REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

Toplam bakislar: 3604 - Toplam yanitlar: 9

GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:43:44






Hayatımın İlk Fotoğrafını Böyle Çektiler İşte


Dünya; erkek ve kadının birlikte paylaşdığı bir yaşam alanı olmasına rağmen, öteden beri erkek merkezli bir hayat, erkeği yaşamın odağı olarak öne çıkarmakta ve kadını da erkeğin bakış açısına göre biçim almaya zorlamaktadır. Problem, erkeğin kendisini bu hayatın öznesi kabul edip, kadın da dahil, diğer her þeyi tanımlama hakkını ve gücünü kendisinde görmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü ek bir "erk" sahibi olmak diğer bir ifade ile "erkek" olmak, tanımlama yetkisini de peşinen elinde bulundurmayı gerektiren bir durum gibi algılanmaktadır. İşte bu duruma bizzat şahit oldum bu fotoğrafı çekerken her zaman hüzünlü ve bir yanı gülmeyen komşumuz Hayriye teyze bazen dalar uzaklara bakar öylece kalır her zaman pencerenin kenarında oturur ve hep o an fotoğrafını çekmeyi istemişimdir işte o gün geldiğinde yanına gittiğimde elinde gördüm bu fotoğrafı. Hayriye teyze olduğuna inanmak çok güçtü fotoğraftaki hüzünlü güzel kadının şimdiki Hayriye teyze olduðuna daha sonra kendiliğinden anlattı bu hüzünlü fotoğrafın öyküsünü:

40 yıl geçti aradan. Evleneceğin adam bu dediler öyle karar vermişler. İstemesek de ne haddimize. Öyle böyle dediler 40 yıl geçti aradan bari bir fotoğrafımız olsun dedim fotoğrafçı getirdiler nasıl da şaşkınım baksana hayatımın ilk fotoğrafı böyle çekildi işte ama baksana utancımdan başımı kaldırıp bakamadım bile. Çok kıymetlidir bu yüzden hep saklarım. Şimdi sorsan mutlu musun diye 40 yıl geçti aradan mutlu olsam ne olmasam ne Allah iki evlat verdi onlarla mutluyum işte…

E.Ender ACAR
Sinop





GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:44:39






Ses

Kişi her zaman yanında ruhunu taşımalı

Sevdiği şeyleri kullanarak ruhunu besleyen insanlara her zaman saygı duymuş, öyle kalmaya çalışmışımdır. Bana iyi gelen bir şey gördüğümde, bir ses duyduğumda, ona dokunmak arzusu çok hızla yayılır bedenimde; müzik bunlardan biri…

Sıklıkla gittiıim müzik ortamlarının birinde, bir gece sevdiğim seslerin görüntüsünü yakalamak istemiştim. Kalabalık, duman… Kendime bir yer açtım; profilden sahneyi görebilmek, o an ne oluyorsa kaydetmek istedim. Genellikle sahne önünde ruhunun dans etmesine izin veren insanlar olur, onlara takıldım bir ara. Sesin o insana ulaşma şekli üzerine kendi kendime konuşup cümleler kurarken, bir yandan da art arda kareler çekmeye çalıştım. En sonunda yakaladığım bu kare benim tüm derdimi anlatabildiğine inandığım bir kare oldu. Solist, bir ışık gibi sahneyi aydınlatan yüzüyle kadrajımı aydınlatıyordu; üstelik sesin insana ulaımasını sağlayan mikrofon kadrajımın merkezindeyken, o ruhsal yolculuktaki insan, ellerini havaya açmış, olasılıkla gözleri kapalı, şarkıyı bir dua gibi haykırıyordu.

O an çalan şarkının sözleriyle o kadar uyumluydu ki bu istek hali, her defasında keyifle izleyip o ana tekrar gidebildiğim bir kare oldu benim için…

