Ölenin ayakkabıları ölü evinin kapısının önüne konurmuş. Neymiş, adet öyleymiş. Ölenin ruhu ziyarete gelenlerin ayak seslerini duyabilsin diye böyle yapılırmış. Sonuçta sahibim öldü ve ben kapının önündeyim. Cenaze dün kalktı ve iki gündür sokaktayım. Eve gelen giden beni görünce şöyle bir hüzünleniyor sonra sanırım hayatta olduklarına şükredip donuk yüz ifadesi takınarak eve giriyorlar. Kimse elini sürmüyor, bağcıklarımı bağlayıp düzgün görünmemle bile uğraşan yok. Öylece sokağa atıldım.
Bakmayın öyle bağcıklarım çözük dağınık durduğuma sahibimin en sevdiği ayakkabıydım. Yıllardır birlikte olmanın verdiği alışkanlıkla ayağının şeklini almıştım. Çok da iyi bakardı rahmetli her yaz ufak tefek onarım yaptırır, boyatıp kaldırır kış başında tekrar çıkarırdı. Kösele tabanlı olduğum için yağmurlu havalarda giymez, kuru havaları beklerdi. Gerçi derim sahibimin yüzü gibi kırış kırış oldu hafiften kendini bıraktı ama yeni boyandığım zaman görseniz yine de beğenirsiniz. Şimdi bu halimle kimse yüzüme bakmıyor.
Gece dışarısı çok soğuktu, rüzgar derimi daha da kuruttu. Eskilerde böyle kapı önüne bırakılan ayakkabıları hemen ilk günden birileri alıp eskiciye satarmış veya eskiciler alır gidermiş. Şimdi elini süren olmadığı gibi sokaktan eskici de geçmiyor. Hava kapadı yağmur yağacak gibi. Sahibim hayatta olsaydı bu halde olmama çok üzülürdü. Şimdi onun için üzülen çok ama olan bana oldu.
O öldü kimse onun eşyasına elini sürmek istemiyor. Gerçek yalnızlık ve terk edilmişlik böyle bir şey sanırım. Sahibini yitiriyorsun sonra bir de seni kapının önüne koyuyorlar. Yağmur başladı derilerim dayanır belki ama astarım yağmura hiç gelmez. Ölene taziye için gelenlerin ayak seslerine sesleniyorum beni bu yağmurda bırakmasınlar hiç olmazsa eşiğe alsınlar diye ama duyan yok. Anlaşılın o ki bu ayrılık ile benim de ipim çekildi.
Gitmeden size biraz onu, sahibimi anlatayım. Yok öyle yaşını memleketini kimlerden olduğunu filan anlatacak değilim. Pek çoğunun yaptığı gibi insanların arasında başkası olup kendini gizleyen, unutturanlardandı. Kendi gibi olduğu zamanlar az olsa da ben en çok o zamanlar onunla olmayı severdim. Hep başkaları için, en çok da ailesi için yaşar onları düşünür dertlenirdi. Buralarda doğmamış şehre küçük bir kasabadan gelmişti. Hani insanların kendiyle ilgilenmekten çok içinde yaşadıkları ortama kendilerini adadıkları onun bir parçası olmak için kendilerini hep geri çekip baskıladıkları yerlerden birinde doğup büyümüştü. Kasaba alışkanlıkları yüzünden şehir ortamında herkesin kendi olabildiğince mutlu ve huzurlu olduğunu görmesine karşın yapamamış, uyum gösterememişti. Hani vardır ya, vitrinlerin veya boy aynalarının önünde durmaktan haz etmeyip arkasını dönenler; işte onlardan biriydi bizimki. Kendi için bir şey yaparken hep biraz utanır, çekinirdi. Onun için birlikte yaşadığı insanlar herşeyden, kendinden bile önemliydi. Ama çocuklarının kendi gibi olmasını hiç istemedi. Onlar şehirli gibi olsunlar, aynalara bakmaktan kendilerini görüp hissetmekten mutlu olsunlar istedi. Beni de çocuklarının zoruyla babalar gününde pahalı bir ayakkabı mağazasından almışlardı. Hep özenle kullandı, çocukları yenisini almak zorunda kalmasınlar diye eskimemi istemedi.
Kültürlü insandı, olan bitenin farkındaydı ama o kendinden vazgeçmişlik yok mu? Hep bir yerlerden kemirdi bizimkini. Kaç defa doğduğu yere gitmeye niyetlendi, çok istiyordu ama hep başkalarını bahane ederek vaz geçti. Hastalandığında da kimseye yük olmak istemedi. Doktora gitmeyi erteleyip tahlilleri geciktirerek ölümünü kolaylaştırdı. Her zaman olduğu gibi hastalığında da kimseye yük olmamak için kendinden vaz geçtiğini kimseye sezdirmeden çabucak ayrıldı aramızdan. Seveni çoktu belki ama kendini, o sevenlerinin sevdiği gibi sevmedi. Ayakkabısına baktığı kadar bile bakmadı, sağlığına. Hani dolmuşta birilerini rahatsız etmekten korkup kapıya yakın oturma telaşında olanlar vardır ya, inerken kimseyi rahatsız etmeden hatta mümkünse görünmeden göz önünden kaybolma telaşında olanlar, işte onlardandı.
Akşamları bazen iki kadeh parlattıktan sonra hava kuruysa beni ayağına geçirip yürüyüşe çıkar işte o zaman kendi olurdu. Yürüyüş sırasında kimseye görünmeden çerezciden 50 gram fındık alır cebine boca eder eve gidene kadar bitirir kimseye de söylemezdi. O 50 gram fındık onun kaçamağıydı, fındık yiyip yürürken ıslık çalar çok mutlu olurdu.
Şimdi taziye için gelenlere irmik helvası dağıtıyorlar, o da adettenmiş. Bilseler helva yerine fındık dağıtırlardı belki ama benden başka kimse görmedi onun kendi için yaşadığı o anları.
Herkes gibi biraz kendi çoğu kez başkalarının hayatında yaşadı ve geçti, gitti. Olan güzelim ayakkabılarına oldu. Az önce çocuklardan biri gelip bağcıklarımı aldı. Oyun için ip lazımmış sanırım. Kapının önündeyim yağmur hızlandı, ıslanıyorum, astarım kabardı. Artık bu halimle beni alan da olmaz. Rehmetlinin geleni gideni bitene kadar buradayım sanırım. Sonra… Sonrası yok. Adettenmiş, ölenin ayakkabıları kapı önüne konurmuş. Sevsinler…
Mehmet Uhri