REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

Toplam bakislar: 1933 - Toplam yanitlar: 0

GONDEREN: yasmin07 on 02/01/2012 14:33:23


Allah’ın (c.c.) Doksan Dokuz İsmi:

1.Allah (Hüve’l-lahi’llezi lâ-ilâhe illâ Hu)
2. er- Rahmân
3. er-Rahîm
4. el-Melikü
5. el-Kuddûsü
6. es-Selâmü
7. el-Mü’minü
8. el-Müheyminü
9. el-Azîzü
10. el-Cebbâru
11. el-Mütekebbiru
12. el- Hâlıku
13. el-Bâri’u
14. el-Musavviru
15. el- Gaffâru
16. el-Kahhâru
17. el-Vehhâbu
18. er-Rezzâku
19. el-Fettâhu
20. el-Alîmu
21. el-Kâbidu
22. el-Bâsitu
23. el-Hâfidu
24. er-Rafî’u
25. el-Mu’izzu 26. el-Müzillü
27. es-Semî’u
28. el-Basîru
29.el-Hakemü
30. el-Adlu
31. el-Latîfu
32. el-Habîru
33. el-Halîmu
34. el-Azîmu
35. el-Gafûru
36. eş-Şekûru
37. el-Aliyyu
38. el-Kebîru
39. el-Hafîzu
40. el-Mukîtu
41. el-Hasîbu
42. el-Celîlü
43. el-Kerîmü
44.er-Rakîbu
45. el-Mucîbu
46. el-Vâsi’u
47.el-Hakîmu
48.el-Vedûdu
49. el-Mecîdü
50. el-Bâ’isu
51. eş-Şehîdü
52. el-Hakku
53. el-Vekîlü
54. el-Kaviyyu
55. el-Metînü
56. el-Veliyyü
57. el-Hamîdu
58. el- Muhsî
59. el-Mübdi’ü
60. el-Mü’îdü
61. el-Muhyî
62. el-Mümîtü
63. el-Hayyu
64. el-Kayyûmu
65. el-Vâcidu
66. el-Mâcidu
67. el-Vâhidu
68. el-Ahadu
69. es-Samedu
70. el-Kâdiru
71. el-Muktediru
72. el-Mukaddimu
73. el-Muahhiru
74. el-Evvelü
75. el-Âhiru
76. ez-Zâhiru
77. el-Bâtınu 78. el-Vâlî
79. el-Müteâlî
80. el-Berru
81. et-Tevvâbu
82. el-Muntekimu
83. el-Afüvvu
84. er-Raûfu
85. a.Mâlik-ül
Mülki
b.Zü’l- Celâli
ve’l-İkrâmi
c.el- Muksitu
86. el-Câmi’u
87. el-Ganiyyu
88. el-Muğnî
89. el-Mu’tî
90. el-Mâni’u
91. ed-Dârru
92. en-Nâfi’u
93. en-Nûru
94. el-Hâdî
95. el-Bedî’u
96. el-Bâkî
97. el-Vârisu
98. er-Reşîdu
99. es-Sabûru
99. es-Sabûru






1. Allah (Allah’ın [Celle Celâluhu] özel ismi):

Diğer bütün isimler, Allah (c.c.) isminin adeta sıfatı durumundadırlar. Allah (c.c.) lafzı, bütün güzel isimlerin anlamını kendisinde toplamıştır. Bir insan Allah (c.c.) demeye başladığında ayrıca Allah’ın (c.c.) bütün güzel isimlerini de zikrediyor sayılır. Bundan dolayı tarikatların hemen hepsi zikirde Allah (c.c.) kelimesini temel almışlardır. Bu nedenle zikirlerin en güzeli “Allah” ile yapılır.

Allah (c.c.) bizden Kendi’sini her sıfat ve güzel ismi ile tanımamızı, lafza-i celâlini (yani Allah kelimesini) daima zikretmemizi istemektedir.

2. er-Rahmân (acıyan, merhamet eden):

Allah’ın (c.c.) merhameti (Er-Rahmân güzel ismi) bu dünyada bütün varlıkları kuşatmaktadır. Çünkü er-Rahmân güzel ismi kafir, münafık ve Müslüman olan bütün insanları içerisine alan bir anlam genişliğine sahiptir. Ama bu güzel isim ahrette tecelli etmeyecektir.

3. er-Rahîm (esirgeyen):

Allah (c.c.) ahirette müminleri koruyup kollayacaktır. Mahşer gününün sıkıntısı çok büyük olacaktır. O uzun günlerde müminler cennetle müjdelenmenin keyfini süreceklerdir. Bu güzel isim dünyada ve ahrette sadece müminlere tecelli etmektedir.

4. el-Melikü (gerçek hükümdar):

Nasıl bir hükümdarda devletin bütün erkleri (yasama, yürütme, yargı) toplanırsa Allah (c.c.) da gerçek bir hükümdar, hükümdarlar hükümdarı olarak bu güçleri mutlak ve sınırsız anlamda kendisinde bulundurmaktadır. Çünkü O her şeyin yaratıcısı ve gerçek sahibi olarak böyle bir hakka doğal olarak sahiptir. Fakat imtihan sırrı gereği bunun tecellisi dünyada biraz perdeli ve gizemli bir biçimde gerçekleşmektedir. Ahirette Allah’ın gerçek hükümdar oluşu apaçık tecelli edecektir.

5. el-Kuddûsü (eksiklik ve kusurdan uzak olan, her türlü kemal sıfata sahip olan):

Eksiklik ve kusur yoktan oluşur. İnsan topraktan yaratılmıştır. Toprak da Allah’ın (c.c.) emri ile yoktan meydana gelmiştir. Bu nedenle insan yaratılış itibari ile eksiklik ve kusurdan uzak değildir. Ama Allah (c.c.) her türlü eksiklik ve kusurdan uzaktır.

6. es-Selâmü (varlıklara esenlik ve afiyet veren):

Müslümanlar karşılaştıklarında Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi ile birbirlerine dua ederler. Bilinçsiz de olsa bu güzel ismin yüzü suyu hürmetine her biri diğerine Allah’ın (c.c.) esenlik ve afiyet vermesi için güzel dileklerde bulunur. Başa gelecek kaza ve belalar böylelikle engellenebilir. İnsanlarla selamlaşmamız bizim için can ve mal güvenliğinde bir emniyet kuşağı rolü oynayabilir. Çünkü duanın başa gelecek kaza ve belayı önlemede rol oynadığı hadislerde geçmektedir. Ayrıca Peygamber Salallahu Aleyhi Vessellem, müminin mümine yaptığı duanın kabul olduğunu belirtmiştir.

7. el-Mü’minü (Müslümanlara müminlik vasfını veren, onları gazabından emniyete çıkaran):

Bir kişi Kelime-i şahadet (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammedün rasûlullah) ile İslam dinine girer. Müslüman olur. Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına gösterdiği itina ile müminlik vasfına yükselir. Ama içerisinde her zaman son nefeste iman sahibi olup olmamak konusunda bir kaygı yaşar. Bir türlü sonundan emin olamaz. Bu da aslında imanda aranan bir özelliktir. Bir Müslüman’ın mümin olup olmadığını en iyi Allah (c.c.) bilir. Bu yüzden olacak İmam Şafii Hazretleri (rah.a.) “İnşaallah müminim.” demiştir. Tabii bu son nefeste imanın insana nasip olup olmaması ile ilgili bir kaygının anlatımıdır. Yoksa insanın yaşarken imanında bir kuşkusunun olmaması gerekir.

8. el-Müheyminü (gözetleyen, yapılan amelleri tasdik eden, güvenilir, koruyan):

Allah (c.c.) insanların bütün hallerini gözetlemektedir. Kalplerine vakıf olduğu gibi bütün sözlerine, hal ve hareketlerine de tam anlamıyla hakimdir. Allah (c.c.) kulun ne yapacağını ezeli ilmiyle bilmesine ve bunları Levh-i Mahfuz’a yazmasına karşın yine de amellerini şahit tuttuğu meleklerle kayıt altına aldırır. Levh-i Mahfuz’a yazdığı şeylerle meleklerin yazdığı amel defterleri arasında kıl kadar bir farklılık bulunmaz. Böylelikle amelleri meleklerin tanıklığı ile ahirette kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçeklik ve doğrulukla ortaya serer.