Atakan BAYKOÇAK
Ankara

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:45:20






Gülbeyaz

Sıcak bir mayıs sonu öğleden sonrasıydı. Şehirlerarası yolun kenarında ve pancar tarlalarının bulunduğu yörede yaklaşık 20–25 çadırın kurulu olduğu alanın yanında durduk. Uzunca bir süredir tasarladığım tarım işçilerinin hayatlarını fotoğraflamak için iyi bir fırsattı bu. Çadırlara yaklaştığımda gördüğüm ilk çadır sahibi ile sohbete başladım. Kazanç sağlamadığım halde niye fotoğraf çekiyordum? En çok bu noktaya şüpheyle yaklaştılar. Dilimin döndüğünce amacımın tarım işçilerinin, özellikle kadın ve çocukların içinde bulunduğu zor hayat şartlarını sergilemek olduğunu anlatmaya çalıştım. İki gün sonra çekimler için gittiğimde "Beni tanımadın mı?" diye soran kırk yaşlarında bir erkek yanıma geldi. Evet, tanıyordum ama nereden olduğunu çıkaramamıştım. Biraz konuştuktan sonra mahallemizin Ramazan davulcusu Derviş olduğunu hatırladım. Derviş'in yedisi kız sekiz çocuğu vardı. Her yıl dört ay çapa işçiliği ve bir ay da ramazan davulculuğu yaptığı için başka yörelerde ailece çadırda yaşıyorlardı. Ailenin beşinci çocuğu, dokuz yaşındaki Gülbeyaz'ın devamsızlık nedeniyle okumayı henüz başaramadığını, ilköğretim birinci sınıfta tekrar yaptığını öğrendim. Üstelik Gülbeyaz'ın çadırda faydalanacağı ne bir kitabı vardı ne de defteri.

Öykümün unutamadığım kısmı Gülbeyaz'a götürdüğüm okuma yazma setiyle ilgilidir. Çalışmalarına ablalarının da yardım ettiği Gülbeyaz çok mutlu olmuştu. Çadırda onların çalışmalarını izlerken fotoğraf çekimini bıraktım. Gülbeyaz kendini derse o kadar vermişti ki "Hoşçakalın." dediğimde başını çalışma kitabından kaldırıp "Güle güle" dedi ve çalışmaya devam etti. İlk kez uğurlamak için çadırın dıışına çıkmamıştı. Çok mutlu olmuştum. Gülbeyaz okumak için çok istekliydi...

Evet, Adı; Gülbeyaz Yaşı; dokuz. Yazın çapada, kışın davul çalan babasının peşinde ve okula devamı tam değil. Onun hayatı yaşıtlarının bir çoğundan farklı…

Binlerce fotoğrafın içinde Gülbeyaz'ı seçtim. Çünkü biliyordum ki Gülbeyaz başka hayatlarda açsaydı dünyaya gözünü, şimdiye kadar çoktan fark edilmişti. Ama güneşte kavrulmuş, pul pul dökülmüş cildi, bakımı kolay olsun diye kısa kesilmiş saçları, götürdüğüm kitaplara sarılışı ve hayatını anlatan bakış olmasaydı, bu kadar iz bırakır mıydı yüreğim de ve benzer yüreklerde.

Ali Sıtkı GÜVEN
Konya

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:46:21





Mutlu İnsanların Hikayesi Olmaz

Aslında İstanbul yüzlerce hikayenin çoğu zaman yan yana yürüdüğü, bazen birbirlerini teğet geçtiği bazense birbirlerini bulup birlikte yeni hikayeler yarattıkları, hikayesi bol şehirlerden biri. Belki İstanbul'un büyüsü de işte tam burada başlıyor, burunlardan solunan, nefesle alınıp verilen, gözyaşlarıyla toprağa karışan, tene yapışan hikayeler İstanbul üzerinde gri bir gökyüzü oluşturuyor ve bu gri gökyüzü altında memnun olmayan, sıkıntılı, aşırı ciddi, o anda orada değil de hep başka yerde, başka bir hayatta olmak ister yüzler ise sanırım ''mutlu insanların hikayesi olmaz'' mitini doğruya çıkarıyor.

Peki ya bu kişilik, kimlik, yaşama bakışla geleceğimiz bir tane hayatımızda tek bir hikayeniz bile olmasa? İşte o zaman bir hikayeniz olmasını mutlu olmaya tercih etmez miydiniz?

