratejisi ve yerleştirme harekâtı günlerce düşmanın gözü önünde ve uçakların keşif uçuşları altında seyretti. Bu hareketimizi baskın zannediyorlarsa söylediklerinin doğru olması gerekir. Fakat, ben zannediyorum ki, Yunan komutanlarıyla genelkurmayı, ordularımızın hazırlığından ve harekâtından haberli idi. Ancak ordularına ve özellikle Afyonkarahisar, Seyitgazi, Eskişehir ve bütün cephelerde bir yıldan beri çalışarak oluşturdukları ve her çeşit araçla destekleyip donattıkları sağlam mevzilerine, fazla sayıda topçularına, sayısız cephane kaynaklarına gereğinden fazla güveniyorlardı. Şu gerçeği anlamazlıktan geliyorlardı ki, insanların mücadelesinde, saldırıları durduracak en kuvvetli yer, iman dolu göğüslerdir. 1922 (Atatürk'ün S.D.1II, s.37) 12 Eylül 1922 günü millete bildirgesinden: Büyük ve soylu Türk milleti! Anadolu'nun kurtuluşu zaferini tebrik ederken sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının selâmını da takdim ediyorum. 1922 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s .459) 18.9.1922 günü İzmir'de Yakup Kadri'ye söyledikleri: - Millî Mücadelemizin bu evresi kapanmıştır; şimdi ikinci evresini açmamız gerekiyor. 1922 (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolundu, s. 176)
Zaferin sırrı Türk komutanları komuta etmesini, Türk askeri ölmesini bildi. Savaşı kazanışımızın sırrı bundan ibarettir. 1922 (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 90) Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa olarak ülküleri uğrunda yüce bir amaçla savaşmış bulunuyorlar. Askerlerimiz, ayakları altında bir metre yüksekliğinde çukur, çamur bulunmasına rağmen düşmanlarına karşı koşa koşa, sevine sevine gidip savaşmışlardır. 1925 (Atatürk'ün S.D.V, s. 35)
En büyük komutanından en genç erine kadar ordularımızda egemen olan fikir, milletin gösterdiği görev uğrunda şehit olmaktır. Bunu savaş meydanında yakından görerek büyük milletime haber veriyorum. 1922 (Atatürk'ün T.T.B.FV, s.450) Bugün mutluluğunu duyduğumuz zaferi, sadece milletimizin kararlılığı ve imanı, kudreti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının süngüleri kazanmıştır. Üzerinde başka türlü hiçbir kuvvet, hiçbir baskı yoktur ve olmamıştır. Milletin ve ordularının yeteneği, bütün millî isteklerimizi elde edecek derecededir. 1922 (Atatürk'ün S.D.H, s.41)
Zaferler hakkında
Vatanın kurtuluşu, milletin görüş ve yönetimi kendi alın yazısı üzerinde kayıtsız şartsız egemen olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla olumlu ve kesin sonuçlara kavuşmuştur. 1922 (Atatürk'ün T.T.B. IV, s.459) Memleketimizi hiçbir hak ve adalete dayanmayarak çiğnemek ve çiğnetmek girişimi, zafer kazanan ordumuzun özverili ve canını verircesine gayretiyle lâyık olduğu başarısızlığa uğratılmış ve milletimiz, tarihin nadir kaydettiği bir zafer kazanarak sevgili yurdumuzu kurtarmıştır. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s.290) Şunu bir gerçek olarak biliniz ki, şeref hiçbir zaman bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler önemli ise, gösterilen başarılar belli ise, devrimler dikkati çekici ise her birey kendini tebrik etmelidir. Çünkü, böyle büyük şeyleri ancak çok yetenekli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her bireyi, böyle en yetenekli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin. 1923 (Atatürk'ün S.D.H, s.123) Bu milletin namusunu, yaşamını, geleceğini kurtarmak için, onun bütün varlığına kasteden kuvvetleri yok etmeye bu milletin yeteneği, soyluluğu, kararlılığı yeterlidir. Bu sözümün doğruluğunu olaylar kanıtladı. Çünkü bu milletin kararlılığı, dayanışması, kahramanlığı sayesinde sonunda düşman mağlup ve perişan edildi. 1923 (Atatürk'ün S.D.H, s.135) Bütün bu başarı, yalnız benim eserim değildir ve olamaz. Bütün başarı, bütün milletin karar ve imanıyla çalışmasını birleştirmesi sonucudur; kahraman milletimizin ve seçkin ordumuzun kazandığı başarı ve zaferlerdir. 1928 (Atatürk'ün S.D. II, s. 76-77)