Allah (c.c.) Kendi’sine, dinine sığınanları hem dünyada hem ahirette iyi amellerini de zayi etmeden korur. Ayrıca Allah bu güzel ismi ile velilerini de korumakta ve kollamaktadır.

9. el-Azîzü (şeref yüceliği, galip gelme):

Allah (c.c.) her türlü yüceliğe en layık olandır, her şeye galip gelendir.

El-Azîz güzel ismi Kuran-ı Kerim’de tek başına değil de Allah’ın (c.c.) diğer güzel isimleri ile birlikte kullanılmıştır. En çok el-Hakîm güzel ismi ile birlikte kullanılması dikkati çekmektedir. Bununla dünyanın bir imtihan yurdu, insanların birbirlerine karşı üstünlüklerinin de geçici bir durum olduğu düşündürülmek istenmektedir. Allah (c.c.) dilediği kuluna bu dünyada şeref verir, ahirette vermez. Bazı kullarına dünyada da ahirette de şeref verir. Bazı kulları sadece ahirette şerefe nail olurlar. Asıl önemlisi de insanın ahirette, ebedi mülk ve hayatta şeref sahibi olmasıdır. Çünkü gerçek ve ebedi şeref oradadır.

10. el-Cebbâru (dilediği şeyi yapan, yaptıran, dilediği şeye zorlayan):

Her iradenin üstünde Allah’ın (c.c.) iradesi vardır. O’nun dediği olur. Allah (c.c.) izin vermeseydi insanlar bir an bile olsa isyan edemezlerdi. Allah (c.c.) kimi kuluna (ya ana baba duası ya duası Allah [c.c.] indinde makbul olan insanlarla ya da kalbindeki güzel duyguları ve niyetleriyle…) et-Tevvâb güzel ismiyle isyanından dönüş (tövbe etme) nimeti nasip eyler, el-Hâdî güzel ismiyle İslam dininin yoluna koyar, kimisini de (hiçbir biçimde tövbenin ve hidayetin nasip olmayacağını bildiğinden) el-Cebbar güzel ismiyle dünyada isyanıyla başbaşa bırakıp ahirette büyük bir zarara ve azaba zorlar.

11. el-Mütekebbiru (büyüklük ve üstünlük gösteren ):

Allah (c.c.) yaratıcı olarak bazı haklara sahiptir. Bunlar O’nun yaratılmışlarla paylaşmak istemediği tabii haklarıdır. Son iki güzel isim bunlardandır. Yani el-Cebbâr, el-Metekebbir sadece Allah’a (c.c.) özgüdürler, kullar bu güzel isimlerin sıfatlarına sahip olduklarında kendilerine zulmetmiş olurlar. O zaman ancak birer zorba ve kendini beğenen birisi durumuna düşerler. Nitekim Kuran-ı Kerim’de bu kelimeler insanlar için söz konusu ettiğimiz olumsuz anlamıyla da kullanılmaktadırlar. Oysa bu güzel isimler el-Azîz olan yüce Allah’ın (c.c.) şeref yüceliğine ve mutlak galip gelmesine açıklık getirmektedirler. Allah (c.c.) mutlak adaleti, pek çok hikmeti, sınırsız merhameti ile hiçbir varlığa zulmetmeden onları istediği şekilde zorlayan ve onlara büyüklüğünü gösterendir. O’nun el-Cebbâr, el-Mütekebbir oluşu el-Azîz güzel ismine uygun düşmektedir.

12. el- Hâlıku (yoktan yaratan):

Allah (c.c.) bütün evreni, içerisindeki tüm canlı ve cansız varlıkları yoktan yaratmıştır. Duyu organları yolu ile algılanabilen ve algılanamayan bütün varlıklar O’nun “Ol!” hitabıyla yoktan yaratılmışlardır. O bu yaratmada hiçbir yorgunluk duymamıştır. Kendi’sinden de hiç bir şey eksilmemiştir. İnsanın yaratıcı olarak Allah’ın (c.c.) varlığını kabul edip de O’nun ahirette ilgili mekanları, mahşer meydanını, cennet ve cehennemi yaratamayacağına inanması çok sığ bir düşüncedir. Bu düşünce, bir sanatçının bir tablosuna bakıp hayranlık duyduktan sonra onun bir daha başka güzel bir tablo çizemeyeceğine hükmetmek kadar gerçeğe aykırıdır. Elbette sanatçı tablo yapmak gibi bir beceriye sahipse buna olanak bulduğunda sanatını yapmaya devam edecektir.

13. el-Bâri’u(varlık türlerini uygun ve ölçülü yaratan):

İnsan, organlarına şöyle bir baktığında Allah’ın (c.c.) onları belli bir ölçüde ve uygunlukta yarattığını görür. Organlardaki bu ölçü ve uyum, Allah’ın (c.c.) varlığına ve birliğine bir işarettir. İnsanın ellerine, gözlerine, kulaklarına, diline, yüzüne bakıp da tüm bunların tesadüfen yaratıldığına inanması olanaksızdır. Bunu hiçbir vicdan kabul edemez. Tüm bu organların biçimi, ölçüsü, bunları tasarlayıp yaratan bir Allah’ı (c.c.) gerekli kılmaktadır. Aynı biçim ve ölçü tüm diğer canlı varlıklarda olduğu gibi evrende yıldız ve gezegenler arasında da vardır. Dünyamızın büyüklüğü, güneşe uzaklığı, eğimi bizim yaşamımıza uygun olmak üzere çok ince hesaplarla belirlenmiştir.

14. el-Musavviru (varlık türünün her bir bireyini belli özellik, nitelik ve nicelikte yaratan, onlara betimleyebileceğimiz biçimleri veren):

Allah (c.c.) el-Bâri’ güzel ismi ile her varlık türünü uygun ve ölçülü bir biçimde yaratırken el-Musavvir güzel ismi ile de her bir türün bireylerini birbirinden ayrılan özellik ve niteliklerle farklı kılmıştır. Bu yüzden tıpkı aynısı olan bir ağaç yaprağına dünyada rastlanılamaz. Tabii bunun en güzel tecellisi insan yüzlerinde kendisini göstermiştir. İkizler de dahil olmak üzere dünyada her bir insanın yüzünde ayırıcı özellikler, nitelikler bulunur. Hatta dünya tarihi boyunca ölmüş olanlar için de aynı durum söz konusudur. Allah (c.c.) her insanı farklı bir biçimde tasarlayarak yaratmıştır. Bu da büyük bir nimettir. Zira insanlar birbirinin aynısı olarak yaratılmış olsaydı hukuk meydana gelemezdi. Herkes birbiriyle karıştırılırdı. Bir hırsız için kesin delil asla bulunamazdı, evli eşler birbirlerini başkalarından ayıramazlardı.

15. el- Gaffâru (günahları çok bağışlayıcı olan):

Allah (c.c.) kendisine yönelen ve tövbe eden kullarının günahlarını bağışlar. Şeytan, insanları genellikle Allah’ın (c.c.) çok bağışlayıcı sıfatıyla kandırır. Allah (c.c.) nasıl olsa günahları bağışlar, diyerek insanlara günahı sevimli gösterir: “Ey insanlar, Allah’ın vadi gerçektir. Öyle ise sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok hilekar şeytan da Allah’ın merhamet ve affını ileri sürerek sizi kandırmasın! (Fâtır suresi, ayet 5)”

16. el-Kahhâru (öfkesi ve cezası şiddetli olan; her varlığa hakim olan ve üstün gelen):

Allah’ın (c.c.) dini peygamberimizin (s.a.s) hayatıyla, sözleriyle, yani sünnetiyle ve Kuran-ı Kerim’le ortadadır. Buna inanmayıp karşı gelenleri Allah (c.c.) el-Kahhâr güzel ismiyle kabir hayatında ve ahirette cehennem ateşiyle yakılmak suretiyle cezalandıracaktır. Müslümanlar tövbe edemedikleri günahları için önce azap görüp sonra kurtulacaklardır.

