REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

Toplam bakislar: 5530 - Toplam yanitlar: 2

GONDEREN: Almira on 11/18/2009 04:04:57




'Hurafelerden ne kadar uzaksınız?'

PROF. DR. İSMAİL LÜTFÜ ÇAKAN
Bilindiği gibi “hakikat”in zıddı olan “hurafe”, aslı-esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden ibarettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir.
Her devirde, her toplumda az çok, ama mutlaka görülen hurafe ve bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima gündemde kalmış önemli bir konudur. Hurafe ve bâtıl inanışların bu derece insanlığın başına dert olmasında genellikle cahillik, alışkanlık, görenek, propaganda, çıkar hesapları ve kişisel zaaflar etkili olmuştur.


Hanımlar, hurafelere dikkat!

Hurafeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli bazı konularda ve bilhassa kadınlar arasında yaygındır. Kabul etmek gerekir ki, kadınlar bâtıl itikatlara hakikat gibi kapılırlar. En okumuşları dahi inanılmayacak şeylere inanırlar. Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyoekonomik tedbirlerle hurafe ve bâtıl inanışların ortadan kaldırılabileceği görüş ve iddiası, modern ve ileri toplumlarda da hurafe ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük ölçüde geçerliliğini kaybetmiştir. Bu durum, hurafe ve bâtıl inanışların ekonomik olmaktan çok, kültürel bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.


Hurafeler, dinî inancı yıpratır

Tevhid mücadelesi, inançsızlıkla mücadele demek olduğu kadar, asılsız kabuller, yanlış uygulamalar yani hurafe ve bâtıl inanışlarla da mücâdele demektir. Dinimiz ve sevgili Peygamberimiz de aynı şartlar içinde zuhur etmiş ve aynı mücadeleyi en aklî ve mantıkî metotlarla en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun tarihî kanıtı, “cahiliye devri” diye bilinen İslâm öncesi dönemin ko*kuşmuş Ortadoğu toplumlarının, uzun süre dünya milletlerince özlem ve gıpta ile izlenen İslâm medeniyetini gerçekleştirmiş olmalarıdır.

Ne var ki bu kültürel hastalık, değişen toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş, giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir. Peygamber Efendimiz’den sonra, O’nun vârisleri olan âlimler hurafe ve bâtıl inanışlara karşı verilen mücadeleyi yürütmüşler, yürütmektedirler.


Eski zaman efsaneleri yeniden etrafımızda

Dinler tarihi araştırmacıları, hurafe ve bâtıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdada bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğunu bildirmektedirler. Bazı yaratıklarda üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın, tarih içinde sıkça görülen yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu yanlış ve yanılgıdan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve inananları “uğursuzluk” sebebi olarak suçlayan milletler bile görülmüştür.


Her kötülüğün başı: Cehalet

Hiç kuşkusuz, hurafelerin temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin bir cehalet bulunmaktadır. Dinimizin, insan özüne ve gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilkeleri ve bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz davranışları sergilemesi düşünülemez. Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır.


En büyük ölçümüz Efendimiz’dir (sas)

Hurafe ve bid’atların terk ve tedavisinde, Hz. Peygamber’in yaşayışı ve tavsiyeleri yani sünnet’i en büyük yardımcımızdır. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Nitekim bizzat Peygamber Efendimiz de bizlere şu tavsiyede bulunmuştur:

“Size iki şey bırakıyorum, bunlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmaz, (hurafe ve yanlışa kapılmazsınız; Allah’ın kitabı ve Nebi’sinin sünneti!”




Hurafeciler kendilerini “dindar” sanar!

Hurafe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı, bu durumlarına dindarlık; bunlara karşı çıkılmasına da itikatsızlık, inançsızlık damgasını vururlar. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden olanı, dince kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle mümkündür. Bütün bir milletin bile bir yanlış ve hurafe üzerinde birleşmesi, onun niteliğini değiştiremez, hurafeyi hakikat yapamaz. “Gerçek”in ölçüsü, sadece gerçektir. Gerçek ise, Bakara Sûresi’nin 147. âyetinde belirtildiği gibi, “Allah’tan gelendir”.


Tefe’ül ne demektir?