Bu zafer, bize bir imkân veriyor. Biz, bu imkânı memleketimizin, milletimizin aydınlık, mutlu ve rahata erişmiş geleceği için kullanacağız! 1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 260) Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın, bir 30 Ağustos Zafer Bayramı gecesi sofrada "Paşam, İstiklâl Savaşı'nda Başkomutan olarak savaşlarda verdiğiniz emirler bir yerde toplanmış mıdır? " sorusuna verdiği cevap: -Bir gün Kurtuluş Savaşı'nın, Millî Mücadele'nin askerî tarihini yazacaklar, belki de benim Başkomutan olarak verdiğim bir yazılı ve imzalı emrime tesadüf etmeyeceklerdir. Savaş arkadaşlarım buradadır, hep bilirler: Ben savaşta daima o cepheden bu cepheye gider, yapılması gereken hareketleri komutanlara yazdırır, onlara not ettirir ve kendilerini de ikna ettikten sonra, "Şimdi ordu birliklerimize derhal bu hareketlerin yapılmasını kendi imzanızla bildiriniz!" derdim. (Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası, Cumhuriyet gazetesi, 4. XI. 1970) Kahraman Türk ordularının kazandıkları büyük zaferler de bana düşmüş olan görevleri yapabilmişsem çok bahtiyarım. Yalnız bu noktada bir gerçeği açıklamak için söyleyeyim ki, benim ordularımızı yönelttiğim hedefler, esasen ordularımın her erinin, bütün subaylarının ve komutanlarının görüşlerinin, vicdanlarının, kararlarının, ülkülerinin yönelmiş Olduğu hedefler İdi. 1928 (Atatürk'ün S.D. II, s. 228) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin galip orduları yeni zaferler elde etme aşkından uzaklaşmış değildirler. Fakat bu zafer aşkı, milletin kurtuluşunu ve mutluluğunu sağlama aş kından ileri gelmektedir. İkincisinin belirmesi, birinciyi gerçekleşmiş kabul ettirebilir. 1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.55) Her evresi vatan için, evlâtlarımızın torunları için şerefli olaylarla dolu büyük bir kahramanlık destanı oluşturan Anadolu savaşlarının heyecan veren ayrıntılarını tarihin diline terk ediyorum. Millet, milletin ruh sanatı, musikisi,edebiyatı ve bütün sanat eserleri, bu kutsal mücadelenin ilâhî ezgilerini sonsuz bir vatan aşkının coşkun heyecanlarıyla daima şakımalıdır. 1923 (Atatürk'ün S.D.I, s. 305) 30 Ağustos 1922 Zaferi'nden sonra, İngiliz kadın gazeteci Grace Ellison'un "Başarı kazanacağınızdan şüphe ettiğiniz oldu mu?" sorusuna verdiği cevap: -Hiçbir zaman... Henüz elimizde savaş gereçleri bulunmadığı zamanlarda bile, işin bugünkü sonuçlan alacağını hesap etmiştim. Saldırımızı ertelememize sebep, kan dökmemekti. Bu maksatla saldırıdan önce Fethi Bey*'i Londra'ya gönderdik. Barışı kanla değil, mürekkeple imza etmek istiyorduk. 1923 (Atatürk'ün S.D.V, s. 97-98)
Şerefli kahramanlara saygı Geçirdiğimiz buhranlı günlerin şerefli kahramanlarını hep beraber kutlayalım. Onlar arasında savaş meydanların da düşman silahıyla göğüsleri delinmiş bahtiyarlar olduğu gibi yangınlarda, ateşlerde yakılmış talihsiz çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar vardır. Onlar arasında namuslarına sataşılmış, ebediyen ağlamaya mahkûm genç kızlar da vardır. Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlâtlarını gömmüş analar vardır ve yine onlar arasında savaştaki namus görevini şerefle yaparak bugün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan şehitlik şarabını içmiş olanların ruhlarına fatihalar sunalım. 1923 (Atatürk'ün S.D.I, s. 308-309) Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve analarından oluşan milletimiz, bütün dünyaya karşı en yüksek saygı durumunu ve değer düzeyini kazanmıştır. Milletimiz çekinmeksizin övünebilir. Bu, en kuvvetli şartlarla haklıdır ve ben, böyle bir milletin bir bireyi olmakla en büyük mutluluğu hissediyorum. Bu savaş meydanlarında, emsalsiz kahramanlıklar ve yiğitlik göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin ve komutanlarımızın her biri, ayrı ayrı bir menkıbe, bir destan oluşturan harekâtını saygıyla ve takdirle anıyorum. Ve bu yiğitlik meydanlarında Allah'ın rahmetine kavuşan şehitlerimizin aziz ruhlarına hep beraber fatihalar sunalım. 1922 (Atatürk'ün S.D.I, s. 260)