17. el-Vehhâbu (her şeyi karşılıksız bağışlayan, veren):

Bir insanın diğer bir insana yaptığı iyiliğin, iyiliklerin mutlaka bir karşılığı vardır. İnsan çıkarsız hareket etmez. Tabii Allah (c.c.) rızası için yapılan iyilikler bundan müstesnadır. Oysa Allah (c.c.) kullarına karşılıksız verir. O’nun asıl büyük lütfu ahirette müminler için cennette tecelli edecektir. Orada insanın hayal bile edemeyeceği nice nimetler müminleri beklemektedir. Uykunun, ölümün, çirkinliklerin ve kusurların olmadığı o ebedi hayatta Allah (c.c.) müminlere öyle büyük nimetlerle ihsanda bulunacak ki bunları burada saymanın bile imkanı yoktur.

18. er-Rezzâku (rızık veren):

Her canlı varlığın rızkı Allah’a (c.c.) aittir. Doğada rızık taksiminde tuhaf bir yasayla karşılaşırız: Çok hırslı ve güçlü varlıklar rızıklarını zorlukla; tevekküllü ve zayıf varlıklar kolaylıkla elde etmektedirler. Örneğin ağaçlar bulundukları yerden ayrılmadan ve hiç zahmet çekmeden ilahi bir kudretle beslenmektedirler. Oysa bir arslanın beslenmesi için çok emek harcaması ve çeşitli tehlikeleri göze alması gerekmektedir. Yine bir bebek doğar doğmaz annesinin memesinden kolaylıkla ve zahmet çekmeden beslenirken yetişkin bir insanın çalışma ve emek yolu ile doğal ihtiyaçlarını karşılaması söz konusudur. Bu durum rızkın ezelde belirlendiğine, insanın hırs ve çalışması ile artmayacağına delildir.

19. el-Fettâhu (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan):

El-Fettâh güzel ismin kökü olan feth, “açmak” anlamına gelir. Bu maddi ve manevi olabilir. İnsanın yaşamında sınıfını geçmesi, bir sınavı kazanması; kalfanın usta olması, bir iş yeri açması, ev satın alması birer maddi fetih olduğu gibi namaza başlaması, namazdan zevk alması, namazla ilgili bazı sırları yaşaması da birer manevi fetih olarak zikredilebilir. Bu açıdan her ne kadar bu fetihler kulun çalışması ve gayreti ile elde ediliyorsa da bunların her biri Allah’ın (c.c.) izniyle ve el-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle meydana gelmektedir. Bunun için bir insan, tıpkı rızık hususunda nasıl çalışma ve gayret ile fiili duada bulunuyorsa ve bunun sonucu olarak er-Rezzâk olan Allah’ın (c.c.) nimetlerine eriyorsa hayatındaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek için gösterdiği ve birer fiili dua hükmünde olan çalışma ve gayretlerle de Allah’ın (c.c.) el-Fettâh güzel isminin tecellisine vesile olabilir.

Tabii feth deyince aklımıza hemen büyük bir ibadet olan cihat gelir.

20. el-Alîmu (her şeyi bilen):

Allah (c.c.) bu güzel ismi ile insanda onu diğer varlıkların en şereflisi kılacak bir biçimde tecelli etmiştir. İnsanı bilgi sahibi olacak donanımlarla yaratmıştır. İnsan akıl ve duyu organları yolu ile bilgiye ulaşmaktadır. Bilgilerini sınıflandırmakta, karşılaştırmakta, bu yolla yeni bilgilere de sahip olmaktadır.

Allah’ın (c.c.) bilmesi için ne duyu organlarına ne de akla ihtiyacı yoktur.

Allah (c.c.) her şeyi aynı anda bilir. O’nun bilmesine bir sınır çizilemez. O mutlak bilir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında değildir.

21. el-Kâbidu (sıkan, daraltan):
22. el-Bâsitu (genişlik ve ferahlık veren):

Dünya sınavı gereği Allah (c.c.) bazı kullarını maddi ve manevi çeşitli sıkıntılara uğratır. O’ndan gelen her bela ve musibet aslında büyük bir ikramdır. Güzel sabır gösterirsek günahlarımıza kefarettir. Güzel sabır (sabr-ı cemil), ilgili sıkıntıdan dolayı kimseye dert yanmamakla, sıkıntıyı Allah’tan (c.c.) bilip haline şükretmekle gerçekleşir.

Her sıkıntıdan sonra bir kolaylığın olduğu bir doğa yasasıdır, yani bir sünnetullahtır. Tıpkı her yokuştan sonra bir inişin olması gibi. Bu durum her işte de böyledir. İnsan bir işte önce büyük sıkıntı yaşar, bunalır, türlü sorunlarla boğuşur, bir gün gelir işin tadını almaya, meyvesini yemeye başlar. Zor iş artık kolaylaşır. Sıradan bir iş haline gelir. Yüce Allah (c.c.) belki de insanların bu ilahi kuralı anlamakta şaşkınlık yaşayacağını bildiği için tekit maksadıyla şu ayetlerle iki kere yinelemiştir: “Demek ki, güçlükle beraber kolaylık vardır. Evet, güçlükle beraber kolaylık vardır (İnşirâh suresi, ayet 5, 6).”

23. el-Hâfidu (aşağı indiren, dereceleri düşüren):
24. er-Rafi’u (yukarı yükselten, dereceleri artıran):

Her insanın nasıl toplumda bir konumu ve rolü varsa Allah (c.c.) katında da bir derecesi vardır.

İnsanlar toplumdaki konumlarını işlerindeki başkalarına olan yarar ve zararlarıyla, insanlarla olan ilişkilerindeki iyi ve kötü halleriyle elde ederler. Bunların da Allah (c.c.) katında derecelerin belirlenmesinde önemli bir yeri vardır. Ama asıl insanın Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları karşısındaki tavrı onun Allah (c.c.) katındaki derecesini belirler. O’nun emir ve yasaklarına uyan kulluk makamına erer, Allah (c.c.) öylelerini ahirette cennetle ve yüksek derecelerle ödüllendirir. Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarının gereğini yerine getirmeyen ve onlara karşı gelen ahirette cehennem ateşiyle cezalandırılır.

25. el-Mu’izzu (şeref, haysiyet ve namus yüceliği veren):
26. el-Müzillü (kulun yaptığı günahlar sonucu toplumdaki şeref, haysiyet ve namus gibi değerlerini lekelemesine izin veren, elinden alan):

Şeref, haysiyet ve namus gibi manevi kavramlar para ile satın alınamazlar. Bunlar Allah’ın (c.c.) Müslümanlara dünyada verdiği manevi armağanlardır. Bir Müslüman’ın manevi kişiliği bu kavramlardan oluştuğu için o muhteremdir. Her türlü saygıya değerdir. Hiçbir biçimde incitilmemelidir.

27. es-Semî’u (her şeyi işiten):
28. el-Basîru (her şeyi gören):

Allah’ın (c.c.) işitmesi ve görmesi yaratılmış varlıkların işitmesi ve görmesi gibi değildir. İnsanlar ancak dikkatlerini yönelttikleri varlıkların seslerini işitebilirler, kendilerini görebilirler. Ama böyle anlarda bile bazen algı yanılmaları ve yetersizlikleri yaşayabilirler. Allah (c.c.) yarattığı her şeyi her an sınırsız bir dikkatle görür ve işitir. Bunda da bir zayıflık ve kusur olmaz. İnsanların işitmeleri ve görmeleri için kulak ve göz duyu organlarına ihtiyaçları vardır. Allah’ın (c.c.) işitmesi ve görmesi için herhangi bir organa gereksinimi yoktur. İnsan belli bir frekans arasındaki sesleri işitir. Görmesi için de nesnenin gözler önünde bulunması ve havada belli bir derecede ışığın olması gerekir. Allah (c.c.) her frekanstaki sesi işitir ve zifiri karanlıktaki görüntüyü bile görür. Dolayısıyla insanda işitme ve görme yetisi sınırlı ve belirli bir ölçüde iken Allah’ta (c.c.) bu özellikler sınırsız olgunlukta ve tüm yaratıkları her yönüyle kuşatacak boyuttadır.