Fal ve falcılıktan söz ederken özellikle yaşlılardan zaman zaman duyduğumuz “bu bir fâl-i hayr’dır” gibi sözlerde yer alan “fâl-i hayr” ifadesi üzerinde de kısa bir açıklama yapmak uygun olacaktır. İslâmiyet’in hoş gördüğü tek fal benzeri şey, “fâl-i hayr”dır. Fâl-i hayr; duyulan bir güzel kelimeyi uğurlu saymak, onunla tefe’ül etmek, onu hayr’a yormaktır. Eskiler buna “yom tutmak” derdi; tam tersi anlamlısına ise “şom tutmak/şom ağızlılık” da denir.

Böylesi bir ‘hayr’a yorma olayına bizzat sevgili Peygamberimiz’in hayatında rastlamaktayız. Hudeybiye Seferi’nde, Hudeybiye Antlaşması’nın yapılması esnasında Kureyş temsilcisi olarak Süheyl b. Amr’ın geldiğini görünce Peygamber Efendimiz; Süheyl kelimesini “yumuşaklık ve kolaylık” manasıyla tefe’ül ederek, Müslümanlara şöyle buyurdu: “Artık işiniz (bir dereceye kadar) kolaylaştı demektir.”

İşte bu, bizzat Hz. Peygamber’in bir kelime ile tefe’ül etmesi, onu hayra yormasıdır. Bilindiği gibi neticede İslâm devletinin resmen Mekkeli müşrikler tarafından tanınması anlamına gelen Hudeybiye Antlaşması; Hz. Peygamber’le bu Süheyl b. Amr tarafından imzalanmıştır.


Falcılık ve fala baktırmanın hükmü nedir?

Fal ve falcılık; gaybdan haber vermek, gelecek hakkında önceden fikir beyan etmek temeline dayanmaktadır. Tarihin her devrinde, her millette istikbali öğrenme teşebbüslerine, bunun muhtelif şekillerine ve değişik vasıtalarına rastlanmaktadır. “Ezlam” denen fal okları, remiller, İranlıların ve Rumların tavla ve satranç oyunları, günümüzde, yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma, kitap açma, tarot vs. falcılığın şekil ve malzemelerinden bir kısmıdır. Ayrıca, çağımızda falcılık, gazete vasıtasıyla modern insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları, faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.

Hurafe ve bâtıl inanışlarının hepsine birden savaş açmış bulunan dinimiz, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. “Fal oklarının, şeytanın pis işlerinden olduğunu”, kötülükte şarap içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir günah ve suç sayıldığını, kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini Maide Sûresi’nin 90. âyeti çok açık bir şekilde bildirmektedir.


Sözlerin en güzeli Allah’ın Kur’an’ıdır

Hurafe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara dokunur. Çünkü hurafe ve bâtıl inanışlar kişileri farkına vardırmadan doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek amel ve davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dinin gerçeklerinden uzaklaşıvermişler. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı; yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden olmadığı halde sonradan uydurulup dine sokuşturulanlardır. Böyle uydurulmuş her şey bid’attır, hurafedir, her bid’at da sapıklık sebebidir.”


Gayptan kim haber verebilir?


Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Tabii bu merak ve istek; gaipten haber verdiğini söyleyen kahinler, falcılar, medyumlar tarafından istismar edilmiştir.

Dinimize göre gaybı sadece Allah bilir. “De ki; göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.” (Neml Sûresi, âyet 65).

Allah’ın (cc) emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler bile gaybı bilemezler:

“De ki: Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Görülmeyeni (gaybı) bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Araf Sûresi, 188).

Cin Sûresi’nin 26. ve 27. âyetlerinde de Allahü Teâlâ’nın, sadece peygamberleri gayb bilgisine muttali’ kıldığı belirtilmektedir. Hz. Muhammed’den (sas) sonra peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer sahtekâr oldukları anlaşılmalıdır:

“Gayb habercisine (kâhin, arrâf, falcı...) gidip, onun dediğini doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş olur.” (Tirmizi, Tahare Bölümü, 102)


Ruh çağırma diye bir şey yoktur

Beden kafesinden ayrılan ruhlar berzah âleminde toplanırlar. Orada dünyadakine benzer birtakım faaliyetlerde bulunma, bazı noksanları telafi etme imkânları yoktur! Artık amel safhası bitmiş, hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Çünkü her türlü ibadet ve amel sahnesi dünyadır. Dünyadan ayrılanların mükellefiyetleri de biter. Mükellefiyetle ilgili birtakım çalışma yapma imkanları da ortadan kalkar. Nitekim bu konuya ışık tutan bir hadis-i şerif şu mealdedir:

“İnsan öldüğü zaman ameli kesilir, amel defteri kapanır. Ancak yaptığı üç şeyden ötürü (sadece) sevabı devam eder: Sadaka-i câriye (toplumun faydasına yönelik binalar, çeşmeler, camiler, yollar gibi) faydalı ilmi eser, kendisine dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasiyye, 14).