Fotoğraftaki kişi yani Mustafa dayı benim ''bekleme-insan'' ilişkisini fotoğraflayacağım bir projenin yardımcı unsurlarından biriyken benim için kendisi bizzat bir proje konusu oldu. Çünkü gri yüzünde Mustafa dayının açıkça görülen harfler vardı. Adli bir olaydan 15 seneden fazla mahkûmiyet almış, Türkiye'nin çeşitli cezaevlerinde yatmış ve çıktıktan sonra ileri yaşıyla ve eski bir hükümlü olmanın verdiği kimlikle kendine iş bulamamış ve geçimini özellikle İstanbul Sirkeci-Halkalı banliyö treni hattında, sırtında bir büyük plastik torba, teneke kutuları toplayarak sağlayan biri... İletişimde olduğumuz süre boyunca kendisine neden cezaevine girdiğini sormadım, çünkü kaybettiği senelerinin ona verdiği pişmanlık duygusu her şeyi bastırmaya yeterliydi. Çünkü en büyük pişmanlık zamandır, yitirilen ve bir daha hiçbir şekilde aynı gençlikle, aynı güç, enerjiyle ve şartlarla geri gelmeyecek olan hepimizin büyük büyük ağabeysi zaman! Mustafa dayı zamanını yitirmişti ve yitirilen zaman hiçte küçümsenecek ebatlarda değildi.

Ülkemizin cezaevlerinden cezalarını çekip çıkmış insanların topluma kazandırması konusunda çok başarılı bir ülke olmaması nedeniyle yüzlercesi gibi Mustafa dayıda zor şartlar altında yaşıyor, belki de ikinci ve çok daha uzun sürecek mahkûmiyetini yaşıyor. Evet, belki bu defa çevresini saran kalın duvarlar yok ama şartlar onun için içeridekinden bile daha zor ve bu defa içerideyken dışarı çıkacağım umudu' gibi dıþarıdayken işlerin düzeleceğine dair bir umudu yok... Yıllar sonra gelen özgürlük, işsizliğin ve eski bir mahkûm olmanın oluşturduğu sanal duvarlar arasında mahkûm oluyor bu defa.

Bu fotoğraf benim en iyi fotoğrafım mı? Enstantaneyi ya da diyaframı en iyi ayarladığım fotoğrafım mı? Bilmiyorum! Ama bu fotoğraftaki insan benim artık iyi bir dostum, 30 yıllık hayatımda biriktirdiğim naçizane hikayelerimi anlattığım ve benden çok daha fazla yaşıyla ve tecrübesiyle bana hikayeler anlatan biri.

Umarım bu fotoğrafta sizlere bir hikaye anlatmıştır...

Serkant HEKiMCİ
İstanbul

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:46:50





Kaybolan Gölün Çocukları

Bir zamanlar bu çocukların durduğu yerde bir göl vardı. Çok da uzun zaman önce değil, geçen yıl. Yaşanan çevresel sorunlar yüzünden kuruyan göllerimize biri daha eklendi.

Evet, bu konuya duyarlı herkes gibi ben de bir şeyler yapmaya çalışıyordum elimden geldiğince. Çeşitli su havzaları tespit edip son hallerini fotoğraflamaya karar vermiştim. En azından görmeyenlere, göremeyenlere bir göz olacak duymayanlara, duyamayanlara bir kulak olacaktı fotoğraflarım. Belki işin ciddiyetini anlatmak için en etkili yöntem görsel bir anlatım dili oluşturmaktı. Ve her yerde bu mesaj birçok fotoğrafçı tarafından tekrarlandıkça belki zihinlerde bir kaygı yer edebilecekti.

Derken İstanbul'un önemli bir bölümünü kaplayacak kadar büyük sınırları bulunan Büyükçekmece gölüne gitti ayaklarım. Gölün çevresinde dolaşarak acı tabloya gözlerimle şahit oldum. Haritada masmavi gözüken kocaman gölden geriye balçık, çatlamış topraklar, aç sinekler ve kuru otlar kalmıştı.

