REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

Toplam bakislar: 1150 - Toplam yanitlar: 0

GONDEREN: YaQuZa on 05/22/2010 10:04:29


Ölümün soğukluğunu hissetmek herhâlde buydu. Gerçekten de ölüm denen şey yaklaşınca, bütün korkunçluğunu insanın üzerine bırakıyordu. Bu korkunçluk bir askeri yıldıramaz ya da korkutamazdı, fakat geride kalanları düşünmek! İşte bu en sert yüreği bile inceltmeye yetiyordu. Hele bu geride kalanlar ayın on dördünü kıskandıracak güzellikte bir eş ve daha “baba” demeye bile başlamayan bir küçük yavruysa, o yürek yerinden çıkıyor, kendi kendini taşlara vurup parçalıyordu.

Çatışma çıkalı yirmi dakika olduğu hâlde ortalık cehenneme dönmüştü. Yavuz da bu cehennemin tam ortasında kalmış, var gücüyle çarpışıyordu. Bundan önce de birkaç kez çatışmışlardı ama anlaşılan bu sefer ki öbürlerinden daha acımasızdı. Kolay değil, gecenin üçünde karakola teröristler ağır silahlarla saldırmışlar ve belli ki planı çok önceden yapmışlardı. İşte şimdi hedeflerine ulaşmak için o iğrenç namlularından çıkan hain kurşunlarını karakola ve askerlerin üzerlerine fırlatıyorlar, karakoldaki askerleri devirebilmek için ateşin ardını arkasını kesmiyorlardı.

Yavuz, on ay boyunca ilk defa böyle çetin bir savaş görüyordu. Bu savaş, tatbikat ya da eğitimlerden çok farklıydı. Eğitimlerde olduğu gibi silahların patladığı yeri, namluların doğrulduğu tarafları bilmiyordu. Her yerden ateş sesleri geliyor, karakolun karşısındaki tepeden gelen patlama sesleriyle karakoldan fırlayan mermilerin korkunç çığlıkları birbirini kesiyor, bu da insan beyninde yıkıcı bir gürültü yaratıyordu. Yavuz, şimdi eğitim sırasında öğrendiği her şeyi uygulayacaktı. İşte, kar altında da güneş altında da, gece gündüz demeden yaptırdıkları şu eğitimlerin işe yarayacağı zaman gelmişti.

Karakol tarafında da müdafaa yamandı. Nöbetçilerden biri dört aylık asker olduğu için acemiydi ve ilk gelen bombayla şehit olmuştu ama Yavuz’un ve bu askerin komutanı olan Yılmaz Üstçavuş, gözyaşını içine akıtıp derhal vuruşmaya koyulmuştu. İlk önce bombanın geldiği yöne doğru fırlattığı bir başka bombayla haine cevap vermiş, ardından aceleyle davranıp, her gece en yakın arkadaşlığını yapan, biricik yoldaşı uzun namlulu silahıyla ölüm saçmaya başlamıştı.

Yılmaz üstçavuş renkli bir kişiydi. Yaşı daha genç olduğu hâlde üç kere nişanlanmış, üçünde de bir yol işin sonunu getirip evlenememişti. Sonunda tepesi atmış, evlilik işini hayatından silip atmıştı. Evli olan erlerini “sen zaten yanmışsın” diyerek kızdırırdı. Erler, Yılmaz üstçavuşu kendilerine çok yakın hissederler, onu bir komutandan ziyade bir abi gibi görürlerdi. Erler bütün komutanlarını severlerdi ama Yılmaz üstçavuşun yeri başkaydı.

Yılmaz üstçavuş yetim büyümüştü. Bütün maddi gücünü onu okutmaya harcayan annesi ve abisine vefa borcunu şimdi onları yanına alıp onlara bakarak ödemeye çalışıyordu. Babasını hiç tanımadığı için, çocuğu olan erlere daha bir özen gösterir, bu erlerin kılına zarar gelecek de bir çocuk daha yetim kalacak diye çok korkardı. Neler yapmamıştı ki erlerle? Tıpkı er gibi çıkıp dışarıda onlarla rakı bile içmişti. Erlerle disiplini koruyor, fakat muzip yanını bir türlü bastıramıyordu. Bu muzip yanı erlerin de çok hoşuna gidiyordu. Bu yüzden birkaç kez Murat üsteğmenden fırça yemişti ama erlere dayanamıyor, onların her birini kardeşinden farksız görüyordu.