29. el-Hakemü (Allah [c.c.] Kuran-ı Kerim’le hükmeder):

Kuran-ı Kerim Allah (c.c.) tarafından insanların dünyada ve ahirette saadete ermeleri için indirilmiştir. Allah (c.c.) ve peygamber (s.a.s) bir konuda hüküm vermişse Müslümanların buna itaat etme dışında başka bir seçenekleri yoktur. Bu durumu Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de açık olarak şöyle işlemiştir: “Allah ve resûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra hiçbir erkek yada kadın müminin o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüştür (Ahzâb suresi, ayet 36).”

30. el-Adlu (eksiksiz, mutlak adalet sahibi):

Allah (c.c.) kaza ve kaderinde eksiksiz, mutlak adalet sahibidir. Dünyada görünüşte pek çok adaletsizlikler göze çarpar. Örneğin bir insanın İslam diyarında doğması ile küfür diyarında dünyaya gelmesi İslam dinine girmede ve onunla şereflenmede bir adaletsiz durum olarak göze çarpar. Yine bir insanın doğuştan kör yada başka bir organının engelli olması da böyle değerlendirilebilir. İnsanın kadın yada erkek cinsiyetine sahip olarak doğması, zengin yada yoksul bir ailede dünyaya gelmesi, zeki yada geri zekalı olması, güzel yada çirkin yaratılması elinde olmadan, kaza ve kaderle gerçekleşen şeylerdir. Tüm bunlar ve benzerleri görünüşte Allah’ı (c.c.) adaletsizlikle suçlayabileceğimiz konulardır.

31. el-Latîfu (lütfu bol olan; ince, derin anlamları bilen; latif varlıklara hükmeden):

Bu ismin gerçek anlamını kavrayabilmek için insanın şükreden bir kul makamına ulaşması gerekir. Şükür, Allah’a (c.c.) sonsuz bir minnettarlık duygusu duyarak elindeki nimetleri başkaları ile paylaşmakla gerçekleşir. “Allah kullarına büyük lütuf sahibidir (Latîf’dir). Dilediğini rızıklandırır (Şûrâ suresi, ayet 19).” Allah (c.c.) her kuluna sınırsız nimetlerle lütfetmektedir: Öyle ki Allah’ın (c.c.) üzerimizdeki nimetlerini saymaya kalksak bunda aciz kalırız. Bu nimetlere karşı Allah’ın (c.c.) bizden istediği kulluk görevleri de aslında en büyük lütuflarıdır. Öyle ki bunlar, dünya nimetleriyle kıyaslanmayacak bir değere sahiptirler. Allah’a (c.c.) bütün bu lütuflarına karşı içten bir şükür de büyük bir nimettir. İnsan asıl bu şükür nimetinin karşılığını nasıl ödeyeceği konusunda büyük bir şaşkınlık yaşar.

Allah’ın (c.c.) el-Latîf güzel ismi bir başka anlam daha taşır: “Gözler O’nu göremez. O bütün gözleri görür. O Latîf’dir, Habîr’dir (En’am suresi, ayet 103).” Allah (c.c.) her şeyin künhünü bilir; en katı maddelerin, yeryüzünün bilinmeyen derinliklerin iç yüzüne vakıftır. Hiçbir şey O’na kapalı değildir. Her şey latif (şeffaf) bir cisim gibi O’nun önündedir. Gözlerin algılamaktan uzak olduğu şeyler O’nun için apaçık bir özelliğe sahiptir. Ayrıca her fiil onun iradesi ile meydana gelir. Başımıza gelen kötü işlerde bazen bizim algılayamadığımız nice hayırlı incelikler olabilir. Bunlar Allah’a (c.c.) aydındır.

32. el-Habîru (her şeyden haberi olan):

İnsanlar duyu organları, akılları ile varlık, olay ve olgulardan haberdar olurlar. Bu da çoğu zaman yanlış ve yalan bilgilerle karışır. Allah (c.c.) her şeyden bir organa ve alete ihtiyaç duymadan haberdar olur. Haddizatında her varlık O’nun gözü önündedir. Hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Her olay O’nun izni ve yaratması ile meydana gelir. Ayrıca Allah (c.c.) her varlığa kaza ve kaderle hükmeder. Onun için Allah (c.c.) her şeyden mutlak anlamda haberdardır.

33. el-Halîmu (kulun yaptığı kötü şeylere yumuşak davranan, anlayışlı olan):

Bir insan çaresizlikten, zayıflıktan, yoksulluktan dolayı insanlara yumuşak huylu görünebilir. Ama aynı insan diş geçireceği birisini buldu mu arslan kesilebilir. İşinde üstlerinin karşısında elleri böğründe nice kişi evlerinde çoluk çocuğuna zulmedebilir. Asıl ağır başlılık ve anlayışlı olma, elinde bir güç ve olanak olduğu halde ve her türlü iktidar imkanına kavuştuktan sonra da çevredeki tüm insanlara yumuşaklık göstermektir. Allah her türlü güç ve iktidara sahipken insana yumuşak davranır.


34. el-Azîmu (ululuk, yücelik sahibi):

Allah’ın (c.c.) yüceliğini, ululuğunu kavramak olanaksızdır. Bunu ancak zıddıyla veya çeşitli karşılaştırmalarla anlayabiliriz. Ulu, yüce kavramlarının zıddı küçük ve basittir. Evren o kadar geniştir ki içerisinde dünya yaratılalı beri henüz ışığı bize ulaşamamış yıldızlar bulunmaktadır. Evrenin bu genişliği ile insanın sınırlı kavrayışı karşılaştırıldığında Allah’a (c.c.) izafe edilen yücelik, ululuk kavramları az çok anlaşılabilir. Oysa Allah (c.c.) henüz dünya yaratılalı beri bize yıldızlarının ışığı ulaşamamış bu evrenin değil mahiyetlerini bilemeyeceğimiz sınırsız sayıdaki evrenlerin yaratıcısıdır. Bu durumda O’nun yüceliğini, ululuğunu (el-Azîm oluşunu) evrenlerle bile karşılaştırmak, sınırlandırmak büyük bir günahtır.

35. el-Gafûru (günahları bağışlayan):

İnsanın (c.c.) günahlardan kurtulması tövbe etmesiyle mümkündür. Tövbe etmeden günahlarının bağışlanacağını düşünmek şeytanın bir vesvesesi (propagandası) ve nefsin bir oyunudur. Nitekim Hıristiyanlar bu istenmeyen duruma düşmüşler, Hz İsa’nın (a.s.) bu dünyada feci bir şekilde öldürülmesinin (oysa Hz. İsa [a.s.] öldürülmemiştir, göğe kaldırılmıştır) ve günahlarını itiraf ettiği papazların kendilerini kurtaracaklarını sanmışlardır. Gerçi Allah’ın (c.c.) bağışlamasını ve rahmetini tövbe etme ile sınırlamak da doğru değildir. Maalesef Mutezile mezhebinde olanlar (Kaderiyeciler), bu yanlışa düşmüşler, yani tövbe etmeden Allah’ın (c.c.) kullarının günahlarını bağışlamayacağını iddia etmişlerdir. Ehl-i sünnete göre, Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de şirk dışında kalan günahları affedebileceğini bildirmiştir (Nisa suresi, ayet 48). Ama kula düşen görev, günahları için tövbe etmektir.

36.eş-Şekûru (asıl kendisine teşekkür edilecek yüce varlık):

Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir.