Onlarla burada tanıştım. Kaybolan gölün çocukları; Neşelerinden ve meraklarından bir şey kaybetmemiş gibi görünseler de olup bitene onlarında pek aklı ermiyor, belki de biraz çevredeki büyüklerinin de konuşmalarına kulak misafiri olarak içten içe korktukları gözlerinden okunuyordu. İlkin o deli kız peyda oldu başıma. Hani solda en iri yarı karanlık duran, onunla bir iki lafladıktan sonra başka bir alemde yaşadığını fark etmem uzun sürmedi. Ardından üç kardeş çıkageldiler. Ne yaptığımı, niçin yaptığımı sordular. Bizi de çeker misinler geldi ardından peşi sıra. Deli kız her kadraj önlerine geçiyor diğerlerinin çekilmesini istemiyordu. Sürekli de para vermemi ve çektiğim fotoğrafların nerede bulunduğunu soruyordu. Ondan fırsat bulduğum zamanlarda erkek kardeşi ve kucağındaki ufaklığı da çekme fırsatım oldu. Orada oturduklarını söylediler bana, küçük kirli elleriyle, üzerinden naylonların sarkıttığı yıkık hurda tahta parçaları ve tuğlalardan yığılı duran tek katlı barakayı göstererek. "İneklerimizde var bizim abi" dedi erkek olan ve ekledi "gösterem mi?"... Nerede diye sorduğumda beni başka bir fotoğrafımın objesi olan ahıra götürdü. İki de beygirleri vardı. Bence en iyi fotoğraflarımdan birini oluşturmuştu o beygirlerden beyaz olan. Açlıktan kemikleri sayılan kurak toprağın üzerinde son kalan birkaç kuru otu kemirmeye çalışan o beyaz beygir. Sanki sonu şimdiden belliymiş gibi üzerine çöreklenmiş kara bulutlu kasvet ve son günün batışını arkasına alarak çektiğim son karesi. Bu fotoğrafa gelince, bu fotoğraf benim en iyi fotoğrafım değil aslında. Ama benim en iyi fotoğraflarım bu noktada çekildi. En dramatik bulutlar benimle burada buluştu. Gölün hasret olduğu suyu boşaltmadan uzaklaştıklarını ben buradan seyrettim. Defalarca gün batışını başımda dolaşan minik aç bataklık sineklerine aldırış etmeden buradan pozladım. En çok hayranlık uyandıran fotoğraflarımı ben bu noktada çektim.

Evran ÖZTÜRK
İstanbul

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:47:36





Gül Kurusu Hüzün

Aslında hüzündür kuşların kanatlarından yansıyan...

Kendimi bildim bileli gözlerim kuşları görebilmek için hep ağaçlarda, sularda, tellerde, en çok da gökyüzünde oldu.

"Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
Ben ayrılıkların
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
Ben hasretlerin"

diyor ya şair. İşte ben de kuşların adlarını ezberledim hasretlerle, hüzünlerle beraber. Her kuş sesinde, kanat sesinde isimleri döküldü dilimden.

Hayallerin uçup gitmesi gibidir kuşların uçuşu ve gidişi. Kuşlar uçar, yani çoğunluğu uçar ve uçup gittiklerinde hep bir yerleri, birilerini geride bırakırlar en çok da beni. İşte o yüzden, o kanatlar her uzun yolculuğa açıldığında bir parça da keder ve hüzün katarlar onların ardından bakanların hayatlarına.

Fotoğraf çekmeye başladığımdan beri karelerim de kuşlarla dolu. İzmir kuş cennetinde çektiğim bir fotoğraf "Gülkurusu Hüzün" Çok güzel bir gün batımında, güneş ışınlarının en son renk oyunlarında, pilin bitmesi, şarj problemleri gibi türlü aksiliklere rağmen çekebildiğim bir kare.

Bu fotoğraf benim en çok sevdiğim fotoğraf. Çünkü içinde kuşlar var, hüzün var, en sevdiğim renk olan gülkurusu var, kavuşma var AŞK var.

Metehan ÖZCAN
Manisa

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:48:27





Aydede

Gece ve gündüz, dünyanın yuvarlaklığı, yerküremizin güneş çevresindeki hareketi; çocukken hep ilgimi çekmişti bu ve buna benzer konular. Çok ufaktım, ben uyurken dünyanın öbür yarısında birilerinin uyanık ve tepe taklak durduklarının farkına vardığım zaman. Kısacası ufaklıktan ilgi duymaya başlamıştım engin boşluğa ve oradan oraya savrulan gök cisimlerine. Hatta "Ne olmak istiyorsun?" sorusunun cevabı benim için hep "Astronot olmak istiyorum" olmuştur. Yaz geceleri kumsala çimlere uzandığımda en çok Ay'ı incelerdim uzun uzun. Hiç göremediğimiz yüzünü merak eder o gizemli karanlık kısımla ilgili hayallere dalardım.

