REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

Toplam bakislar: 1958 - Toplam yanitlar: 0

GONDEREN: halukgta on 02/11/2012 13:44:15


Bazı ateist sitelerde okuduklarım, aşağıdaki yazımı yazmama neden oldu. Bu sitede yazılan yazıların genel anlamda konusu, Allah ın varlığını inkâr eden ve Allah ın gönderdiği kitapları da yalanlayan, konuları içeriyordu.

 

 

 Elbette hiç kimseye, sen neden buna inanıyorsun diyemeyiz. Yani hiç kimsenin imtihanına, direk zorla müdahale etme yetkisini Allah, hiç kimseye vermemiştir.  Ama bu düşüncede olanları da, yaşamın gerçeklerine davet etmek, gönül gözlerini açmak adına çaba harcamak, onların bir nebze olsun düşünmelerini sağlamak, elbette biz iman edenlerin görevidir. Çünkü daha sonra iman edip, belki de bizlerden daha çok Allah katında, takvaca üstün olup olmayacağını, bizler bilemeyiz, Allah bilir.

 

 

Tabi zorlamadan, kırmadan, saygısızca davranmadan, kendimizi temize çıkarmadan, Kur’an a davet etmeliyiz. Bizler peygamberimizin ümmeti olduğumuzu söylüyorsak, peygamberimizin İslam a davetindeki nazik ve saygılı üslubunu asla unutmamalı, bizler gibi düşünmeyenleri hor görüp, saygısız tavır içine girmemeliyiz. Çünkü herkes, kendi yaptıklarından sorumludur.

 

 

 

Dünyada aklını kullanabilen, özgür yaratılmış tek varlık insan olduğuna göre, söyledikleri ve inandıklarından da özgürdür. Elbette şunu unutmamak şartıyla, söylenen ve yapılan her şeyin bir hesabı, sorumluluğu olduğu gerçeği.

 

 

Sitedeki yazılarda da dikkatimi çeken bir konu, insanoğlunun yaratıldığı ilk çağlarından beri, dine ya da bir inanca yöneldiğinden bahsediliyor. Bu çok doğru bir tespittir. Peki neden? İşte bu sorunun doğru cevabını bulabilirsek, dine ya da Yaradan a neden ihtiyaç duyulabileceğini de anlamış oluruz.

 

 

Eğer işin kolayına kaçarda, ben görmediğim bir şeye inanmam der geçersek, gerçeklerden kaçmış ve doğruyu bulma korkusuyla hareket etmiş oluruz. Buda bizi yanlışa götürecektir.

 

 

 Sizlere bu yazımda, Allah ın varlığını kanıtlamaya çalışmayacağım. Çünkü özgürce düşünen, doğruları arama çabasında olan, iyi bir gözlemci nefsini, vicdanını, ruhunu eğitimden geçiren, onun varlığını zaten apaçık görecektir. Tabiatın eşsiz güzelliklerini yaratan Allah, elbette isteyene, niyetinde samimi, ciddi olana kendisini tanıtacaktır.

 

 

 

Peki, yalnız düşünmek yeter mi? Bazen öyle olaylarla karşılaşırız ki, aklımızın daha önce onay verdikleri ile bu karşılaştığımız olayı çözmek bizleri yanıltabilir. Peki, bu durumda karar vermemizde yardımcı etkenler neler olabilir?

 

 

Hatırlayınız hâkimlere yargılama yaparken, yürürlükte olan kanunlara göre karar verme yetkisi verilir. Birde çok dikkat çekici bir yetki verilmiştir. VİCDANİ KANAATİ. İşte görünmeyen, elle tutulmayan, hatta hiçbir kanunla sınırlandırılmamış, çok önemli insani bir unsur.

 

 

 

Demek ki nefsimiz, vicdanımızda bizler için çok önemliymiş, ama gözle görülmez hissedilir, duygusaldır. Aklın birlikte hareket ettiği, çok önemli unsurlarıdır bunlar. Akıl gücünü bilimden alır, Kur’an da birçok ayetin sonunda, akla düşünmeye yönlendirir Allah bizleri. Yani ilim tahsil etmemizi Allah özellikle önerir. Ya nefis, vicdanımız, gücünü, eğitimini nereden alır?

 

 

 

 İşte bu soruya vereceğimiz cevap çok önemlidir. Bunları eğitecek beşeri bir ilim, tek başına bulamayız. Bu duygu ve düşünceleri eğitmeden serbest bırakırsanız, doğru bir kaynaktan eğitmezseniz,  bu insanların da büyük yanlışlar yapması kaçınılmaz olur. İşte din ve Allah inancı burada çok önemli bir etkendir. Hastalara doktorlar psikolojik telkinde bulunur. İşte bu görünmeyen, elle tutulmayan tedavi şeklinin ana kaynağı da din ve Allah sevgisidir. Tabi inanana, kabul edene ancak yardımcı olur.

