REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

Toplam bakislar: 1469 - Toplam yanitlar: 0

GONDEREN: vardar0105 on 07/13/2011 15:58:08


İnsan “Mana”dır

Yüce Allah insanı tertemiz ve kulluğa müsait bir tarzda yaratmıştır. Ne var ki insanoğlu, kendisinin ve kainatın yaratılış hikmetine binaen, hayra da şerre de açık kabiliyetlerle donatılmıştır. Yaratılışından Allah’ın verdiği kalb, akıl, vicdan, ruh, sır, hafa ve ahfa gibi nurani latifeleri onun potansiyel insan olma kudretini teşkil etmektedir. İnsan akıl ve iradesini hangi istikamette kullanırsa Allah o istikamette fiilleri yaratacak, ötede de ona göre muameleye tabi tutacaktır. Kur’an-ı Kerim’de,

“Allah sizi hiçbir şey bilmediğiniz halde annelerinizin karnından çıkardı ve size işitmeniz için kulaklar, görmeniz için gözler ve anlayıp idrak edebilmeniz için de gönüller verdi ki umulur ki böylece şükredesiniz.’’ (Nahl, 78) ayetinde, insanın doğuştan lütf-u ilahi olarak verilen bu maddi ve manevi cevherleri onların yaratılış amacına uygun kullanılıp değerlendirildiğinde “Şükür’’ ile nihayete ereceğini de ifade edilmektedir.

İnsan diğer varlıklardan farklı olarak öğrenmeye ve inkişaf etmeye müsait ve mecbur olan bir varlıktır. Kendisine verilen potansiyelin verildiği şekliyle durması da mümkün değildir.

Hazreti Ebubekir Efendimiz’in, “Dünyaya gelebildiğim gibi çıkabilseydim!” temennisini ise günah sevap dengesi açısından anlaşılması daha doğru olacaktır. Letaif-i insaniyede ise büluğa eren her insanda mutlaka gelişme ya da aşınma hasıl olacaktır. İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki gayelerden biri de, tüm gayeleri gerçekleştirebilecek donanımı mündemiç olan onun bu potansiyelini kullanarak kemalat-ı insaniyeye yükselmesidir.
 
Donanımın Allah için Kullanılması

İnsani latifeler hayır ve hasenat istikametinde kullanılmadığında insanın şerre açık yönleri ve temayülleriyle, nefsi ve de şeytan bu cihazatları kullanacak ve heder edecektir. Hayır ve şer iradesinde ifa edilen faaliyetlerle iman ve küfür arası çok ince bir perdedir. Bundan dolayı insan aklını marifet ve tefekkür ile beslemeli ve iradesini amel ve va’d-i ilahi ile kuvvetlendirmeli ki o çok dessas olan şeytan ve nefse mağlup olmasın. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Zümer, 9) ikazı yapılmıştır. Zira “bilmek” çok önemlidir ve bilginin akl-ı selime ifade ettiği çok şey vardır.

Aklı başında olana, aklını kullanabilenlere bir ağacın, bir yağmurun, bir güneşin doğuşunun söyleyeceği o kadar engin şeyler vardır ki; yeter ki insanoğlu düşünebilsin, muhakeme edebilsin. İnsanın kendine gelebilmesi bizatihi kendisini gözden geçirmesi ile doğrudan alakalıdır. Yaradan’ın bilinmesi, O’nun marifetine erilmesi; içinde yaşadığımız zaman ve mekanın varlığı gibi ahirete de inanılması, bu alemi nasıl yarattı ise öbür alemi de yaratacağına inancı tam olmasını netice verecektir. Zira trilyonda bir şüphesi olsa insanın imanı kabul görmeyecek, insan olarak değer verilmeyecek ve mizan kurulmayacaktır. Mü’min inandığı değerlere çok iyi inanmalı. Evet, “ben yalan olabilirim, dünya olmayabilir(!), ama ahiret vardır, diriliş kesindir, hesap, mizan, sırat, cennet, cehennem vs… benden daha kesin gerçeklerdir.” şeklinde kişinin imanı kavi olması lazımdır. Vaad-i ilahiyeye muhakkak inanmak lazım. Anne karnında çocuğa bakınca göz var, kulak var.. demek o çocuk anne karnına göre değil, onun dışında o gözün, o kulağın işe yarayacağı bir dünya için yaratıldığını anladığımız gibi insanlardaki iç donanıma, latifelere bakınca, o latifeleri bu dünya tatmin edemiyor o donanımlarını bu dünyada tam kullanamıyor o zaman bu iç yapısı başka bir âleme göre. Bu hakikate varabilen insan “Ya Rabbi! Sen bizi buraya göre değil, mahlûkatın içinden bize verdiğin bu donanımlarla seni bilelim, tanıyalım diye seçmişsin. Kendin için başka bir âleme göre yaratmışsın” diyememek körlüktür.