Yıllar geçti üzerinden, astronot olamadık belki ama benim uzaya ilgim her zaman aynı şiddette oldu. Filmler, kitaplar, görüntüler ilgimi çekmeye devam ediyor hala. Bu merakımın yanına büyük bir sevgiyle bağlandığım fotoğraf da eklendi birkaç sene önce. Bu fotoğrafı Kula'da sadece 2 masanın sığdığı küçük bir kahvehanede çektim. Gün sonuna doğru araçlarımıza dönerken küçük bir cam ve ardında ki küçük yeri gördük. Küçük bir tereddütten sonra geri dönüp kahvehaneye girdik. Klasikleşmiş ama eşsiz bulduğum Anadolu misafirperverliğiyle karşılandık içeride. Hemen bir masa bizim için boşaltılırken çaylarımız ısmarlanmıştı bile. Biraz sohbetten sonra kendi hallerine dönen kahvehane sakinleri diğer masada oynanan okeye odaklandılar. Bu esnada oyun dışında kalmış bu amcayı gördüm. Donuk bir yüz ifadesiyle bizim neden fotoğraf çektiğimizi anlamaya çalışıyor gibiydi. O an ışığın da etkisiyle kendimi çocukluğumda hayalimde canlandırmış olduğum "Aydede" karakterine bakıyormuş gibi hissettim.

Özkan DURAKOÐLU
İzmir

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:49:23





İspiyon

Yıl 2004, eski filmli analog makinemi satalı çok zaman olmuş ve uzun bir aradan sonra dijital makineyle tekrar fotoğraf çekmeye başlamışım. Bir arkadaşımla ellerimizin pası silinsin diye fotoğrafçılara her zaman güzel kareler sunan Zeyrek, Fener ve Balat civarlarında dolaşmaya başlıyoruz. Aslında çok fazla da çekecek bir şey yok, sadece çocuklarla oynuyor, fotoğraflarını çekiyor ve eğleniyoruz. Dolaşmaya devam ederken top oynayan çocuklar ve onları seyreden iki çocuk dikkatimi çekti. Ben de kadrajı ayarlayıp fotoğraflarını çektim, sonra onlara yaklaşarak konuştuk, şakalaştık bir kaç fotoğraf daha çektik. Eve geldiğimde haliyle fotoğraflara baktım ve bu fotoğraftaki ifadeleri uzun bir süre seyrettim. Sadece yüzdeki ifadeler değil ayak ve kol duruşlarından bakışlara kadar her yeri doluydu. Birbirine görünüm olarak benzeyen bu iki çocuğun karakterleri belli ki çok farklıydı, neredeyse zıttı ve bu faklılık nedeniyle o an büründükleri roller ve ifadeleri de farklılaşmıştı. Acaba aralarında geçen konuşma neydi? Çekerken bu kadar dikkat etmemiş olsam da eve geldiğimde bu fotoğraf üzerine birçok senaryo yazmıştım. İfade o kadar açık şekilde yansımıştı ki fotoğrafa, ben de ona "ispiyon" ismini taktım ve portfolyomda başköşeye yerleştirdim.

Hakkı CEYLAN
İstanbul

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:50:17






Kırık Ayna

Feyyaz ÇETİNEL

3 yaşındaki haliyle daha yürümenin tadına yeni varmış küçük ,çelimsiz bacaklar birkaç odalı köy evinde ordan oraya koşturuyordu. Sıra, evin en cezbedici yeri olan küçük loş mutfağa gelmişti. Ocağın üzerinde bir tencere, üstelik içinden sesler gelmekte... Her ses, her görüntü o yaşlar için ilk tecrübe, ilk deneyim. Ne var ki bazı ilkler sonun başlangıcı olabiliyor. Minik eller yılların acısını taşıyacağı fokurdayan makarna suyunu üzerine boca ediyor. Başın yüzde 60’ı, sağ kolun yüzde 50'si haşlanıyor...

Kübra’nın dramı aslında kendi olayından bir yıl önce babasıyla başladı. Yerel bir gazetede motosikletiyle dağıtım yapan baba bir akşam köy yolunda kaza geçirir. Bacağında içinden geçen sağlı sollu metal aparatlarla yatakta 8 ay geçirir. Bir çok ameliyattan sonra işsiz ,diğer bacağından kısa ve dönük bir bacak sahibi olarak kalakalır. Malülen emekli olması zaten fakirliğin verdiği ızdıraba eklenir. Babanın ameliyatlarıyla geçen sürede Kübra acısını hep içinde beklemekle geçirir. İlk zamanlarında İzmir’de koluna yapılan cerrahi müdahale sonrasında seneye kafa derisine gerdirme işlemi sözü boş çıkar. Doktor bir sene önce verdiği sözden cayar. Umutlar, hayaller bir balon gibi söner Kübra için.

