Hayat sahnesine çıktığımız andan itibaren, ne zaman sonlanacağını bile bilmediğimiz oyun süresince, biçilen rollere ve oynamak zorunda bırakılan “hayat” oyununa tahammül edebilmek için, yaratılmış en anlamlı bahanedir; umut.
Acının dişli çarkları arasında öğütülürken bile insan, ruhunu taşıyan cılız varlığından vazgeçmeye razı olmaz; acının onlarca çeşit işkencesine katlanmaya razı olurken. Stoalı filozof Antishenes ile Diogenes arasında geçen şu diyalog , bu duruma örnek teşkil eden bir unsur niteliğini taşır: Filozof Antishenes acının demir parmaklıklarıyla örülü, hasta yatağında çektiği ızdıraplardan kendisini kurtaracak birini istediğinde, ziyaretine gelen Diogenes ona bir hançer uzatarak acılarından hemen kurtulabileceğini söylemiştir. İçinde yaşanılan tüm olumsuzluklara rağmen hayata bağlılığın önemli bir göstergesini taşıyan Antishenes’ in Diogenes’ e yanıtı; “Hayatımdan değil, acılarımdan kim kurtaracak?” olmuştur.
Böylesine umutsuzluklar silsilesinin pençesine düşmüş bir haldeyken bile, akıl almaz bir biçimde hala umudu düşlemek, henüz gerçekleşmediğine kanaat getirilen o gerçekleşme istencindeki inançta saklıdır; William Faulkner’ın da söylediği gibi,
“Acılı bir hayatla hayatsızlık arasında bir seçim yapmamı söyleseler, hiç duraksamadan acılı hayatı seçerim. İnsanlar hayatın ne kadar kötü olduğunu söylerse söylesinler, ben umudumu asla kaybetmedim. Henüz nasıl umut kaybedileceğini öğrenmedim.”
İşte bu yüzdendir ki, acılarla bezenmiş olan umutsuzluk resmini seyrederken bile insan uzun uzadıya, karartıların arasına gizlenmiş olabileceğine inandığı umut ışığını arar ölesiye, hiç yitirmediği inancıyla birlikte. Ne zaman ki aradığı o ışığı bulur, işte o zaman bir kat daha artmış olan gücüyle meydan okumaya devam eder, kaldığı yerden.
Son gibi görünen ve aslında sonsuzluğun başlangıcına doğru yapmakta olduğumuz yolculukta ki, tüm yolların dikenlerinden arınmış bir gül bahçesine çıkacağına inanma fikri, kendimizi bile asla inandıramayacak olduğumuz, kötü bir yalan olurdu herhalde. Ki; yaptığı hatalarla edindiği deneyimleri sayesinde, hayatın mutluluğa ve acıya, sevince ve üzüntüye, korkuya ve güvene… eşit değer biçtiğini bilen insan; nasıl olur da acıdan ve üzüntüden kaynaklanan olumsuzlukların hayatına hükmettiği süreçlerde, takındığı ümitsizlik prangalarıyla amaçsız bir bekleyiş içinde zamanını doldurmayı tercih eder, sessizce? Oysa ki “ümitsizlik” olarak nitelendirilen mevcut durumlar, aşılması zor ve imkansız güçlüklerden değil; olumsuzlukların ve sınırlılıkların hapsettiği zihnin ürünlerinden kaynaklanır.
“Yaşamda ümitsiz durumlar yoktur, ümitsizlik besleyen insanlar vardır yalnızca”
diyen Clara Booth’ da bu olguya işaret etmiştir.
Kolay değildir elbette, umutla beslenen zorlu bekleyişlerin sürekliliğini sağlamak, hayatın sürpriz getirilerine rağmen. Hiç kuşkusuz ki, bu uzun bekleyişler sabırlı ve inatçı olmayı da zorunlu kılacaktır, beraberinde. Gösterilen kararlılık süresi ölçüsünde, gerçeğe dönüştürülmüş umutlarla biten bir bekleyiş, yerini yeni umutlara ve başka bekleyişlere bırakacaktır, bir kısır döngü gibi.
Hayatınızı renklendiren umut ışığının, her daim parlaması dileğiyle…