İnsan cami bir varlıktır.. Âlem-i ulviye ait donanımlarla olduğu gibi âlem-i süfliye ait donanımı da var. Mülk ve melekût yanıyla, beden ve kalb mahiyetiyle, ebed arzusuna, sonsuz güzelliğe âşık. İnsan rehberini bulursa yükseldikçe yükselir, ama yapması gerekenleri ihmal ederse baş aşağıya gider. İman edip o imanını salih amelle tezyin ederse melekûti keyfiyet ortaya koyar, melekleri haline imrendirir. Din ve diyanet söz konusu olduğunda kendine rağmen olman, baş kaldırman işte bu melekleri imrendiriyor. Namaz sizi nasıl yükseltir, cismaniyetin arzularına baş kaldırmanız da sizi yükseltir.

İnsan, başka varlıklar gibi sınırlı yaratılmamıştır. Kendisine verilen iradenin hakkını vererek sergileyeceği kulluk, yiğitçe nefse ve şeytana karşı dik duruşu, Allah’ın taltifi ile ödüllendirme gibi bir durum sadece insan da vardır. İnsanın kendisine düşman bunca varlığa karşı direnmesi, ibadet ü taatte bulunması, günahlara girmemedeki azm ü cezm ü kastı, bela ve musibete sabrı gibi kahramanlıkları Allah indinde birer nüve olur ve ahirette nemalanır, sümbül açar ve karşımızda bilemeyeceğimiz ve idrak edemeyeceğimiz nice süprizler nice lütuflar şeklinde tecelli eder.
 
Maddede Huzur Olmaz

Evet insan sadece maddeden oluşan bir varlık değildir. Hatta denilebilir ki insan çok daha fazla manadır. Tıp ilminin göz kamaştıran ilerlemesine karşılık insan biyolojik olarak bile hala “meçhul”dür. Zira madde göz önünde, laboratuara girebilen, lam ve lamele numune olabilen bir şeydir. Mana ise ölçü ve kalıba girmeyen, ağırlığı ve hacmi olmayan bir şeydir. Ve insan manası ile insandır. Onun manasındaki gizem, maddesindeki sırdan çok daha ileridedir. Öyle ki onun sırrına vakıf olanlar kendilerini bulmuş, ilahi sırlara ermiş ve Rabbini bilmiştir. İnsanın kendini (manasını) tanıyabilmesi “ekol” olacak çapta büyük ve önemli bir konudur. Kendini manaya kapamış, onu inkar edenler ise ne dünyevi ne de uhrevi mutluluğu ve huzuru bulamamışlardır.

Maddede boğulmuş manayı inkar eden birey ve toplumlarda tarih boyunca yüzlerce sistem denenmiş ancak bunlar insanlığa huzur getirememiştir. Bırakın huzur getirmeyi kan ve gözyaşları içinde mensupları ile birlikte sistemin kendi de boğulup gitmiştir. Öyle ki bu sistemlerin liderleri dahi huzuru, rahatı, mutluluğu bulamamış, hatta yaşamları ve ölümleri ibretlik denecek tarzda olmuştur.