Efendimiz, kabrin, “ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur” olduğunu ifade etmiştir. (Tirmizî, Kıyâme, 26). Şimdi, cennet lezzeti içindeki bir ruh, dünyadakilerle artık niçin uğraşacaktır? Ya da cehennem sıkıntıları içinde kıvranan bir ruh nasıl bu dünyadakiler çağırınca gidebilecektir?

Eğer ruhların dünyaya dönüp, birtakım faaliyetlere katılma şansları olsaydı, onların çok daha önemli işleri olurdu! Rabb’imiz bir âyet-i kerimede bunu şöyle ifade ediyor:

“Onlar (günahkârlar) orada, ‘Rabb’imiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden daha iyisini yapalım.’ diye bağırışırlar.

Cevap ise çok ibretlidir: “Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın (o azabı). Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.” (Fâtır Sûresi, 37).

Ruh çağırma seanslarına gelen hatta çeşitli taleplerde bulunan bazı varlıklar vardır. Bazı geçmiş olaylara ait uygun bilgiler de verebilmektedirler. Bunun sebebi, gelen varlığın halkın çekindiği için “üç harfliler” olarak tanımladığı “cin”ler taifesine ait olmasıdır. Birilerinin, bu konularda hiçbir bilgisi olmayan sosyete mensuplarını kandırarak cinleri çağırıp “ruh çağırıyoruz” demesi hiçbir şeyi değiştirmez!



Cinlerin de mü’mini, kâfiri var

Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde cinlerin varlığı kesin bir şekilde anlatılmaktadır. Hatta, Kur’an’da “Cin Sûresi” adıyla başlı başına bir sûre de bulunmaktadır. İslâm âlimleri cinleri çok çeşitli açılardan incelemişlerdir. Meselâ Kur’an’ımız, cinlerin Hz. Süleyman’ın (as) emrinde çalıştırıldıklarını haber vermektedir. Gaybı bilmedikleri de kesinlikle ifade edilmektedir: “(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü) anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı.” (Sebe’ Sûresi, âyet 14).

Bütün bunlar cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip olabilecekleri, özellikle ruh çağırma seanslarında kendisiyle görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri bilmelerinin onlar için mümkün olduğu anlaşılmaktadır. O halde şunun ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin sorulan suallerin bir kısmına doğru cevap vermeleri kendilerinin her söylediklerinin doğru olması için yeter sebep değildir.

Böyle bir aldatma Şeytan’ın taktiklerine de uygun düşmektedir. Başlıca gayesi insanları doğrudan, güzelden ve imandan uzaklaştırmak olan şeytan ve taifesi, ruh çağırma seanslarını elbette en iyi şekilde değerlendirmeye çalışacaktır. Nitekim bütün dünyada ruh çağırmaya merak sarmış kişilerin yayınları incelendiği zaman hepsinde dinlerin mantıksızlığı, geçersizliği, özellikle Allah’ın birliği (tevhîd) inancını zedelemeye yönelik birtakım mesajların varlığı görülecektir.

Onların şerrinden muhafaza olabilmek için Felak ve Nâs sûrelerini her gün okumayı adet haline getirmeliyiz.


Türbelere taş yapıştırmak yanlıştır


Taş yapıştırma işini nesilden nesile taşıyıp, bu yanlışı milletimizin bağrında muhafaza eden maalesef yine hanımlarımızdır. Genellikle türbe yakınında veya içindeki herhangi bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır. Taş yapıştırılırken o türbedeki kişi aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında makbul olup olmadığı güya test edilmektedir!