Zaferi kazanılmasında cephe gerisi I. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 4. Toplanma Yılı'nı açarken söylemiştir: Zaferin elde edilişi için geri hizmetlerin düzenlenmesi hususunda yapılan çalışma, pek teşekkür ve takdire değerdir. Bu kelimeleri söylerken ifade etmek istediğim minnettarlık hissi, yalnız resmî dairelerle kısıtlanmış değildir. Bütün yaşam enerjilerini, bütün araçlarını, bağlantılarını ordunun hizmetine hazır hale getiren ve kadın ve çocuklarıyla ordu taşımacılığına katılan saygıdeğer halkın, millet kürsüsünden ifade ettiğim takdir ve teşekküre pek fazla hakkı vardır. Efendiler! Meselenin heyecan verici evreleri üzerinde biraz daha ısrar etmek vicdanî zorunluğunu hissediyorum. Oğullarını ve kocalarını cephenin ateş hattına gönderen ihtiyar babalar ve analarla genç kadınlar, kağnı ve öküzden ibaret bir kutsal birleşim olan yaşam araçlarının başına geçerek orduyu izlemişler ve malzemelerinin ilkelliğine rağmen ruhlarındaki çalışma isteği ve özveri hissiyle düşmanın binlerce otomobilden meydana gelmiş bir taşıma sistemi oluşturan teknik araçlarıyla yarışmışlardır. 1923 (Atatürk'ün S.D.I, s.293-294)
Mudanya Ateşkes Antlaşması Dört yıl süren emeklerden sonra son kesin zaferimiz üzerine Mudanya Askerî Antlaşması yapıldı ve barış görüşmeleri dönemine geçildi. Bu görüşmeler sırasında da tesadüf ettiğimiz güçlükler pek çoktur. Fakat, ben bunu pek doğal buluyorum. Çünkü bu barış görüşmelerinde sonuca bağlanan hesaplar dört yıllık değil, dört yüz yıllık bir dönemin kötü mirası idi. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu en görkemli, tantanalı ve kuvvetli dönemlerinden itibaren milletin bağımsızlığı zararına, hayatî çıkarları zararına o kadar çok şey feda etmişti ki, sonuç yalnız kendisinin çöküp batmasından ibaret kalmadı; belki kendinden sonra da memleketin gerçek sahibi olan milleti, hak ve varlığının kanıtı için büyük güçlüklerle karşı karşıya bıraktı. 1923 (Atatürk'ün S.D. I, s. 306) Edirne şehrini de içine almak üzere Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından boşaltılmasıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ne teslimi hakkındaki Mudanya Askerî Anlaşması 11 Ekim 1922'de imza edilmiştir. Kazanılan büyük zaferin ilk önemli siyasî sonucu bu şekilde Mudanya Konferansı'nda elde edilmiş oluyor. Ordumuz tarafından fiilen temin edilen tüm Anadolu'nun kesin kurtuluşundan başka, Genel Savaş'ı izleyen en karanlık bir dönemde millet tarafından belirlenen ilkelerin Rumeli batı sınırlarımıza ait olan kısmı da artık gerçekleşmiştir. 1922 (Atatürk'ün T.T.B.IV, s.475)
Türkiye'nin istediği barış (Lozan'a doğru)
Biz bağımsızlığımızı sağlayan bir barış istiyoruz. Bunu sağlanmış görmedikçe yaşayabilmek için muhtaç olduğumuz yaşam gereklerini temin etmek üzere tam bağımsızlığa erişinceye kadar başladığımız işte devam edeceğiz. Milletin ciddî kararı budur. Milletimizin bu kararını mutlaka uygulamak için her türlü önlem zaten alınmış bulunuyor. 1923 (Atatürk'ün S.D.1II, s.60) Bugün eriştiğimiz barışın, ebedî barış olacağına inanmak, elbette safdillik olur. Bu, o kadar önemli bir gerçektir ki ondan bir an bile boş bulunma, milletin bütün yaşamını tehlikeye atar. Şüphesiz, hukukumuza, şeref ve değerimize saygı gösterildikçe karşılıklı saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının eksik olduğunu veya hiç saygı gösterilmediğini çok acı deneyimlerle öğrendik. Onun için efendiler, bütün ihtimallerin isteyeceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz. 1923 (Atatürk'ün S.D.l, s.307) Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki, millet üç buçuk yıllık kahramanca savaşmadan sonra kendisini sonsuza değin tutsaklık zincirleriyle bağlamak isteyenleri mağlup etmiş ve bağımsızlığına sahip olmuştur. Bütün