Mevzu ile alakalı Osman Nuri Topbaş Hoca şu ifadeleri serdeder:

“İnsanın manevi yönü göz ardı ederek onu sırf maddi bir varlık olarak telakki eden batı aleminin insanlığın başına musallat ettiği pozitivizm, metaryalizm ve kapitalizm fırtınaları, yaklaşık iki asırdır, bütün dünyayı acımasız bir şekilde kasıp kavurmaktadır. Türlü ızdırab, ihtiras ve sefaletlerin paramparça ettiği yaralı ve yorgun bir vücudu andıran dünya, manen en bedbaht devirlerinden birini yaşıyor. Yeryüzünü kuşatan bu fitnelerin tesiri altında kalmayan, hemen hemen yok gibidir.

Maddeci bir dünya görüşünün dayattığı hayat tarzı, yani lüks, israf ve maddi menfaatlerin cazibesi, zahiren refah sağlıyor gibi görünse de, manevi bakımdan çok büyük buhran, ızdırab ve sefaletleri de beraberinde getirmektedir. Çünkü yalnız maddi sahada insanların ihtiyaç ve ihtirasları aşırı bir şekilde tahrik edilmekte, neticede sadece kendini düşünen, menfaatperest insanlardan müteşekkil, huzursuz ve ruhsuz bir dünya oluşturulmaktadır.”

Öyle ki zamanımız itibariyle “İkinci Diriliş” olarak adlandırılan bir devreyi yaşamaktayız. Zira insanlık peygamberimizin peygamberliğinden önceki devrinden sonra zamanımıza kadar hiç bu kadar aşağılaşmamıştı. Mehmet Akif’in

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.” ifadelerinde yer bulan bu den’i durumu günümüzde de benzer şekilleri ile yaşamaktadır. O devrin kafirlerindeki mantık ve inançsızlıkla devrimizin kafirlerindeki mantık aynıdır. Haman’ın kulesinden bakan bu mantık bugün Mars’tan bakmaktadır; ama yine de Allah’ı görememektedir.

Kendi mensuplarına alabildiğine madde pompalayan bu sistemlerin devletleri ve idarecileri madde ötesi hakikatlere kapalı kalamamışlardır. Maddeciliği zirvede yaşayan devletlerden biri olan Sovyetler birliği 1960’larda askeri alanda cinleri muhaberede kullanıyor ve ruhun fotoğrafını çekme çalışmaları ise başarı ile sonuçlanıyordu.

Galileo Galilei "İnsanlar doğruluğunu kanıtlama yoluyla gördükleri bir şeyin günah ilan edildiğini görmek durumuna düşerlerse bunun çok büyük zararlara yol açacağını" ifade etse bile Vatikan dünyanın yuvarlak olduğunu tam 366 yıl sonra kabul edecek, kabul etme zorunda kalacaktır. Zira bu hakikatleri ifade eden Galileo ömür boyu hapis cezası verilerek zindanlarda çürütülmüştür. Bu mantıkla çürütülen sadece Galileo değil tüm bir insanlık olacaktır ve zaman bunu bize göstermiştir ve hala göstermektedir. Zira dünyanın yuvarlaklığı hakikatinden çok daha kat’i bir hakikat insanın manasıdır. “Allah nurunu tamamlayacaktır.” Şeytan ve avanesi her ne kadar istemeseler de insanlar bir gün manaya teslim olacaklardır.

Latife-i Rabbaniye Enginliği

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, “Arz ve sema Beni istiap etmez. Ben, mü’min kulumun kalbine sığarım.’’ buyuruyor. İbrahim Hakkı Hazretleri bu ayeti izah sadedinde şöyle der;

“Sığmam dedi Hak arz u semaya
Kenzen bilindi dil madeninden”

Allah mekandan ve zamandan münezzehtir. O’nu (celle celaluhu) cennete de koyamazsınız. Hiçbir şey O’nu (celle celaluhu) ihata edemez. Ancak Allah (celle celaluhu) insana öyle bir kabiliyet vermiştir ki – zira insanın kıymeti ve büyüklüğünün, meleklerin secde etmesi liyakatının azim bir yönü de budur- sezilme ve algılama şeklinde kenzen insanın kalbinde bilinir. Bu bilinme gaybî hakikatlerin kalblerde hissedilir hâle gelmesi ve Allah’ın sanatına ayna olması itibariyledir. Kalblerin Allah’ı idrak etmesi, kalbin kendi gücüne haiz olması, vicdan enginliğinin yeterli olması gibi hususiyetlere bağlıdır.