Böyle bir saçmalık İslam’ın hiçbir döneminde hoş görülmemiştir. Bazı insanlar, “Peki Hacerülesved’e niçin hürmet ediliyor?” demektedirler. Ya da, bir taş olan “Kâbe’yi niye kıble yapıp ona dönüyoruz?” Buradaki fiilleri biz kendi keyfimizden değil, Rabb’imizin emriyle yerine getiriyoruz. Kâbe’yi önce Hz. Adem’e, sonra Hz. İbrahim’e inşa ettiren Rabb’imizdir. Ona cennetten gönderilen Hacerülesved’i yerleştirten de Rabb’imizdir. Kâbe’nin duvarlarının ya da Hacerülesved’in kendine ait bir kudsiyeti yoktur. Nitekim, Buhâri ve Müslim gibi sahih hadis kaynaklarımızda rivayet edilen şu hadis bunu açıklamaktadır: Hz. Ömer bir haccında Hacerülesved’e yaklaşıp öpmüş ve sonra şöyle demiştir:

“Çok iyi biliyorum ki, sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın. Eğer Rasulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!”


Eşyanın aslında uğursuzluk yoktur

Hurafe ve bâtıl inanışların en tipik örnekleri “uğursuzluk”la ilgili olanlardır. Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpeğin uluması, baykuş ötmesi, ayın 13’ünün salıya denk gelmesi ya da bizzat 13 sayısı gibi. Bunların hepsi hezeyandır. Tek rehberimiz olan Efendimiz’in mübarek hayatı bize bu konuda da örnek olmalıdır.

Efendimiz, “Uğursuzluk diye bir şey yoktur!” (Buhâri, Tıb, 19) buyurmaktadır.


İki bayram arası nikâh olmaz mı?

Bazı yörelerimizde hâlâ yaşamakta olan bir yanlış anlayış da “iki bayram arasında nikâh kıyılmaz” görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen bu asılsız sözün, toplumumuzda giderek etkisini kaybetmesine rağmen, tamamen unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması Müslümanlar açısından bir talihsizliktir.

Dinimizde herhangi bir hüküm koyabilmek için bunun ya Kur’an’dan ya Sünnet’ten bir delilinin olması gerekmektedir. Delili olmayan bir konu hakkında söylenecek sözler asılsız ve uydurma olmaktan öte gidemez. Dinî açıdan en küçük bir değer taşımaz. Dikkat edilirse her gün zaten mutlaka “iki bayram arasında”dır.


İkindiden sonra uyuyankişinin rızkı kesilir mi?

İkindiden sonra uyuyanların uyanınca bir sersemlik, bir ağırlık, yorgunluk, bazen baş ağrısı hissettikleri tecrübe ile sabittir. İkindi vakti, kişi eğer yoldan gelmemiş, hasta olmamış ise uyunacak vakit değildir. Dinimize göre gündüz, nafaka temini için çalışma, gece de istirahat zamanıdır. Ama kişi ikindiden sonra yatmasını gerektiren bir vardiya düzeninde çalışıyorsa bunda bir sakınca yoktur. Normal bir hayat süren bir kişinin ya da iş erbabının ikindiden sonra uyumayı alışkanlık haline getirmesi halinde işlerinin kesada gireceği apaçıktır. Çünkü o saatler tahsilat, havale, takip ve ödemeler konusunda mesainin sonuna doğru en hareketli saatlerdir.


Türbeler için değil Allah için adak adanır!

Daha çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde kümelenen hurafelerin başında, türbelere adak adamak, pencere demirlerine ve yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak, türbe içinde veya çevresinde mum yakmak gibi yanlış uygulamalar gelmektedir.

Adak (nezir) Allah rızası için, insanın kendi kendini mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği sürece, adayan kişi borçlu kalır. Bir adak Allah’tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk koşmuş olur.

Kimse yapacağı adaklarla Allah’ın ezelî takdirini değiştiremez. Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) defetmez!” (Buhârî, Kader, 6). “Eğer Rabb’im dileğimi kabul ederse, ben de bir fakiri sevindireceğim.” demek meşrudur. Bunda “pazarlık” duygusu içinde olmak ayıptır.


Salı günü yola çıkılmaz, Cuma günü iş yapılmaz mı?

Özellikle hanımlar arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, “Salı günü bir işe başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz” anlayışı; ötekisi ise, kadınların cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır. Tabii her iki yanlışın da dinî ve makul bir gerekçesi yoktur. Bâtılın bâtıl olmaktan başka gerekçesi olur mu?