37. el-Aliyyu (varlıkların nitelik ve niceliği ile karşılaştırılması doğru olamayan Allah’ın [c.c.] kudretinin ve zatının yüksekliği):

Allah’ın (c.c.) kudretinin yüksekliğini kavramak olanaksızdır. Bunu ancak zıddıyla veya çeşitli karşılaştırmalarla anlayabiliriz. Yüksek kavramının zıddı alçaktır (süfli). Allah’ın (c.c.) dışında her şey bununla vasıflanabilir. En alçak şeyler onun günah saydığı fiillerdir. Sonra sırasıyla mubahlar, helaller gelir. Kul Allah’a (c.c.) yöneldiği zaman yücelir, yükselir. Çünkü O el-Aliyy’dir. Kul, dünyaya ilgi göstermeye başladığında alçalır, düşer. Zaten dünya da deni (alçak) sözcüğünden türemiştir. Harama bulaştığında ise pis bir bataklığa saplanmıştır. Tabii el-Aliyy ile dile getirilen kavram, varlıkların nitelik ve niceliği ile bir ilgisi olmayan Allah’ın (c.c.) zatının, dolayısıyla şan ve şerefinin yüksekliğidir.

38. el-Kebîru (varlıkların nitelik ve niceliği ile karşılaştırılması doğru olamayan Allah’ın [c.c.] kudretinin ve zatının büyüklüğü):

Allah’ın (c.c.) kudretinin büyüklüğünü kavramak olanaksızdır. Bunu ancak zıddıyla veya çeşitli karşılaştırmalarla anlamaya çalışabiliriz. Tabii burada büyüklük kavramı ile varlıkların nitelik ve niceliği ile bir ilgisi olmayan Allah’ın (c.c.) kudretinin büyüklüğü kastedilmektedir. Dünyadaki en büyük şeyle evrenin büyüklüğünü karşılaştırmak Allah’ın (c.c.) kudretinin büyüklüğü hakkında bizlere az çok fikir verebilir herhalde. Kudreti sonsuz büyüklükte olan Allah’ın (c.c.) karşısında biz insanlar ne kadar zayıf bir durumdayız.

Kudreti sonsuz olan Allah’ın (c.c.) zati büyüklüğünü maddi anlamda düşünmemek gerekir. Çünkü maddi büyüklük yaratılmışlar için söz konusudur. Allah’ın (c.c.) vücudu madde olmadığı için büyüklük, küçüklük gibi sıfatlardan uzaktır. O’nun zati büyüklüğünü bir ülke yöneticinin sahip olduğu konumla herkesin saygısını kazanmasına, herkeste hayranlık, çekinmek, korku ve haşyet uyandırma gibi karizmatik özelliklerine benzetebiliriz. Kuşkusuz bu konularda Allah’ın (c.c.) büyüklüğü ile bir devlet başkanının büyüklüğünü karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.

39. el-Hafîzu (koruyan, saklayan):

Allah’ın (c.c.) bu güzel isminin tecellilerini doğada ve insan üzerinde her zaman görebiliriz. Bir bitki tohumunu elimize alıp incelediğimizde onu olumsuz dış koşullara karşı koruyan bir kabukla çevrili olduğunu görürüz. Hayvanlar dünyasında yeni doğan yavruların uzun bir süre annelerinin şefkatli himayeleri altında olduklarını biliriz. Bir tavuk gücüne bakmayarak yavrularını korumak için gerektiğinde bir köpekle savaşır. Halbuki o tavuk anne olmadan önce bir köpek gördüğünde kaçacak bir delik arardı. El-Hafîz güzel isminin insan üzerindeki tecellisi bizleri daha derin düşüncelere sevk etmektedir. Daha bebek doğmadan önce anne karnında güvenli bir şekilde korunur. Doğar doğmaz annenin memelerinde oluşan sütle yaşamı için gerekli tüm gıdalar ve su miktarı en mükemmel şekilde ve en ideal bir kıvamda ona sunulur. Anne ve babanın kalplerine yerleştirilen şefkat ve merhamet duyguları ile en itinalı bir biçimde büyütülür. Dünyaya güçsüz ve çaresiz olarak gelen bu bebek, güvenlik duvarları ile etrafı çevrilen bir devlet adamından daha güzel korunur.

Allah (c.c.) sadece nesli korumakla kalmaz. Varlıkların tüm ihtiyaçlarını doğada var ederek yaşamı da güvence altına alır. Bu koruma dünyayı, güneşi, evreni de içine alır. Dünyanın eğimi, izlediği yörünge, güneşe uzaklığı canlı varlıkların yaşamlarını devam ettirmesine olanak sağlayan ve onları koruyan bir hesaba, ölçü ve uyuma göre tespit edilmiştir.

Bela ve musibet ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile insana ulaşır. Sadece deprem, yangın, sel gibi doğal afetler değil, insanlardan da gelebilecek her türlü zarar ziyan, şer de ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana gelir. Allah (c.c.) bela ve musibet konusunda kendisine el açıp sığınan kullarını korur. Hadis-i şeriflerde geçtiği üzere başa gelebilecek bela ve musibetler dua ile üzerimizden kalkabilir; ayrıca sadaka da bela ve musibeti def edebilir. Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi ile Allah’a (c.c.) sığınma adeta can ve mal sigortası yaptırmak gibidir. Kuşkusuz hiçbir insan Allah’ın (c.c.) kaderini yargılama ve eleştirme hakkına sahip değildir. İnanan bir insan için O’ndan gelen şer de olsa mutlaka içinde bir hayır gizlidir. Bu açıdan nasıl bir malı sigorta yaptırdığımızda o mala zarar gelmesini önleyemediğimiz halde bu zararı karşılayacak bir kurum buluyorsak Allah’a (c.c.) bu güzel ismin yüzü suyu hürmetine sığındığımızda başımıza gelen bela ve musibetlerde ancak kendimizin bir sır olarak algılayabileceği bir ilahi yardımı aldığımıza da şahit olabiliriz. Çünkü Allah (c.c.) kimsenin duasını boş çevirmez.

40. el-Mukîtu (herkese hak ettiği karşılığı veren; rızıkları taksim eden, varlıklara günlük gıdalarını veren):

Kuran-ı Kerim’de Allah’ın (c.c.) el-Mukît güzel ismi genel bir anlama gelecek biçimde şöyle bir ayette de geçmektedir: “Kim iyi bir işe vesile olursa bu iyilikten onun da bir nasibi vardır. Kim bir kötülüğe aracı olursa bu kötülüğün vebalinden mutlaka ona da bir pay vardır. Allah her şeyin karşılığını vericidir (el-Mukît) (Nisâ suresi, ayet 85).” Burada el-Mukît vesile veya aracı olduğumuz bütün iyiliklerin ve kötülüklerin sonucu elde ettiğimiz kazancın karşılığını veren olarak çok geniş bir anlama gelecek biçimde kullanılmıştır. Sözcüğün kökü “kût”tur (besin, gıda). Bundan dolayı el-Mukît, rızıkları taksim eden, varlıklara günlük gıdalarını veren anlamıyla yaygın olarak tanınmıştır.
Allah (c.c.) her kulun her türlü ihtiyacını bilen ve karşılayandır. Çaresiz bir bebeğin günlük gıdasını anne sütüne koymuş, böylelikle onu sağlıklı ve dengeli büyümesinde ilk altı ay için gerekli hiçbir gıda maddesinden yoksun bırakmamıştır.

41. el-Hasîbu (kullarının hesabını bilen, gören):

Yaşamımızın sonunda ölüm olduğu gibi günümüzün sonunda da ölümü andıran bir uyku bulunmaktadır. Uyku sırasında bilincimiz etkisiz kalmakta, aciz bir biçimde kendimizden geçmekteyiz. Bir hırsız veya düşman bize bu sırada rahatlıkla zarar verebilir. Böyle birisi bu durumda bizi öldürmeye kalksa kılımız bile kıpırdamaz. Aslında ölüm ve uyku yaşamımızın her anına sinmiştir. Bilincimiz çoğu zaman böyle uykulu bir sersemlikle hareket etmektedir. Allah’a (c.c.) inandığımız halde hesabını veremeyeceğimiz sözler söylemekte ve işler yapmaktayız. Allah’ın (c.c.) el-Hasîbu güzel ismini unutmakta ve bizi bu dünya yaşamından ötürü hesaba çekecek olan yüce Allah’a (c.c.) çoğu zaman isyan etmekteyiz. Allah’ın (c.c.) el-Hasîbu güzel ismi insanı hesap gününe hazırlamada sorumluluk sahibi kılmaktadır.