Dünyaları içine alsa doymayacak kabiliyette yaratılan kalb, günahlarla kirletilip bu hususiyetlerinden koparıldıkça hiçbir şey duymayan, anlamayan, kavrayamayan bir hale gelecektir. Basiret de bu mesele ile doğrudan ilgilidir. Fani, manasız ve faydasız şeylerle baki ve paha biçilmez güzelliklerin değiştirilmemesi aklın gereğidir. Faniye bel bağlamak, gönül kaptırmak en değerliyi en değersize değişmek demektir. İnsanı asıl kıymetli kılan da işte bu tercihidir. Bu tercihidir ki insanı dünyanın sultanı, kainatı emrine musahhar yapar. Bu mülahazalara cami bir bakışı Bediüzzaman Hazretleri şöyle atfeder;

“Îmân, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazîfe-i asliyesi îmân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder. Îmân hem nûrdur, hem kuvvettir. Evet, hakîkî îmânı elde eden adam, kâinâta meydan okuyabilir ve îmânın kuvvetine göre hâdisâtın tazyîkatından kurtulabilir.”

İnsan günahlarla harikulade enginliği ve ufkunu daraltır. Bu mahiyet Cenab-ı Hakk’a açık tutulduğu, amel-i salih ile beslendiği takdirde melekleri bile geride bırakabilecek seviyeye gelebilir.

Hazreti Ali’ye bir beytinde bu hakikati ne güzel ifade eder:
Ve tez’umu enneke cirmün sagîrun
Ve fîke’n-tava’l-âlemü’l-ekberu
Büyük Şair Mehmet Akif de sanki bu beyti tercüme babında;
Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
“Muhakkar bir vücudum!” dersin ey insan, fakat bilsen...
Senin mahiyyetin hatta meleklerden ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.

İnsana verilen duygular ve hisler Cenab-ı Hakk’ın rahmet hazinelerini tartabilecek, en azından bir mikyas ile idrak ufkunu açabilecek enginliktedir. Bir ihsan-ı ilahi tarafından insana bahşedilen bu latifeler O’nun sıfatlarını anlayabilmek için verilmiştir. Öyle ki bu duyguların zarara uğratılmadan beslendiği takdirde kendilerini ifade etmeleri de söz konusudur. İnsandaki "havas" dediğimiz duyguların insana verilmesinin amacının da eşyayı ve dünyayı algılamak ve anlamak, onlardaki güzelliklerden ve nimetlerden istifade ederek yaratıcısına şükretmektir.

Mana itibariyle insanda mündemiç bulunan bütün duyguların iki ana merkezi vardır: Kalb ve akıl. Kalb, letaif-i insaniyenin; akıl ise beş duyu organımızın ve kabiliyetlerimizin işlerliğini kazandığı merkezlerdir. İnsana verilen maddi ve manevi cihazatın hepsi sonsuz ahiret saadetini kazanması için verilmiştir. Aksi, kaşıkçı elması ile dondurma alan çocuk misali gibi trajikomik bir hadise olacaktır.

Evet insanın maddi yapısına (beş duyu organı) muhalif olarak manevi aleminde çok sayıda duyguları vardır. İnsanın bu yönü ile "şuunât-i İlahiyeye ayinedarlık" yapabilir. Yapabilir diyoruz, zira bu latiflerin kısm-ı azamı çok hassas, çok narin ve çok incedir.

İnsani yapımız itibari ile ilgili hususları üç kategoride değerlendirmek mümkündür. İnsanın dış âlemi ile iletişimini sağlayan "duyular"; iç âlemi ile iletişim kurduğu "duygular" ve sayısız his ve latifelerimiz. Dış âleme açılan duyularımız bizi yaratıcının sıfatlarını anlamamızı sağlarken, iç âlemimizdeki duygularımız Allah’ın isimlerini algılamaya ve anlamaya açılan birer pencere olmaktadır. Bediüzzaman’ın keşfettiği ve yüce Allah’ın sanatkârlığının bir yansıması olan "şuunât-ı İlahiye" de insanın sonsuz hissiyat yönüne hitap etmektedir. Ve böylece duygularımızın hissiyat yönü ile de ilahi tecellilere ayine olmamızı netice vermektedir. Bundan dolayıdır ki, sanatkârlarda bu duygular çok daha yoğun görülmektedir.