Sonrasında annenin hastalığı çıkar umudunun önüne. Beklemek, boyun eğmek zorundadır... Uzun bir tedavi ve ameliyatlardan sonra şükür ki anne sağlığına kavuşur. Bedenen ve ruhen zorluk belki de en fazla annenin üzerindedir. Onun sağlığı ve düşünme yetisidir aileyi ayakta tutan aslında. Evin direği,ana yüreği...

Geçen yıllar, artık farkına vardığı arkadaşlarının gülüşmeleri, alaycı ve korku dolu bakışları Kübra’yı içine kapatır. Doğru düzgün arkadaşı bile yoktur oyun oynayabileceği. Bazen içindeki acı, hırçınlık olup ablasında patlar.

Her adımında sola eğilip kalkan babasının elini tutup hastane yollarını aşındırır. Şehirde tek olan estetik cerrah ilgilenir Kübra ile. İşlemler, tetkikler devam ederken doktorun tayini çıkar birden, gider şehirden.Yerine gelecek olan beklenir uzun süre, sonunda gelir. Aynı işler devam eder Kübra için aralıklı olarak. Ameliyat için hazırlık uzun sürer. Fakat bu doktor da birden başka bir şehire gider. Sanki gökten taş olup yağmakta zorluk. Her yeşeren filiz daha havayı solumadan koparılmakta... Hayal balonları bir bir patlamaktadır.

Şükrü ve sabrı çok olan baba nasıl anlatsın küçük Kübra’ya olanları. Geceleri ağlayan gözler artık gündüzleri de durmaz.

Günler,aylar üzüntü ve keder içinde geçerken baba akciğer kanserine yakalanır. Gerekli tedavi için İzmir ve İstanbul yollarını tökezleyen bacağı ile aşındırır. Fakirlik bir yandan, hastalıklar bir yandan dört kolla sarmalamış aileyi. Kübra için ağızdan çıkacak bir söz yoktur. O küçük haliyle bile susması gerektiğini bilir.

Acılarını ilk zamanlardan beri paylaştığım bu aileyi ziyaretlerim mümkün olduğunca devam etti. Bu ziyaretlerimden birinde küçük odanın penceresi yanında kırık bir ayna gözüme ilişti. Kübra’nın aynası olmalı diye düşündüm... Soramadım. Kırık kalbiyle kırık bir aynada arıyor olmalıydı yüzünü. Gene hüzünlendim,duygulandım ama onun üzüntüsünün derinliğini bilemedim. Bu trajediyi bir fotoğraf karesinde bundan başka türlü anlatmak mümkün değil diye düşündüm. Kendi kaderini sessizce yaşamaya çalışan bu küçük yüreği kırık bir aynadan başka kim anlayabilirdi ki?..

2006 yılının son aylarında yeni gelen estetik cerrah Kübra ile çok ilgilenir. Bir yardım kuruluşunun desteğiyle ameliyat masrafları karşılanır. Bütün hazırlıklar bir çırpıda yapılır. Ameliyat günü yaklaştıkça benim tedirginliğim had safhaya varmıştı. Acaba diyordum, acaba gene bir engel çıkar mı? Olmasın inşallah diyordum, olmasın da artık bitsin bu çile...

Ameliyata birkaç gün kala 2007 yaz aylarında doktorun tayini çıktı... İnanamadım. Dondum kaldım resmen.

Şaşkınlığımdan bir şey düşünemez oldum. Bir şeyleri bir şeylerle bağlantılamaya çalışan beynim bir yere varamıyordu...

Ana yüreği nelere kadir o zaman anladım. İlişiği kesilmiş, telefonları iptal edilmiş doktor hanımı bulup kendi diliyle, haliyle, tavrıyla ikna etmiş. Nasıl oldu hala bilemiyorum...

Kübra son gün ameliyata girdi. Çok başarılı geçen bir ameliyat sonucunda deri altına konulan özel bir balonla arkadaki saçlı bölüm ön kısma kaydırıldı. Kafasında deri altında balonla iki ay geçirdi. Güzel günlerini düşünmekten çektiği acıları umursamadı.

Kapanmayan yerleri bana gösterip mahsun gözlerle sorduğunda ona “saçların hele bir uzasın oralar da kapanacak, sen hiç merak etme” diyordum. O anda yüzünde daha önce hiç görmediğim gülümsemeyi yakalamıştım.