42. el-Celîlü (azamet, yücelik, ululuk, izzet sahibi olmak, heybetinden korku ve kaygı uyandırmak, emir ve yasaklar koymak, varlıklara özgü sıfatlardan uzak olmak):

Allah (c.c.) öyle yücedir ki tüm insanlar, hükümdarlar ve yasalar üstünde bir güce sahiptir. Emir ve yasak koyma yetkisi Allah’a (c.c.) aittir. Bu güzel isimde ifade edilen ululuk ve yücelik, Allah’ın (c.c.) emir ve yasak koyma yetkisiyle bütün varlıkların üzerinde bir konumda bulunmasıdır.

Evrenin ve doğanın yasaları karşısında tüm varlıklar boyun eğmiş durumdadırlar. Allah (c.c.) koyduğu yasalarla evreni ve doğayı yönetmekte, her varlığa da doğaya ve evrene bağlı yönüyle hükmetmektedir.

Allah (c.c.) ululuğun ve yüceliğin hakkı için ilahi kitaplarla ve peygamberlerle ilettiği emir ve yasaklara kullarının uymasını istemekte, ahirette bunlardan insanları sorumlu tutmaktadır. Dünya imtihanı gereği O’nun emir ve yasaklarına uymayanlar yaşamlarında hesaba çekilip cezalandırılmasa da öldükten sonra her insanı ebedi ödül ve ceza için büyük bir hesap günü beklemektedir.

O’nun her emrinin ve yasağının altında sayısız hikmetler yattığı halde kula düşen görev, sadece O’nun emri ve yasağı olduğu için baş eğmektir. Emrin ve yasağın altındaki hikmete eremesek de Allah (c.c.) için gereğini yapmak gerekir. Çünkü melekler Allah’ın (c.c.) korkusundan titrerler. Allah’ın (c.c.) veli kulları da hep sonlarından endişe ederler. Allah’ın (c.c.) her emri ve yasağı O’nun ezeli bilgisi ile damgalı olduğu için değişmez ve mutlak doğrudur.

43. el-Kerîmü (cömert olan):

Asıl cömertlik insanlara karşılık beklemeden, Allah (c.c.) rızası için bir şeyler ikram etmektir. Allah kullarına karşı sonsuz nimetlerle cömertlik yapmaktadır.
Kuşkusuz her amelde nefsin de payı vardır. Cömertlikte de bu pay biraz bulunabilir. Ama niyeti halis tutmakla hedefe ulaşılabilir. Onun için bazı insanların desinler diye yaptığı ikramlar inşaallah bu cömertlik sınıfına girer. Gerçi ibadete zerre kadar riya girse onu bozar. Ama cömertlikte nefsin etkisini, dolayısı ile riyayı tamamıyla ortadan kaldırmak mümkün görünmemektedir. Onun için kendimizi cömertliğe teşvik ederken nefsin ve şeytanın vesvese vereceği bu damarı ortadan kaldırmak için cömertlikte her zaman belli bir derecede riyanın da bulunabileceğini ama Allah’a (c.c.) yapılacak istiğfarla bunun ortadan kalkacağını düşünmeliyiz.

44. er-Rakîbu (gözetleyen):

Allah (c.c.) canlı ve cansız varlıkları yarattıktan sonra bir kenara çekilmemiştir. O her yarattığı varlığı kendisine özgü olan sonsuz güç ve kudretiyle gözetlemektedir. İnsanın sınırsız ihtiyaçları için çeşitli çare yollarını yaratan O’dur. Ta doğumundan itibaren insanı annesinden ve babasından daha sıkı bir biçimde gözetlemiştir. Bu nedenle anne ve babasını kendisine bakması için gerekli içgüdüsel donanımla O yaratmıştır. Yeryüzü canlı ve cansız varlıkları ile onun yaşamsal ihtiyaçları için gerekli bütün şeyleri karşılamakta yada bir hizmetçi gibi iş görmektedir.

45. Mucîbu (duaları kabul eden):

Dua, Allah’a (c.c.) sunulan bir dilekçedir. Yöntemine ve kurallarına uygun olarak yapılırsa kabul edilir. Kul Allah’a (c.c.) dua yolu ile müracaat ettiğinde Allah (c.c.) onun duasını işitir ve ona karşılık verir. Sıkıntısını ve ihtiyaçlarını giderir.İnsanın Allah’a (c.c.) dua etmeden önce aczini, zayıflığını göstermesi gerekir, ki bu da en güzel biçimde namazda bulunmaktadır. Namazda rüku ve secde gibi rükünler, insanın Allah (c.c.) karşısında aczini ve zayıflığını gösteren en ideal hareketlerdir. Kulluk makamı en güzel biçimde namazda yaşanır. Evrenleri yoktan yaratan Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkıp dua etmeden önce bir kulluk merasimi gereklidir. İşte namaz bize bu yolu hazırlamaktadır.

46. el-Vâsi’u (Allah [c.c.] her yönüyle varlıkları kapsayıcıdır, O’nun dini ve nimetleri geniştir):

Allah (c.c.) bilgisi, gücü ve iradesiyle bütün varlıkları kuşatmıştır. Uçsuz bucaksız evren bütün yönleri ile Allah’ın (c.c.) bilgisi, gücü ve iradesi altındadır.

El-Vâsi’ güzel ismi ile Allah’ın (c.c.) bilgisi, gücü ve iradesi ile bütün varlık âlemini kuşatması anlamı yanında bir de nimetlerinin genişliği üzerinde düşündürülmek istenmektedir. Allah (c.c.) sadece bir meyve çeşidi yaratıp kullarını onu yemeye zorlamamıştır. Herkesin damağının zevk alacağı sayısız meyve çeşidi dünya sofrasında önümüze sürülmüştür. Allah’ın (c.c.) kullarına verdiği genişlik nimeti aile kurumunda en güzel biçimde tecelli etmektedir: Verilen göz ve kalp nimetleri ile insanlar eşlerini beğenerek seçiyorlar, ayrıca geçimlerinde çok büyük bir sıkıntı yaşadıklarında din pek hoş karşılamasa da boşanma seçeneği bir nimet olarak onlara veriliyor. Anne ve babanın büyüyünceye kadar evlatlarının maddi ve manevi her türlü sıkıntısını omuzlarına almaları da evlatları lehine bu nimet genişliğinin bir başka boyutudur.

47. el-Hakîmu (her işe önce Allah [c.c.] kaza ve kaderle hükmeder, Allah [c.c.] her işi bir hikmete göre yapar):

Kaza ve kader Allah’ın (c.c.) hakkıdır. Çünkü O kullarına dilediği gibi hükmetme hakkına sahiptir. İsterse herkese zulüm yapabilir. Kullarının buna hiçbir suretle itirazları olamaz. Nitekim insan et ihtiyacı için hayvanları kesmekte ve yemektedir. Aklı başında olan hiç kimse hayvanların yaşam haklarının olduğunu, bunun için canlı bir varlık olarak kesilmemeleri gerektiğini savunamaz. Çünkü insanın kısmi irade sahibi bir varlık olarak canlı varlıkların hayatı üzerinde hakkı bulunmaktadır. Bunun gibi Allah (c.c.) da mutlak irade sahibi yaratıcı olarak kulları üzerinde mutlak bir tasarruf ve hükmetme hakkına sahiptir. O’nun yaptığı şeyler üzerinde hiç kimsenin itirazda bulunmaya hakkı yoktur. Ama Allah (c.c.) böyle zorba biri gibi değil de kaza ve kadere en güzel ve insanın hoşuna giden, hayranlık duyduğu sıfat ve güzel isimlerle egemendir. Zira Allah (c.c.) ezeli ilmi (el-Alîm), pek çok hikmeti (el-Hakîm), mutlak adaleti (el-Adl), sınırsız merhameti (er-Rahmân) ile kaza ve kadere hükmeder. Her insanın kaderi Levh-i Mahfuz’da bir hüküm olarak yazılmıştır. Zamanı geldiğinde bunların meydana gelmesine kaza denir. İnsanın Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerinde rıza göstermesi Allah’ı (c.c.) el-Alîm, el-Adl, er-Rahmân el-Hakîm güzel isimleri ile tazim etmesi (yüceltmesi) anlamına gelir.