uygar milletler arasında özgür ve bağımsız olarak milletimizin yer alacağı barış günleri de inşallah gecikmeyecektir. Bu mesut günlere ne büyük özveriler ve güçlükler karşılığında erişeceğimizi asla akıldan çıkarmamak ve gelecekte millet yaşamını tehdit edecek tehlikelere düşmemek için, ona göre şimdiden hazırlanmak ve çalışmak, vatanını seven bütün millet bireylerinin borcudur. Gerçekte vatanımıza ve bağımsızlığımıza göz dikenlere yalnız askerlikte galip gelmek yeterli değildir. Memleketimiz hakkında istilâ emelleri besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak şekilde siyaset, yönetim ve ekonomi bakımından kuvvetli olmak gerekir. 1922 (Atatürk'ün S.D.II, s.46)
Lozan Konferansı
Ölmüş zannolunan millet, yok olmuş zannolunan bu memleket, yeniden bütün yaşama yeteneğini gösterebilecek bir durum alıyor. Bütün kadınlarıyla, erkekleriyle, ihtiyarlarıyla el ele vererek kendisinin dünyada var olduğunu, bir kere daha kanıtlayacak harikalar gösteriyor. İşte o harikaların doğal sonucu olarak Lozan Konferansı'na davet olunuyoruz. Fakat Efendiler, aslında bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur. Geçmişe ait hataların gerçek sorumlusu biz değiliz; Türk milleti değildir. Bu böyle olmakla beraber dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşüyor. Millet ve memleketi gerçek bağımsızlık ve egemenliğine sahip etmek için çalışmak zorunluğu bizim üzerimizde kalıyor. Lozan'da henüz hiçbir olumlu sonuç yoktur. Fakat, bu olumlu sonuç kesinlikle olacaktır. Millet, varlığı için, egemenliği için ne olursa olsun elde etmek zorunda olduğu esasları Misak-ı Millî halinde belirgin biçimde bütün dünyaya ilân etti. Misak-ı Millî'nin anlamını bütün dünya onaylamak zorundadır ki, Türkiye kuvvetiyle, süngüsüyle ve bütün yükümlülüğüyle bunu elde etmiştir. Arta kalan şey, maddeten elde edilmiş olan bu şeyin konferansta, salonda, masada, nerede olursa olsun usulen ve resmen ifadesinden ve onaylanmasından başka bir şey değildir. Bu sonuç er geç, kesinlikle elde edilecektir! Bütün isteklerimiz haktan ibarettir. Bu hak, en doğal ve en açık haklardandır. Hukukumuz bu kadar açık olduktan başka, bu hukuku ne olursa olsun koruma için kudretimiz de vardır, kuvvetimiz de yeterlidir. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 26.12.1929) Türk barış şartları Misak-ı Millî'nin ilân günü olan 28 Ocak 1920 tarihinden beri bütün dünyaca bilinmektedir. Bu şartlar şu şekilde özetlenebilir: Türkiye'nin millî sınırı içinde siyasal ve ekonomik tam bağımsızlığının onaylanması! 1922 (Atatürk'ün S.D.1II, s. 3O) Lozan Konferansı, basit bir sorunu çözümle uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti'nin üç buçuk yıllık sorunlarını çözümle yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangıcı çok eski olan bir mücadelenin derin evrelerini inceleyerek onu olumlu bir sonuca bağlamaya çalışıyor. Şüphe yok ki, karışık bir dengeyi belirli bir sonuca ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların sorumlusu da biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adlî, insanî bir düşünüş biçimine sahip olsalardı, sorun iki günde biterdi. Fakat, öyle işe başladılar ki, yüzyılların birikmiş sorunlarını bizden soruyorlar. İtilâf Devletleri olumlu bir sonuca varmak istiyorlarsa, kesinlikle eski düşünüş biçimlerini terk etmek zorunluğundadırlar. Benim gördüğüme göre ulaşılan temel, sonunda barışla sonuçlanacaktır. Bütün milletçe arzuya değer ki barış olsun. Dünyada barışın kurulması hem dünyanın çıkarı, hem bizim çıkarımız gereğidir. Herhalde biz, hem kendi çıkarımıza aykırı olan, hem de dünyanın çıkarına uymayan savaşın devamına asla taraftar değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye kadar çok defalar ilân ettik, kanıtladık. Eğer uygarlık dünyası, bizim bu işte ne kadar samimî olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir engel kalmayacaktır. Fakat, eğer barış isteyenlerin fikri, savaş taraftarlarına galip gelmezse bütün iyi niyet ve samimiyetimize rağmen biz de bu sonucu alın yazısı ve zorunlu sayacağız, alın yazısına uyacağız ve hiç şüphe etmiyorum, bugünkünden daha verimli sonuçlar alacağız. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 5-6.12.1929) Lozan Konferansı düne ve bugüne ait, üç beş yıla ait hesapların sonuca bağlanmasıyla uğraşmakta değildir. Belki, üç, dört yüzyıllık birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle uğraşmaktadır. Onun için bu kadar derin, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların az zamanda içinden çıkmak kolay değildir. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 24.12.1929) Lozan Barış Antlaşması'nın içine aldığı esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmaya gerek olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, yüzyıllar dan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir belgedir. Osmanlı dönemine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseridir. 1927 (Nutuk 11, s. 767)
Lozan Antlaşması Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasal bir zafer oluşturan bu antlaşmanın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Milletimiz, bununla gerçekten övünebilir ve Türk milletinin yüksek bir eseri olan bu antlaşmanın yüksek değerini takdir etmesi gereken gençliğin, bunu geçmişte yapılmış antlaşmalarla karşılaştırması gerekir. Bu nedenle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasal mücadelelere göğüs gererek sonucu elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa Hazretleri'ni saygı ile hatırlamak görevimdir. 1927 (Atatürk'ün S.D.V, s. 47)
Montreux Sözleşmesi'ne doğru Türkiye'nin Boğazları açık bırakmaya razı olduğu Lozan Antlaşmasından beri dünya durumu ve bazı şartlar değişmiştir. Boğazlar, Türk topraklarını iki kısma ayırır; bu nedenle bu deniz geçidinin sağlamlaştırılması Türkiye'nin güvenliği ve savunması için çok önemlidir. O, aynı zaman da, uluslararası ilişkilerin can alıcı bir unsurudur. Anahtar durumunda böyle önemli bir yer, herhangi maceracı bir saldırganın keyfine ve merhametine bırakılamaz. Türkiye, muhtemel barış bozucularının, birbirleriyle savaşmak için Boğazlardan geçmesine engel olmaya mecburdur. Türkiye buna asla izin vermeyecektir. 1935 (Ayın Tarihi, Sayı:l9)
Montreux Sözleşmesi Montreux Sözleşmesi'nin imzalandığı günün gecesi (18/19 Temmuz 1936) Atatürk tarafından yazdırılmıştır: Bugün bayram günüdür; sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz, ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan, Montrö'de taçlandırılmıştır. Lozan tamdır ve tamlığını daima tarihte okutacaktır. Fakat, ona acı ve üzüntü veren ufak bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö'de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek duyarlığı bununla ilgiliyse kesinlikle sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir. 1936 (Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10. XI. 1941)
Milletin yüksek karakterine, ordusunun bükülemez pazısına ve uygar insanlığın aldatılamaz sağduyusuna dayanarak ve güvenerek kullanılan zekâ, mantık ve enerjinin, bütün insanlığın gereksinim duyduğu barış ve huzur verici sonuçlar doğurabileceğinin bir kanıtı olan Montrö Konferansı eseri, gerçekten sevinmeye ve sevindirmeye değer bir tarihsel olaydır. 1936 (Cumhuriyet gazetesi, 21.7.1936) Türkiye'nin hakkını doğrulamakla yüksek dostluk ve anlayış gösteren Montrö Sözleşmesi tarafları, aynı zamanda kritik devam eden uluslararası durumun bu önemli döneminde, yerleşmesi için herkesin çalışması gereken genel barış işine de değerli hizmet etmiş oldular. Tarihte birçok defa tartışma ve tutku vesile olmuş olan Boğazlar, artık tamamıyla Türk yönetiminin egemenliğinde, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yolu haline girmiştir. Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır. 1936 (Atatürk'ün S.D.I, s.376)
|
Back To Top |
|
|