Uzak Yildiz
Şili'de Pinochet darbesiyle değişen hayatları genç edebiyatçıların gözünden anlatıyor Uzak Yıldız. Darbe sırasında edebiyat atölyelerinde seslerini bulmaya çalışan genç solcu şairler olan kahramanlarımız, darbeyle birlikte korkunç acılarla yüz yüze kalıyorlar.
Oysa edebiyat atölyesinden tanıdıkları tuhaf bir alaylı şair, darbenin ertesinde sanatına yeni açılımlar buluyor; şiddetle halkını katleden darbe rejiminin ruhuna tamamen uyan, tüyler ürpertici, dehşet dolu yeni bir "şiir" yaratıyor.
Roberto Bolaño'nun pek çok yapıtı gibi otobiyografik özellikler taşıyan bu roman, hem darbenin meşrulaştırılması, işbirlikçilik, bir toplumun dönüşümleri üzerine hem de şiirsel biçim, sanatın etkileri, şiirle siyasetin ilişkisi, edebiyat eleştirisinin anlamı gibi konular üzerine pek çok soruyla baş başa bırakıyor okuru.
OKUMA PARÇASI
Açılış bölümü, s. 13-19.
Carlos Wieder�i ilk kez 1971'de ya da belki 1972'de, Salvador Allende Şili devlet başkanı olduğunda görmüştüm.
O zamanlar adı Alberto Ruiz-Tagle idi, Güney'in başkenti denilen Concepción'da, Juan Stein'ın şiir atölyesine gelirdi arada bir. Onu pek tanıdığımı söyleyemem. Atölyeye geldiğinde haftada bir, en fazla iki kez görürdüm. Fazla konuşmazdı. Ben konuşurdum. Atölyeye katılanların hepsi çok konuşurdu; sadece şiirden değil, aynı zamanda siyasetten, seyahatlerden (ki ilerde başımıza neler geleceğini hiçbirimiz hayal bile edemezdik), resimden, mimariden, fotoğraftan, devrimden ve silahlı mücadeleden de söz ederdik; silahlı mücadele bizi yeni bir hayata, yeni bir çağa taşıyacaktı, zira çoğumuzun hayaliydi bu, daha doğrusu, hayallerimizin, uğruna yaşamaya değecek tek şey olan hayallerimizin kapısını açacak anahtar gibiydi. Üstelik çoğu zaman hayallerin kâbusa dönüştüğünü de biliyorduk belli belirsiz, ama umurumuzda değildi. Yaşlarımız on yediyle yirmi üç arasındaydı (ben on sekizimdeydim), biri sosyoloji diğeri psikoloji okuyan Garmendia kardeşler ve bir ara kendi kendini yetiştirdiğini söylemiş olan Alberto Ruiz-Tagle hariç hemen hepimiz Edebiyat Fakültesi'nde okuyorduk. 1973 öncesinde kendi kendini yetiştirmiş olmak çok şey ifade ederdi Şili'de. İşin aslı Ruiz-Tagle hiç de alaylıya benzemezdi. Demek istediğim, dış görünüşü itibariyle alaylıya benzemezdi. Altmışlı yılların başında, Şili'nin Concepción şehrinde eğitimsiz kişiler, Ruiz-Tagle'nin giyindiği gibi giyinmezlerdi. Yoksul olurlardı. Alaylılar gibi konuşurdu, orası doğru. Galiba şimdi hepimizin, yani hâlâ hayatta olanlarımızın konuştuğu gibi konuşurdu (bulutların içinde yaşarmış gibi), ama üniversiteye ayak basmamış biri için fazlasıyla iyi giyinirdi. Şık olduğunu �aslında kendince öyleydi� ya da belli bir tarzda giyindiğini söylemeye çalışmıyorum; zevkleri eklektikti: Bir gün takım elbise ve kravatla, başka bir gün spor kıyafetle çıkardı ortaya, blucinleri de tişörtleri de es geçmezdi. Kıyafeti ne olursa olsun Ruiz-Tagle'nin üstünde daima pahalı, markalı giysiler olurdu. Ruiz-Tagle tek kelimeyle şıktı; bense o zamanlar hep akıl hastanesiyle çaresizlik arasında gidip gelen Şilili alaylıların şık olabileceklerine inanmazdım. Bir keresinde babasının ya da büyükbabasının Puerto Montt yakınlarında bir çiftliği olduğunu söylemişti. Bunları Verónica Garmendia'ya anlatırdı ya da biz ona anlatırken duyardık, on beş yaşındayken tarla işleriyle ve babasının kütüphanesindeki kitaplarla uğraşmak için okulu bırakmaya karar vermişti. Juan Stein'ın atölyesine giden bizler, onun iyi bir binici olduğuna kesin gözüyle bakardık. Hiç ata binerken görmediğimiz düşünülürse neden böyle bir hisse kapıldığımızı bilmiyorum. Aslına bakılırsa, Ruiz-Tagle hakkında