48. el-Vedûdu (Allah [c.c.] müminleri sever; Allah [c.c.] sevilecek asıl varlıktır):

Allah (c.c.) neslin devamını kadın ile erkek arasında koyduğu aşk ve sevgiye bağlamıştır. El-Vedûd güzel ismin en büyük ve dikkati çeken tecellisi burada görülür. Bu sayede eşler ailenin onca sıkıntısına göğüs gerer. Asıl sevilecek olan Allah’tır. Çünkü Allah da müminleri sever. O’nun dışındaki sevgiler mecazidir, gerçek değildir. Yok olucudur.

49. el-Mecîdü (ihsanı, bereketi ve rahmeti ile şanı, şerefi pek yüce ve büyük olan):

“O arşın sahibidir, pek şereflidir (el-Mecîd) (Bürûc suresi, ayet 15).”, “Bilakis o pek şerefli (mecîd) Kur’an’dır (Bürûc suresi, ayet 21).” Bu her iki ayette de dikkati çeken şey el-Mecîd güzel ismin anlaşılması için Allah’ın (c.c.) Kuran-ı Kerim ile arşı söz konusu etmesidir. Kuran-ı Kerim Allah’ın (c.c.) sözüdür. Arş, mekandan münezzeh olan Allah’ın (c.c.) bulunduğu yerdir. Bunlar yüceliğini, büyüklüğünü, şerefini Allah’tan (c.c.) almaktadırlar. Şu ayet-i kerimede el-Mecîd güzel ismine farklı bir anlamla yaklaşılacak bir durum söz konusudur: “Ey ev halkı, Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinizedir! Muhakkak O Hamîd’dir, Mecîd’dir (Hud suresi, ayet 73).” Mecd kelimesi Arap dilinde “kemal vasıfların ve iyilik yapma fiillerinin bol olması” anlamına gelmektedir. Buna göre bu ayet-i kerimede el-Mecîd güzel ismi Allah’ın (c.c.) ihsanını, rahmet ve bereketini temsil etmektedir. Arş da Kuran-ı Kerim de şanını, şerefini, yüceliğini ve büyüklüğünü Allah’ın (c.c.) ihsanı, rahmet ve bereketinden almaktadır. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de arşını el-Kerîm (Mü’minûn suresi, ayet 116) ve el-Azîm (Tövbe suresi, ayet 129) güzel isimleri ile de nitelemiştir. Bilindiği üzere Kuran’a da en yaygın sıfat olarak “kerim” uygun görülmüştür. Buna göre El-Mecîd güzel ismi adeta el-Kerîm (çok cömert) ile el-Azîm (yüce, ulu) güzel isimlerinin anlamlarını kendisinde toplamaktadır.

50. el-Bâ’isu (ölüleri dirilten, peygamberleri gönderen):

Ölüm ile hayat görünüşte sona ermektedir. Ama ölen kişi için böyle bir son bulunmamaktadır. Ölünce de yaşamı kabir hayatında, berzah âleminde devam etmektedir. Kıyamet günü de Allah (c.c.) onun cesedini yeniden şekillendirip diriltecektir. Bundan dolayı peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır: “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Aslında ölen kişi için yaşam adeta daha bir bilinçli hale gelmektedir. Bundan dolayı peygamberimiz (s.a.s) konuyla ilgili şöyle demiştir: “İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar.”
Ayrıca bu güzel isim peygamberleri gönderme anlamına da gelmektedir.

51. eş-Şehîdü (kullarının her işine şahit olan, kendi varlığı ve birliği delillerine kullarının şahit olmasını sağlayan):

Allah (c.c.) insanın her yaptığı işe şahittir. O’nun şahitliğinden kimse kurtulamaz. Tek kişinin olduğu yerde ikincisi, iki kişinin olduğu yerde üçüncüsü O’dur. Ayrıca Allah (c.c.) kimsenin ahirette yapıp ettiklerine ve söylediği sözlere itiraz etmemesi için insana görevlendirdiği melekleri ve onların yazdıklarını da şahit tutar.

Er-Rakîb güzel ismi ile eş-Şehîd güzel ismi anlam bakımından birbirlerine çok yakındır. Er-Rakîb güzel isminde dünya yaşamında kulu gözetleme, kontrol altına alma anlamı söz konusu iken eş-Şehîd güzel ismi ile ahirette kulun hesabı görülürken aleyhinde ve lehinde delil için tanık olma anlamı kendisini hissettirmektedir.

52. el-Hakku (Allah gerçeği ortaya serer, yalanı, yanlışı geçersiz kılar):

Allah (c.c.) haktan yanadır. Her zaman haklı kazanır. Bazen haksız olan kazanıyor görünse de mutlaka sonuçta haklı olan galip gelir. Yalnız hakkın ahirete bırakıldığı durumlar da vardır. İlahi adalet hep haktan yana ilerler. Batılın bazen galip gelmesi bir imtihan sırrıdır. Allah’ın (c.c.) gerçek inanan kulları ile kalbinde kuşku bulunanları birbirinden ayırdığı bir süreçtir. Böyle bir durumda iken mümin haktan hiç kuşku duymaz, onun bir gün tecelli edeceğini bilir. Çünkü hak Allah’ın (c.c.) sözüdür, değişmez.

53. el-Vekîlü (Allah [c.c.] zulme uğrayanların ve her işte kendisine güvenenlerin vekilidir, avukatıdır):

Dünyalık işlerimizi yaptırmak için bazen vekil ararız. Vekil bizim adımıza işlerimizi sağlıklı bir şekilde yürütür. Hele hukuk gibi ciddi bir alanda bir avukata danışmadan ve vekalet vermeden bir davaya girişmeyiz. Hastaneye giden kişi sağlığını doktora emanet eder. Devleti de seçimlerde bizi temsil eden vekillere emanet ederiz. Din işleri de dünya işlerini andırır. Her işte Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek imanın, teslimiyetin ve kulluğun bir gereğidir. Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek, O’na tevekkül etmektir. Tevekkül etmek ise, önce elimizden geleni yapıp sonra işin sonucunu Allah’a (c.c.) bırakıp güvenmektir. Müslüman’ın Allah’a (c.c.) güvenmek adına daima ağzında düşürmediği cümle şudur: Hasbünallahu ve ni’mel-Vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir).
54. el-Kaviyyu (Allah [c.c.] sınırsız güç ve kudret sahibidir):

İnsanlar eski çağlarda olduğu gibi günümüzde putlara tapmıyorlar. Taştan, tahtadan yapılma putlarla Allah’a (c.c.) şirk (ortak) koşmuyorlar. Ama şirk yine de çağımızda devam etmektedir. İnsanlar günümüzde artık para, makam, şöhret, nüfuz sahibi olma gibi bazı varlık ve olguları Allah’a (c.c.) ortak koşuyorlar. Bunları en büyük güç ve kudret kaynağı olarak algılayıp Allah’a (c.c.) dayanıp güvenmemektedirler. Bunlar uğruna ibadetlerini ihmal etmekte ve haramlara bulaşmaktadırlar. Kuşkusuz bu varlık ve olgular da birer nimettir. Ama ne zaman ki bu nimetler yaşamda amaç haline gelirse o zaman Allah da (c.c.), O’nun dini de bir tarafa atılır. Ne mutlu o Müslüman’a ki bu nimetleri araç bilerek Rabb’ine bunlarla yaklaşmayı vesile olarak görmüştür.