Kendisini birdenbire korkunç çarpışmanın tam ortasında bulan Yavuz ise, Aydın’lı bir Türk yiğidiydi. Askerlik çağı gelince, her Türk evladı gibi kışlaya koşmuştu. Şimdi Kars’
ın Kağızman ilçesinde vatani görevini yapıyordu. Yavuz, evliydi ve yedi aylık bir oğlu vardı. Asker ocağında en büyük dertlerinden biri, dünya güzeli eşiyle gelecek umudu yüklü küçük oğluydu. Onları düşündükçe yüreği parçalanıyor, yüreğindeki kanı dindiremiyordu. Ama askerlik şerefti, ardı. Bu yüzden katlanması gerekiyordu.

…Çatışma yavaşlamıyor, aksine sürekli artıyordu. Yavuz, elindeki silahla durmadan ateş ediyordu ama doğru hedefe ateş edip etmediğini belirleyemiyordu. Çünkü her yer çok karanlıktı. Birden kendisine seslenen Yılmaz üstçavuşun sesini duydu:

- Yavuz! Buraya gel...

Ses, karakolun arka giriş kapısının olduğu yönden geliyordu. Birkaç adım o tarafa ilerleyince Yılmaz üstçavuşunu görebildi. Bir yandan silahıyla kendisini ve karakolu koruyordu, diğer yandan da Yılmaz üstçavuşun yanına doğru ilerliyordu. Nihayet komutanının yanına geldi. Yüzünde, en yırtıcı doğanlara has bir ifade vardı. Komutanına cevap verdi:

- Emredin Komutanım!

Yılmaz üstçavuş soğukkanlıydı:

- Yavuz! Merkez karargâhla irtibat hâlindeyiz. Destek geliyor ama yolda ona da pusu kurmuş bu hainler. Ama az kaldı, birazdan yetişirler. Şimdi bize düşen burayı savunmak. Unutma; silahını bırakmazsan nöbet yerin düşmez, nöbet yerin düşmezse birlik düşmez, birlik düşmezse tabur düşmez, tabur düşmezse alay düşmez, alay düşmezse ordu düşmez ve ordusu düşmeyen bir ülkeye de kimse bir şey yapamaz. Şimdi var gücümüzle çarpışacağız.

Yavuz kendinden emin bir şekilde cevap verdi:

- Komutanım! Biz buraya gelmeden önce anamızın babamızın önünde, bütün anaların babaların önünde ant içtik. Bizim alnımız iki şekilde ak durur; ya burada canımızı toprağa hediye ederiz, ya da şu bize kurşun sıkan hainlerin topunu yok eder milletimizin intikamını alırız. Geri durmak, vazgeçmek ne demek? Siz komutanlarımız bizi böyle yetiştirdiniz.

Bu sözler dudaklarından dökülen Yavuz, kapıdan içeri bakınca yüreği dağlandı. Son günlerde içinde sürekli sıkıntılar olan Arif, cansız yerde uzanıyordu. Diğer arkadaşlarından bir kaçı ona müdahale etmeye uğraştıysa da geç kalınmıştı. Yavuz bu manzara karşısında kanı donduğu hâlde sert bir küfür savurarak silahındaki mermileri karşı tepeye doğru haykırarak göndermeye başladı. Kim bilir; belki de birkaç teröristi öldürmüştü ama kahretsin ki bunu tespit edemiyordu.

Yarım saate kalmadan destek kuvvet gelmişti ama çatışma bitmiş değildi. Biraz sonra korkunç bir patlamanın ardından Yavuz’un kısa ve sert sesi duyuldu. Evladı kollarından düşen bir anne gibi atılan Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un yanına koştu. İşte Yılmaz üstçavuşun korktuğu olmuştu, bu ses karakola geldiğinden beri öz kardeşinden ayrı tutmadığı Yavuz’a isabet eden hain bir kurşunu anlatıyordu.

Kurşun, Yavuz’un sağ omzunun birkaç santim boynundan tarafına isabet etmişti. Yılmaz üstçavuş yine soğukkanlı olup Yavuz’a moral vermek istiyordu ama her an bu soğukkanlı duruşunu bozabileceğinden korkuyordu. Çünkü öz kardeşi gibi sevdiği askerini bu hâlde görmek, bir asker için yaşanabilecek en kötü anlardan biriydi. Yılmaz üstçavuş derhal sağlık ekiplerine haber vermişti. Diğer yandan da her zamanki muzip tavırlarıyla Yavuz’u rahatlatmaya çalışıyordu:

- Bakıyorum vurulma bahanesiyle yatıyorsun. Ne o? Çok mu yoruldun yoksa?