öne süreceğimiz bütün varsayımlar, kıskançlığımız ya da belki hasetimiz yüzünden önyargılıydı. Ruiz-Tagle uzun boyluydu, ince yapılı ama güçlüydü, yüz hatları güzeldi. Bibiano O'Ryan'a göre, yüz hatları güzel denemeyecek kadar soğuktu, ama, tabii, Bibiano bunu daha sonra söylemişti, o yüzden bir önemi yok. Ruiz-Tagle'yi neden kıskanıyorduk? Çoğul kullanmak abartılı olur. Kıskanan biri varsa, o da bendim. Belki bir de Bibiano. Nedeni, hiç kuşkusuz, Garmendia kardeşlerdi, yani şiir atölyesinin tartışılmaz yıldızları, tek yumurta ikizi kız kardeşler. Öyle ki, zaman zaman Stein'ın atölyeyi sadece onların yüzü suyu hürmetine yürüttüğü hissine kapılırdık (Bibiano'yla ben). Ama itiraf edeyim, onlar atölyenin en iyileriydi. Verónica ve Angélica Garmendia, bazı günler birbirlerine öylesine benzerler ki, kimin kim olduğunu anlamak mümkün olmaz, bazı günler de (ama özellikle bazı geceler) öyle farklı olurlar ki, iki düşman değillerse de, iki yabancı sanırdınız onları. Stein onlara bayılırdı. Ruiz-Tagle'nin dışında kimin Verónica kimin Angélica olduğunu her daim bilen tek kişi oydu. Ben onlar hakkında konuşurken zorlanırım. Kimi geceler kâbuslarımda görürüm onları. Benimle aynı yaştaydılar, belki bir yaş büyüktüler benden, uzun boylu, ince, esmer tenliydiler, siyah saçları çok uzundu, galiba o dönem moda öyleydi.
Garmendia kardeşler, Ruiz-Tagle'yle hemencecik arkadaş oldular. Ruiz-Tagle, Stein'ın atölyesine 71'de ya da 72'de kaydolmuştu. Daha önce kimse görmüş değildi onu, ne üniversitede ne de başka bir yerde. Stein ona nerden geldiğini sormadı. Üç şiir okumasını istedi, sonra fena olmadıklarını söyledi. (Stein sadece Garmendia kardeşlerin şiirlerini açık açık överdi.) Böylece bize katılmış oldu. İlk başlarda onu pek dikkate almamıştık. Ancak Garmendia kardeşlerin onunla arkadaşlık kurduğunu görünce, biz de derhal Ruiz-Tagle'yle arkadaş olduk. O zamana kadar mesafeli bir samimiyetle davranıyordu. Sadece Garmendia'lara içten bir samimiyet gösterirdi (bu açıdan Stein'a benzerdi), nazik ve ilgili davranıyordu onlara. Diğerlerine, yani bize, demin söylediğim gibi, "mesafeli bir samimiyetle" davranıyordu, demek istediğim bize selam veriyor, gülümsüyordu; biz şiir okuduğumuzda ölçülü ve soğukkanlı eleştiriler getirirdi, bizim (genellikle yıkıcı) saldırılarımız karşısında ise asla metinlerini savunmazdı, ona bir şeyler söylediğimizde, o zamanlar bize dikkat gibi görünen ama bugün asla öyle olduğunu söylemeye cesaret edemeyeceğim bir tavırla dinlerdi bizi.
Ruiz-Tagle ile geri kalanlarımız arasındaki farklar dikkat çekiciydi. Biz Marksist-Mandrakist bir jargon ya da argoyla konuşurduk (çoğumuz MIR'in(*) ya da Troçkist partilerin sempatizanı veya üyesiydik, gerçi aramızda Sosyalist Gençlik, Komünist Parti veya Katolik sol partilerden birinin militanı olanlar da vardı galiba). Ruiz-Tagle İspanyolca konuşurdu. Şili'nin belli yerlerinde (fizikselden çok zihinsel yerler) konuşulan İspanyolcaydı bu, oralarda sanki zaman hiç akmamış gibiydi. Biz ya ailelerimizin yanında (Concepción'lu olanlar) ya da yoksul öğrenci pansiyonlarında kalırdık. Ruiz-Tagle yalnız yaşıyor, merkeze yakın bir apartmanda, perdeleri hep kapalı duran, dört odalı bir dairede oturuyormuş, ben hiç gitmedim evine, bunları yıllar sonra Bibiano ve Tombul Posadas anlattı bana (Wieder'in lanet olası efsanesinin etkisi altında anlatılan şeyler), dolayısıyla eski okul arkadaşlarımın hayal gücüne mi bağlayayım yoksa inanayım mı bilemiyorum. Biz genellikle meteliğe kurşun atardık (şimdi bu sözcüğü yazmak çok matrak, metelik: gecenin içinde göz gibi parlar); Ruiz-Tagle' nin parasız kaldığı görülmemişti.