 

 

Bir robotu düşünün, ona gereken program yüklenebilir, bunun sınırlarını hayal bile edemeyiz. Bu program aklın yerini de tutabilir. Bu durumda insan ile aynı seviyede tutabilir miyiz? Asla, çünkü onun ruhu, nefsi, vicdanı yoktur da ondan. İşte gözle görünmeyen ama bir eğitimden geçirilmesi gereken, çok önemli insani unsurlardır bunlar.

 

 

 

İnsanoğlu var oluşundan beri, bir inanma içgüdüsüne sahipse eğer, bu içgüdü yaradılışımızda, benliğimizin bir köşesinde var demektir. Onu inkâr etmekle ancak, kendimizi kandırmış, bu duyguyu ortaya çıkarmak yerine, bastırmış oluruz. Bir başka deyişle, Allah inancı ruhumuza daha doğuşta yerleştirilmiştir. Onu ortaya çıkarmak, insanın kendisine kalmış bir becerisidir, imtihanımızın en önemli dönüm noktasıdır.

 

 

 

Bizleri yaratan öyle bir yapıda yaratmış ki bizleri, aynı insanı isterseniz bir canavara, katile dönüştürebileceğiniz gibi, istediğimizde tam tersine topluma yararlı, çevresine faydalı bir insana da dönüştürebilirsiniz.

 

 

 Hatırlayınız öyle insanlar duyarız, ilim tahsil etmiş, çok önemli makamlara gelmiş, fakat bir bakarsınız bu kişilerden bazıları, kendisine hâkim olamadıkları ya da nefsinin esiri olmalarından dolayı bir cana kıymakla,  normal şartlarda işlenmeyecek suçları işlediklerini görürüz. Demek ki akıl ve beşeri eğitim tek başına bazen yeterli olmuyormuş.

 

 

Peki, bu farklılık nereden kaynaklanıyor? Aynı kişiye aynı aklı verdiğimiz halde, birbirinden çok farklı iki yapıya dönüşmesinin nedeni ne olabilir? İşte bu farklılığı yaratan, nefsimizdir, duygularımızdır, vicdanımızdır.

 

 

Eğer nefis, vicdan ve akıl birlikte mantık yürütüp, yaptıklarından ve yapacaklarından sorumlu olduğu bilincini almış ise, o insanın asla kötü bir şeyler yapması mümkün olamaz. Çünkü akıl, vicdan ve nefis birlikte çalışarak, gerektiğinde bizlere fren görevi yapar.

 

 

 

 Hesap verme düşüncesi, insana sorumluluk bilinci yükler. İşte din ve Allah ın varlığı da, bu görevi üstlenmektedir.  Daha açıkçası din ve Allah bilinci, yaşama düzen getirir ve toplumun huzurlu yaşamasına en büyük etkendir. Allah ı unutmuş toplumlar da, hesap verme düşüncesi de olmadığından, düzen bozulur, huzur ve mutluluk asla sağlanamaz.

 

 

 

Bir fabrikayı düşünün. Size deseler ki, çalıştığınız bu fabrikanın sahibi artık yok, kafanıza göre takılın. Hemen ne düşünürüz? Çok iyi, bizi hiç kimse işten atamaz artık deriz. Daha kim bilir, neler neler gelir aklınıza.  İşte bu düşünce ile hareket eden fabrikanın işçileri, o fabrikanın sağlıklı çalışmasını, kaliteli malzemeler üretmesini, asla sağlayamaz. Çünkü fabrikada, ne disiplin kalır nede düzen.

 

 

 

Peki, bu durumda bizler, acaba bu evrende hesap vermeden, hiçbir sorumluluğumuz, görevimiz olmadan yaşadığımızı düşünebilir miyiz? Bizler sahipsiz olabilir miyiz? Eğer evet düşünebiliriz, sahibimizde yoktur diyorsanız, sahibi olmayan fabrikanın durumuna düşmüş oluruz.

 

 

Dünyanın yaradılışına, tabiata, zamanın akışına baktığınızda, her şey bir düzen ve plan dâhilinde devam etmekte olduğunu görürüz. İnsanlar bu düzene, kurallara dâhil değil midir sizce? Onun bu yaşam, düzen içinde hiçbir kuralı, sorumlulukları yok mudur?

 

 

Arı yaratıldığından beri, bal üretmeye devam ediyor. Bir günde kalkıp, yeter artık bu insanlar için çalıştığım dememiş. Hayvanlar sütünü kesmemiş, deniz balıksız kalmamış, güneş bir günde ben dinleneyim diyerek, doğmazlık yapmamış. Ağaçlar çiçek açmış, meyvesini binlerce yıldır devamlı vermiş durmuş, biz insanlar için.

 

 

Dikkat ederseniz, hiçbirisinin özgür iradesi yok, Yaradan ın emriyle söyleneni devamlı yapmışlar ve yapmaya devam ediyorlar. Acaba eksiksiz işleyen, tüm bu düzen tesadüf eseri olabilir mi? Bu muazzam düzenin, sahipsiz olabileceğini düşünmemiz ne kadar mantılı olabilir?