Yavuz’un nefes alışverişleri hızlanmıştı. Önce gülümsedi, sonra komutanının kolunu tutarak, boğazında biriken kanlardan çıkan öksürüğe benzeyen ses eşliğinde konuşmaya başladı:

- Komutanım! Karım Fulya’ya onu çok sevdiğimi söyle. Onu, daha yolun başında yalnız bıraktığım için beni affetsin. Oğlumuzu iyi yetiştirsin. Yaşadığı sürece şehit evlâdı olduğunu bilip, ona göre ömür geçirsin.

Yılmaz üstçavuş, yüreği kan ağladığı hâlde zoraki gülümsemeye devam ediyordu:

- Oğlum ne pinpirikli adamsın. Sinek ısırsa bundan daha fazla yara olurdu. Bu kadarcık yarayla adama bir şey olmaz. Hem ben Fulya’ya ne diyeceğimi biliyorum. Senin bu mızıkçı kocan eğitimden hep kaytarıyordu. Gidip karakolun arkasında sigara içiyordu diyeceğim. Artık başka diyeceğin varsa da sen nasıl olsa yanına gideceksin, gidince söylersin.

Yavuz yine gülümsemişti. Sesindeki boğukluk artmış olduğu hâlde zorlanarak cevap verdi:

- Kaytardığımızda karakolun arkasında sigara içip mektup yazdığımızı biliyor muydun komutanım?

Yılmaz üstçavuş tebessümle cevap verdi:

- Bilinmeyecek gibi mi kaçıyordunuz? Hele bir keresinde sen kuru otları azcık yaktıydın, komutanlar anlayacak diye de yaktığın otları bir bir toplayıp toprağın altına gömdüydün. Zeki adamsın ama.

Bu arada teröristler büyük ölçüde püskürtülmüştü. Sağlıkçılar da gelmişlerdi ve Yavuz’a ilk müdahaleyi yapıyorlardı. Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un elini tutup sıkarak hâlâ ona moral vermeye çalışıyordu:

- Tamam hadi, yeter bu kadar kaytarmak. Kalk yürü. Bir şeyin yok işte.

Yavuz, gözleri açık olduğu hâlde artık gülümseyemiyordu. Son bir güç ile komutanının elindeki elini sıkmaya muvaffak oldu. Komutanının gözlerinin içine bakarak son bir söz diyecek oldu, nefesi yetmedi. Dudağının sol tarafından sızan ince bir kanla başı geri düştü. Artık Yavuz hiçbir şey göremiyordu. Gözleri yıldızları seyrediyordu ama Yavuz yıldızları göremiyor, yanı başında kendisine ölmemesini emreden Yılmaz üstçavuşunu duyamıyordu.

Sağlık görevlileri uğraştı ama olmadı. Sağlık görevlisinin biri, gözleri yaşlı olduğu hâlde Yılmaz üstçavuşa dönü;

- Kurşun beyne giden damarlardan birini parçalamış, boğaza yakın değdiğinden nefes borusunu da yaralamış. Yapılacak bir şey kalmamıştı, ordumuzun ve milletimizin başı sağ olsun.

Yılmaz üstçavuş, deminden beri hapsettiği gözyaşlarını artık serbest bırakmıştı. Yavuz kanıyla, Yılmaz üstçavuş gözyaşıyla uğruna binlerce Mehmetçiğin çarpıştığı vatan toprağını suluyorlardı. Yılmaz üstçavuş, Yavuz’un ardından bakakaldı. İşte bir vatan evladı daha gitmiş, bir bebek daha yetim kalmıştı. Yılmaz üstçavuş fısıldar gibi bir sesle;

- İşte ulan! İşte bunun için evlenmenizi istemiyorum… Hiçbir erin evli olmasını istemiyorum. Arkanızda yetim çocuk bırakmayasınız diye! Ben üç nişan bozdum, yapamadım, sizin ne aceleniz var? diyordu…

Şimdi Yavuz’un cansız bedeni helikopterle götürülmüş, geride kalanlar açılan yaralarıyla yine baş başa bırakılmıştı. Kim bilir? Belki Yavuz’un oğlu da yetim büyüdüğünden, ardında yetim bırakmamak için askerliğini yapmadan evlenmeyecek, hatta belki o da ebedi asker olup, evlilikten korkarak büyüyecekti.

Yılmaz üstçavuş ıslak gözleriyle Yavuz’un arkasından kısık sesiyle mırıldanır gibi konuşuyordu:

- Analara ve babalara verdiğin sözü tuttun Yavuz’um. İstediğin gibi alnın ak duruyor! Ama ne vardı canın da bedeninde dursaydı. Yakmasaydın yüreğimi…





--------------------------------------------------------------
11/23/2024



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***