Bibiano bana Ruiz-Tagle'nin eviyle ilgili neler anlattı peki? Önce, evin çıplaklığından söz etti; evin hazırlanmış olduğu izlenimini edinmişti. Bir keresinde yalnız gitmiş. Oradan geçiyormuş, Ruiz-Tagle'yi sinemaya davet etmeye karar vermiş (işte böyle biridir bizim Bibiano). Daha yeni tanışmışlardı, ama onu sinemaya davet etmeye karar vermiş. Bergman'ın bir filmini gösteriyorlarmış, hangisiydi hatırlamıyorum. Bibiano daha önce birkaç kez gitmişti evine, ama her seferinde Garmendia kardeşlerden birinin eşliğinde, yani diğer bir deyişle hep haberli gitmişti. O zamanlar, Garmendia'larla birlikte yaptığı ziyaretlerde, ev sanki gelenlerin bakışlarına hazır, bir şeylerin eksik olduğu açıkça belli boşluklarla, fazlasıyla tenhalaştırılmış, hazırlanmış gibi gelmişti ona. Bana bütün bunları anlattığı mektubunda (yıllar sonra yazdığı mektupta) Bibiano, kendini Rosemary'nin Bebeği filminde, John Cassavetes'le birlikte ilk kez komşularının evine giden Mia Farrow gibi hissettiğini yazmıştı. Eksik bir şeyler vardı. Polanski'nin filminde evde eksik olan, Mia'yı ve Cassavetes'i ürkütmemek için tedbiren yerlerinden indirilmiş tablolardı. Ruiz-Tagle'nin evindeyse, sanki ev sahibi oturduğu yerin organlarını kesmiş gibi, adlandırılamayan bir şeyler eksikmiş (belki de Bibiano, yıllar sonra, hikâyeden ya da hikâyenin büyük bir kısmından haberdar olduğundan, adlandırılamayan ama var olan, elle tutulur bir şeyler olduğunu düşünmüştü). Ya da ev sanki her şeyin ziyaretçilerin özelliklerine ve beklentilerine göre ayarlandığı bir yapboz oyuncağı gibiymiş. Eve tek başına gittiğinde, bu hisleri güçlenmiş. Anlaşıldığı üzre, Ruiz-Tagle onu beklemiyormuş. Kapıyı geç açmış. Açtığındaysa, Bibiano'yu tanımıyor gibi davranmış, hatta, sana temin ederim dedi bana Bibiano, Ruiz-Tagle kapıyı gülümseyerek açtı, sonra gülümsemesi anında kesildi. Fazla ışık yokmuş, Bibiano bunu da teslim ediyor, bu yüzden arkadaşımın söylediklerinin ne kadarının gerçeğe yakın olduğunu bilemiyorum. Her halükârda, Ruiz-Tagle kapıyı açmış ve birbirine tekabül etmeyen bir-iki kelimelik bir konuşmadan sonra (Bibiano'nun onu sinemaya davet etmek için geldiğini hemen anlayamamış), bir dakika beklemesini söylemeyi ihmal etmeden kapıyı kapatmış, birkaç saniye sonra kapıyı yeniden açıp bu sefer onu içeri davet etmiş. Evin içi loşmuş. Kesif bir koku varmış, sanki Ruiz-Tagle bir gece önce çok güçlü, yağlı ve baharatlı bir yemek hazırlamış gibi. Bibiano bir an odalardan birinden bir gürültü duyduğunu sanmış ve Ruiz-Tagle'nin bir kadınla birlikte olduğunu düşünmüş. Tam özür dileyip çıkacakmış ki, Ruiz-Tagle hangi filmi seyretmeyi düşündüğünü sormuş. Bibiano, Teatro Lautaro'daki Bergman filmini demiş. Ruiz-Tagle, Bibiano' ya gizemli gelen, benimse hep açıkça cüretkâr değilse de küstah bulduğum bir tavırla gülümsemiş yeniden. Affını istemiş, zaten Verónica Garmendia ile randevusu olduğunu söylemiş, üstelik, Bergman'ın sinemasından hoşlanmıyorum diye açıklama yapmış. O ana kadar Bibiano evde başka biri, Ruiz-Tagle ile yaptığı konuşmayı kapı arkasından dinleyen, hareketsiz biri olduğundan eminmiş. Kesinlikle Verónica olduğunu, genelde gayet ketum biri olan Ruiz-Tagle'nin onun ismini zikretmesinin başka türlü açıklanamayacağını düşünmüş. Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın şairimizi böyle bir durumda hayal edememiş. Kapının arkasında durup konuşmaları gizlice dinleyen ne Verónica ne de Angélica Garmendia olabilirmiş. Peki kimmiş öyleyse? Bibiano bilmiyor. O anda muhtemelen bildiği tek şey, Ruiz-Tagle'yle vedalaşmak, oradan gitmek ve o çıplak, kanlı eve bir daha hiç dönmemek istediğiydi. Bunlar onun sözleri. Gerçi anlattıklarından çıkardığım kadarıyla, ev son derece steril bir görüntü arz ediyormuş. Tertemiz duvarlar, metalik bir kitaplıkta sıralanmış kitaplar, Güneyli pançolarıyla kaplı koltuklar. Ahşap bir sehpanın üstünde Ruiz-Tagle' nin Leika'sı, hani bir öğleden sonra şiir atölyesinin bütün üyelerinin fotoğraflarını çekerken kullandığı makine. Bibiano'nun aralık duran bir kapıdan gördüğü, yalnız yaşayan öğrenci evlerindeki (ama Ruiz-Tagle öğrenci değildi) tipik kirli tabak ve tencere yığınları bulunmayan, derli toplu mutfak. Sonuçta, gürültü dışında alışılmadık bir şey yokmuş, ki o gürültü de pekâlâ komşu daireden geliyor olabilirmiş. Bibiano'ya göre, Ruiz-Tagle konuşurken, kendisinin gitmesini istemiyor gibi, onu biraz daha orada tutmak için konuşur gibi bir hali varmış. Hiçbir nesnel dayanağı olmayan bu izlenim, arkadaşımın sinirlerini, kendi sözleriyle tahammül edilemez bir düzeyde bozmuş. İşin ilginci Ruiz-Tagle bu durumdan keyif alır gibi görünüyormuş: Bibiano'nun gittikçe sararıp solduğunu, terler içinde kaldığını fark ediyor ve konuşmaya (Bergman' la ilgili, herhalde) ve gülümsemeye devam ediyormuş. Ev sessizliğe gömülmüş, Ruiz-Tagle'nin sözleri asla bu sessizliği bozmuyor sadece daha fazla açığa çıkartıyormuş.
Neden söz ediyordu, diye soruyor Bibiano. Bunu hatırlamam önemli olabilirdi, diye yazmış mektubunda, ama ne kadar uğraşsam da imkânsız. Kesin olan şu ki, Bibiano dayanabileceği kadar dayanmış, sonra kesip atarcasına görüşürüz demiş ve yürüyüp gitmiş. Merdivenlerde, caddeye çıkmadan hemen önce Verónica Garmendia ile karşılaşmış. Verónica bir şey mi oldu diye sormuş ona. Ne olabilir ki, demiş Bibiano. Bilmem, demiş Verónica, suratın kireç gibi bembeyaz da. Bu sözcükleri hiç unutmayacağım, diyor mektubunda Bibiano: kireç gibi bembeyaz. Ya Verónica Garmendia'nın yüzü? Âşık bir kadının yüzü.
Bunu kabul etmek üzücü, ama öyle. Verónica, Ruiz-Tagle'ye âşık olmuştu. Hatta Angélica da ona âşıktı belki. Bir defasında, Bibiano ile bu konuyu konuşmuştuk, epeyce önce. Galiba canımızı yakan Garmendia'lardan birinin bile bize âşık olmaması ya da en azından bizimle ilgilenmemesiydi. Bibiano Verónica'dan hoşlanıyordu. Ben de Angélica'dan. Bu konuda ağzımızı açıp tek kelime etmeye cesaret edememiştik, oysa bence herkes bizim onlarla ilgilendiğimizin farkındaydı. Bu konuda, atölyeye katılan bütün erkeklerden bir farkımız yoktu, neredeyse herkes Garmendia kardeşlere âşıktı. Ama kızlar ya da en azından içlerinden biri, alaylı şairin tuhaf cazibesine kapılmıştı.
(...)