Salı günü ile ilgili söylentilerin asılsızlığı Müslümanlar açısından İstanbul’un 29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır. Bu günü uğursuz sayanlar Bizanslılar ve Hıristiyanlardır!

Cuma günü, imam hutbe okuyup farzı kıldırıncaya kadar olan süre içinde sadece “erkekler” için işi gücü bırakıp, camide olmak farzdır. Kadınlar için bir sıkıntı yoktur. Temizlik, Müslüman evinin sembolüdür. Cuma mü’minin evinin en temiz olması gerektiği gündür. Çünkü o gün bayramdır. Eskiden hafta tatilimiz cuma günüydü. O gün evin erkeği evde olurdu. Onu rahatsız etmemek ve özel hizmetlerinde bulunabilmek için umumî temizlik ve çamaşır gibi işlerin yapılması uygun bulunmamıştır. Çünkü evin hanımı bir başka gün de evinin temizliğini yapabilir. Beyin istirahat için evde olduğu bir vakitte, evi harman yerine çevirmek hoş görülmemiştir. Uğur ya da uğursuzlukla bir ilgisi yoktur.


Mum yakmak, çaput bağlamak

Türbelere ve kutlu saydıkları ağaç, çalı ve taş yığınlarına çaput bağlamak ve mezarlarda mum yakmak gibi âdetlerin İslam’la bir ilgisi yoktur. Şamanist çağlardan gelen, putperest inanışların bir yansımasıdır. Toplumumuza Hıristiyanlık’tan ya da Mecusilik’ten geçmiştir. Tevhid ehlinin bu tarz işlerle işi olamaz.

Bir kişinin öldüğü, gömüldüğü ya da daha önce oturduğu evin önüne, heykelinin önüne mum yakmanın hiçbir mantıklı izahı yoktur. Çünkü bir Müslüman her namazında, “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz” demektedir.


Bizim namazımız kılınmış mı?

Bazı insanların, “Bizim namazımız kılınmış, abdestimiz alınmıştır, önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız yok..” gibi sözlerini ya da bazı güya tasavvuf ehlinin, “Biz şeriatı aştık, hakikate ulaştık, ehassü’l-havas olduk, artık dinî mükellefiyetlerimiz kalmadı..” yollu hezeyanlarını duyabilmekteyiz. Allah’ın verdiği ömrü yaşarken İlâhi emir ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı, kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan İki Cihan Serveri’nin ibadetler düşerdi!


Nazarlık takmak doğru mu?

“Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik olmayan ve aniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren manevî rahatsızlıkların varlığını hepimiz pek iyi biliriz. “Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıp da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve “insan gözünden çıkan şuaların, dikkatle belki biraz da kıskançlıkla bakış esnasında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine tesir icra etmesi” şeklinde açıklamaktadır.

Rasulullah Efendimiz, Hz. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte; “Göz değmesi gerçektir (vaki’dir).” buyurmuşlardır. (Buhârî, Tıb, 36)

Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedavinin Hz. Peygamber ve ashabı tarafından yapıldığı ve müspet neticeler alındığı örnekleriyle sabittir. Bu tedavide daha çok Fatiha, İhlas, Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsi’nin okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler arasındadır. Özellikle çocukların elbiselerine mavi boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs. takmak, ceplere sarmısak doldurmak; evlere, binaların girişlerine, arabalara at nalı, at kafası, çeşitli muskalar asmak, kurşun dökmek, tütsü yapmak, arabalara göz resimleri yapıştırmak, acaip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı aletleridir.





GONDEREN: iskenderce on 11/18/2009 15:04:47


Burdada çok önemli bir konuya değinmişsiniz.İnsanlar hurafelere o kadar aç ki,yani biri bişey desede yapsak gibi hazır halde bekliyorlar.Yüzlerce saçmalığı hayatlarına sokup bir de bunları din kılıfına sokuyorlar.Hem dini hem hayatlarını zorlaştıryorlar.Bazı  cahillerde toplumda gezen hurafeleri din sanıp dine saldırıyor.Sonuç olarak bu saçmalıklar hem insana hemde dine zarar veriyor.Okumak çok önemli,koyun olmaksa çok kolay..İnsan ikisinden birini seçmeli....çok geç olmadan..

Back To Top




GONDEREN: Almira on 12/25/2012 02:38:00


...

Back To Top
12/23/2024



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***