 

 

 

Peki, biz insanlara ne oluyor da, bizlere itirazsız durmadan hizmet eden bu kâinata ve yaratıcısına, bizlerin bir sorumluluğu yok, bizler istediğimizi yaparız diyebiliyoruz?

 

 

Yaşadığımız hayatta, karşılıksız hiç bir şeyin olmadığı bilincinde olan bizler, acaba bizlerin bir yaratıcısının olmadığını ve ona bizlere sunduğu güzelliklerin karşılığı olarak, hiçbir borcumuzun olamayacağını söylememiz, düşünmemiz aklımıza, vicdanımıza sığıyor mu? Anne ve babanın dahi, evladından bir beklentisi varsa, nasıl olurda onca güzelliği, nimeti bizlere sunan malın, mülkün sahibine,  bir sorumluluğumuz olamaz? Onu nasıl görmezden geliriz? Bunu hiç düşünüyor muyuz?

 

 

 

Biz insanların dışında, bu Dünyada canlı cansız her varlığın bir görevi, sorumluluğu olacakta, biz özgür yaratılmışların mı hiçbir sorumluluğu, görevi olmayacak? Bu sizce mantıklımı?

 

 

 Bize sunulan bir hizmet varsa bu âlemde, bununda bir karşılığı olması gerekir. Tüm canlılar bizler için sorgusuzca üretiyorsa, bu hizmeti bizlere sunan makamında, bir beklentisi elbette olacaktır.

 

 

 

Elbette bir sorumluluğumuz olmalı. Bu sorumluluğu ancak, nefis terbiyesi ile öğrenebiliriz. Bazı şeyleri ilk baktığımız da göremeyebiliriz, göz yanıltıcıdır. Bakmakla görmek arasında ki farkı anlamak isteyen, gözleri ile görmeye çalıştığı arasındaki engeli, önce kaldırmasını öğrenmelidir.

 

 

Ben Allah ı göremiyorum, onun için görmediğime inanmam diyen, görmediği halde kabul ettiği bilimsel gerçekleri hatırlamalıdır.

 

 

Yaradan ı inkâr edenler, görmediği halde, her an aldığı nefes, (hava) ile yaşayanlar, belki yaşamını idame ettirebilirler. Ruhunu, nefsini, vicdanını eğitemeyen, gönül gözleri ile gerçekleri asla göremezler.  Allah ı inkâr ederek ancak ruhlarını, nefislerini öldürmüş olurlar. Nefsi, ruhu ölen bir insan, yaşayan bir ölüden farklı değildir.

 

 

Allah bu Dünyada insan dışında, yarattığı hiçbir varlığa özgür irade ve geliştirebileceği bir akıl vermemiştir. Onun içindir ki insan dışında hiçbir varlık, hesapta vermeyecektir.

 

 

Biz insanlar sonsuz bir özgürlüğe sahipsek, bununda bir hesabı olacağını unutmamalıyız. Allah sizleri bir imtihan için gönderdim diyor da, tüm nimetleri bizlere sınırsız sunuyorsa, gelin o imtihanın ne olduğunu önce öğrenmeye çalışalım.

 

 

 

Sorumsuzluk, hesapsızlık bizleri doğruya değil, yanlışa götürür. Onun içindir ki gelin ne hurafelere, nede yalan yanlışlara, kulaktan dolma şeylere değil, Allah ın sizlere rehber olsun diye gönderdim dediği KUR’AN ın çevresinde toplanalım. Onu iyi niyetle okuyalım, üzerinde düşünelim, çünkü Allah ta düşünmemizi ve öyle itaat etmemizi istiyor bizlerden.

 

 

 

Bizlere gönderilen rehberde, Rabbin ilk emri OKU emriyse, gelin Kur’an ı anlayarak bilerek, hiçbir etki altında kalmadan okuyalım. Bakın o zaman nasıl güneşin daha parlak doğduğunu, ayın parlaklığıyla gecelerin nasıl daha aydınlık, huzurlu olduğunu göreceksiniz.

 

 

 Allah ı gözlerimizle görmeye çalışmayalım. Onu hissedelim, duyalım. O her an damarlarımızda, kalbimizde ve ruhumuzdadır. Çünkü insan, Allah tan bir parçadır.

 

 

Dilerim Rabbimden tüm insanlığın, gözleri ile görmeye çalıştıkları arasındaki perdenin kalkması adına, çaba göstermesidir. Bunu yapabilmek içinde, vicdanımızı ve nefsimizi Allah ın rehberi ile nurlandırmalıyız. Bu nuru alana, Rahman ı gönülden hissedebilene ne mutlu.

 

 

Saygılarımla Haluk GÜMÜŞTABAK

 

12/23/2024



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***