Kübra şimdi 11 yaşında. Küçük bedenine sığdırdığı çok acısı var. Hayata çocukca bakış atmak için içinden gelen gülüşler aniden yok oluyordu yüzünde. Gördüğüm, en acı duyduğum duygusu da bu olmuştu zaten... Şimdi içten, konuşkan, daha sıcak... Gülmeleri daha uzun.

Kolu için ileriki zamanlarda bir estetik operasyon daha geçirecek kısmetse. Zorluğun büyük kısmını atlattık ya buna da şükür diyoruz.

Bin bir dertle yüklü hayatlar, farklı kaderler var bu dünyada. Bazen hayat bir fotoğrafa çekiyor insanı bazen de fotoğraf bir hayata... Her ikisinde de içine girebilmek önemli olsa gerek.

Başlangıcı ve sonuyla bir fotoğraf karesinde anlatmaya çalıştığım bu yaşamı birkaç sözcükle geçiştirmem mümkün değildi. Ayrıntılar fotoğrafın içinden, kırık bir aynadan yansıyanlar...

Back To Top




GONDEREN: Almira on 11/09/2009 03:50:58





"Kuma"Sal Yaşamlar

Tahir Özgür

O'nu bir türlü anlamamışım demek ki...

Defalarca Sarıkeçili Göçerler'in göçlerine tanıklık etmeme, defalarca çadırlarında konaklamama, onlarla akraba gibi olmama rağmen anlamamışım aslında ben Cennet Abla'yı...

Yüzünde hep bir tebessüm vardı.... Gülücüklerini eksik etmiyordu...

Yanıbaşındaki çocuğa sıkı sıkı sarılıyordu...

Nereden bilebilirdim ki aslında o bu ülkede aşılamayan sorunlardan bir yumak oluşturmuş ve yüreğinin tam ortasına koymuş...

Her gittiğimizde bize yağlı koyun peynirinden saç üzerinde gözleme yaparken aslında kor ateşler Cennet Abla'nın yüreğinde yanıyormış...

Ben bunu defalarca sonra, sayısını bile unuttuğum gidişlerimlerimden sonra öğrendim...

Meğer 20 metrekarelik kocaman kıl çadırda, çadırın içerisinde, Cennet Abla'ya yardım eden O'nun kızı değil Kuma'sıymış...

Cennet Abla'nın dizinden kalkmayan, sarılıp sarılıp öptüğü, "Kuzum" diye sevdiği, 7 yaşındaki Mehmet , Cennet Abla'nın değil, Cennet Abla'nın kumasının çocuğuymuş...

...Ve o çocuk, üvey kardeşi Aysel ile aynı yaşta olan annesi'ne değil, Cennet Abla'ya "Anne" diyormuş...

İşte yine böyle bir gitmelerimde Cennnet Abla ile Kuması'nı kıl çadırda aynı kareye yerleştirmek için uğraşıyordum...

Birden kadrajın bir kenarından, Göçer çadırının direğine sarılmış, aynı zamanda ailenin direği olan adamın altın yüzüklü elini gördüm...

Göçer çadırlarında tek bir direk olur...

Çadırın ortasındaki bu direk bütün çadırın yükünü taşır. İşte o direği tutan altın yüzüklü el neredeyse vizörden gözüme girecekti...

Arka planda Cennet Abla...

Yüzünde yine o hiç eksilmeyen tebessümü...

Hemen arkasında ise Kuma'sının başı önde, saç üzerinde ekmek pişiren hali...

Kadınların gönlüne hiç bir zaman vurmayan, gün ışıkları ise çadırın deliklerinden süzülerek içeriyi aydınlatıyordu...

Türkiye, kadını, kadının başörtüsünü, kamusal alanlara başörtüsü ile girilip girilemeyeceğini tartışıp duruyor...

Peki bu ülke "KUMA"sal halleri...

"KUMA"sal Yaşamları niye tartışmıyor diye içimden geçirdim...

Deklanşöre basmaya başladığım günden buyana fotoğraf ile öyküler anlatmanın peinden koştuğumu vurgulayıp duruyorum...

Çektiğim fotoğraflar içerisinde anlatmak istediğimi en net anlatan karem ise bu olmuştu...

Bu nedenle bu fotoğrafı öylesine seviyorum ki?..

Back To Top
12/27/2024



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***