55. el-Metînü (Allah [c.c.] gücü azalmayandır):

Allah (c.c.) mutlak güç, kudret sahibidir. O’nun gücü ve kudreti ne azalır ne de çoğalır. Güçte, kudrette azalıp çoğalma bizler gibi fani varlıklar için söz konusudur. El-Kaviyy güzel isminde Allah’ın (c.c.) sınırsız bir güç ve kudrete sahip olduğu ifade edilirken el-Metîn güzel ismi ile O’nun güç ve kudretinin hiçbir şekilde azalmaması vurgulanmaktadır. Canlı varlıklar hayatlarının çeşitli dönemlerinde güç ve kudretlerinde değişme yaşarlar. Çaresiz ve güçsüz bir biçimde dünyaya gelen bir bebek, gençlik döneminde güç ve kudretinin zirvesine ulaşırken yaşlılık döneminde bu yönden gerilemeye başlar. Allah (c.c.) ezeli ve ebedi olan güç ve kudretiyle böyle evrelerden uzaktır.

56. el-Veliyyü (Allah [c.c.] müminlerin dostudur, seçtiği kulları Kendi’sine dost edinir):

Allah’ı (c.c.) duyu organları ile algılayamıyoruz. Çünkü O yüce ve uludur. Ama O yarattığı varlıklardan, dolayısıyla insanlardan uzak değildir. Bazı zengin insanlar vardır. Varlıkları onları toplumdan ve insanlardan uzaklaştırır. Kendi bencil dünyalarında onları yalnız kılar. Allah (c.c.) böyle değildir. O sonsuz zenginliği, gücü ve kudretiyle insanlardan uzaklaşmıyor. Bazı insanları kendisine yakın kılıyor.
57. el-Hamîdu (övgüye layık olan):

Hamd Allah’a (c.c.) teşekkür etmekten öte bir şeydir. Hamd nimete şükür yanında Allah’ı (c.c.) öven bir anlam taşımaktadır. Bu nedenle insanlara teşekkür edilir, ama hamd yalnız Allah’a (c.c.) yapılır. Çünkü gerçekte tek övgüye layık olan Allah’tır. İnsanlara karşılığında teşekkür ettiğimiz iyilikleri yaratan da Allah’tır. Öyle ki sebepler zincirine baktığımızda asıl iyiliği yapanın Allah (c.c.) olduğunu görürüz. O kişi sadece bir vesiledir. Bu nedenle kula teşekkür ettikten sonra bütün bu sebepler zincirini yoktan var eden Allah’a (c.c.) da hamd etmemiz gerekir. Örneğin elimize kadar ulaşan ekmek için bakkala, fırıncıya, uncuya, çiftçiye ve emeği geçen diğer insanlara bir bir teşekkür edebiliriz. Bunu hak etmişlerdir. Ama buğdayı ve toprağı yoktan var eden, tarlaya ekilen buğdaya suyla hayat veren, O’nu çoğaltan Rabb’imize şükretmenin yanında O’nu övme ihtiyacı da duyarız. Bu hamddir. Ayrıca ekmeğin elimize kadar ulaşmasında emeği geçen bakkal, fırıncı, uncu, çiftçi ve başka insanlar Allah (c.c.) tarafından yaratıldıkları gibi bu insanların her birisinin bu iş için harcadıkları güç ve kudret de Allah’a (c.c.) aittir. O’nun için kula teşekkürü hak eden her nimet Allah’a (c.c.) da hamdi gerektirir.

58. el- Muhsî (Allah [c.c.] varlıkları ve onların sayılarını bilendir):

Bir insanın dünyadaki bütün kum tanelerinin sayısını bilmesine imkan var mıdır? Tüm insanlar biraraya gelip de işlerini güçlerini bırakıp bu işle ilgilenseler bile yine de bunun üstesinden gelemezler. Peki her bir kum tanesinin ağırlığı, hacmi, rengi, maddesel ve yapısal özellikleri hakkında rapor yazılabilir mi? Dünya yaratılalı beri yaşayan tüm insanlar bu işe ömürlerini vermiş olsalardı bile bunu başarmalarına olanak yoktur. İşte insan hatta tüm insanlar için olanaksız olan bu işler el-Muhsî olan Allah (c.c.) için son derece kolaydır. O her şeyin sayısını bildiği gibi her varlığı tüm özellikleri ile de tanır. Her şey O’nun bilgisi dahilindedir.

59. el-Mübdi’ü (Allah [c.c.] ilk kez, örneksiz yaratandır):
60. el-Mü’îdü (Allah [c.c.] öldükten sonra hesap için ikinci kez yaratandır):

“Varlıkları ilkin yoktan yaratan, ölümden sonra da dirilten O’dur. Gökte ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. Gerçekten O Azîz ve Hakîm’dir (Rum suresi, ayet 27).” Allah (c.c.) bütün varlıkları örneksiz yaratmıştır. Halbuki bir ressam ancak varlıkları taklit yolu ile sanatını gerçekleştirir. Yoktan bir şey yaratamaz. Modern resimde bile bu çeşit bir taklit yine söz konusudur. Başka varlıklara ait öğeler değişik bir kompozisyonda bir araya toplanmıştır. Allah (c.c.) ise yaratırken bir modele ihtiyaç duymamıştır. Mutlak iradesiyle kendisi yoktan tasarlayıp yaratmıştır. Yaratırken modern ressamlar gibi hareket etmemiş, başka varlıkların parçalarına da bir gereksinim duymamıştır. Allah (c.c.) hiçbir şeyi de boşuna yaratmamış, varlıkta kendi sıfatlarını ve güzel isimlerini işlemiştir.
Allah (c.c.) yoktan inşa ettiği varlıkların vücutlarını ölümle yok etmektedir. Bitkiler çürüyüp toprağa karışmakta, hayvan ve insan cesetleri de ölümle bozulup dağılmaya yüz tutmaktadırlar. Allah ölen canlıları tekrar diriltecektir. Kıyamette insanları diriltip hesaba çekecek, cezalandıracak ve ödüllendirecektir.

61. el-Muhyî (ölüleri dirilten):

El-Muhyî güzel ismi Kuran-ı Kerim’de sadece aşağıdaki iki ayrı ayette olmak üzere “muhyi’l-mevtâ (ölüleri dirilten)” biçiminde geçmektedir. “İşte bir bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl da hayat veriyor? İşte Allah, muhakkak ölüleri de böyle diriltecek. Çünkü O her şeye kadirdir (Rûm suresi, ayet 50).”, “O’nun ayetlerinden birisi de şudur: Sen yeri kupkuru görürsün. Fakat biz üzerine su indirince yer harekete geçip kabarır. İşte bu yere kim hayat veriyorsa ölüleri de O diriltecektir. Çünkü O her şeye kadirdir (Fussılet suresi, ayet 39).”
Bitkiler âlemindeki her yıl baharda gözlenen diriliş olayı Allah’ın (c.c.) her şeye gücünün yettiğine ve ölüleri de böyle dirilteceğine işaret etmektedir. El-Muhyi yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah’ın (c.c.) ölülere can vermesi anlamına gelir. İnsanı ilk defa yaratıp can veren Allah (c.c.), elbette öldükten sonra tekrar yaratıp can verecektir. Çünkü bunun doğada görülen örnekleri vardır. Örneğin vücudumuzda saniyede milyonlarca hücre ölmekte, milyonlarcası da yeniden doğmaktadır.

62. el-Mümîtü (hayatı alan, öldüren):

Dünyadaki bütün canlılar, belirli bir ömre sahiptir. Mikroptan file, ottan elma ağacına kadar her canlı varlık, ömrünü tamamlayınca mutlaka ölmektedir. Oysa insanın içerisinde bir ebediyet özlemi bulunmaktadır. Bu nedenle ölüm insanda büyük bir kaygıya neden olmaktadı

12/23/2024



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***