İnsanın mahiyeti ve enginliği esasen peygamber ufku kadar açıktır. Bu ona yaratılıştan Mevla tarafından verilmiştir. Peygamberler Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in miraçtaki ulaştığı nokta insanın bu yanını ifade eder. Zira Peygamberimiz o mertebeye kulluğu ile yani insani yanı ulaşmıştı.

İnsandaki Ulvi Melekelerden Akıl

Allah insana çok büyük bir sorumluluk yüklediği gibi çok büyük de değer vermiş, verdiği bu değeri mahiyetine koyduğu cihazatla da göstermiştir. İnsan manası ile insandır. İnsan mahiyetinde lütf-u ilahi olarak verilen bu hazineleri, basit, fani, değersiz günahları ile yitirmemelidir. Cephedeki asker gibi eli sürekli tetikte, teyakkuz halinde bir hayat yaşamalıdır. Zira nefis, şeytan ve aveneleri devamlı insana dürtmektedirler. Evet, insan son nefesine kadar bu mücadelesini sürdürecek ve insan olma payesini kaybetmemek için azm ü cezm i kasteyleyecektir. Aksi takdir ötede Allah’ın huzuruna dahi almayacağı güruh arasında olma tehlikesi bulunmaktadır.

Hazreti Ali’nin, "Allah meleklere şehvetsiz akıl verdi; Ademoğullarına ise ikisini de yükledi; kimin aklı şehvetinden üstün olursa o, meleklerden hayırlıdır; kimin şehveti aklından üstün olursa o, hayvanlardan da kötüdür" sözünü ele alan Mevlânâ kişinin aklıyla yükselip, nefsiyle düşebileceğini belirtir.

“Ateş, İbrahim’e ziyan vermedi; kim Nemrud’sa sen, ona kork de.

Nefis Nemrud’dur; akılla cansa Halil... Can, işin tam içindedir; nefisse delil peşinde.”

Mevlânâ melekle aynı mahiyete sahip olduğunu ifade ettiği aklın, sadece nefisle savaştığını değil, aynı zamanda duygularla da savaşı olduğunu belirtir.

“Aklın, temizlikle, bir başka akılla bitişip buluşması, sevgiyi gün geçtikçe arttırır.

Fakat nefsin, aşağılık nefislerle bitişip buluşması, iyice bil ki soluktan soluğa, sevgiyi azaltır.

Hüdhüd’ün bedenini hüdhüd gördü, canınıysa zümrüdü anka; duygusu, bir köpük gördü onu; gönlüyse deniz.

Akıl, bu iki renkli tılsımlar yüzünden duyguyla Muhammed’in Ebû Cehille savaştığı gibi savaşır durur.

Duygu gözüne toprak serp; duygu gözü, aklın da düşmanıdır, dinin de.”

İnsan kendine verilen akıl kuvvesi ile aşılması gereken engelleri aşıp, marifete ulaşabilir ve hak yoluna süluk edebilir. O dünya-ahiret dengesini yine aklı ile kurabilir. Metafizik alem ve latifelere inanmayan, maddede gömülmüş ve aklı gözüne inmiş birey ve toplumlarda yaşam ağız ve bağırsaklar arasında devri daim yapıp durmaktadır. Oysa insan bunun için yaratılmış değildir!
 
İnsan Dünyaya Zevk Almak için Gelmemiştir

Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış,

Marifet bu, gerisi çelik-çomakmış… (N.Fazıl Kısakürek)

İnsanoğlunun hayat serüvenindeki dünyanın konumu sadece kısa bir uğrak yeri mesabesindedir. Bu mahalde onun mahalli istikamete ulaşabilme gayretlerinin haricindeki uğraşları ve meşgaleleri çelik çomak ayarında bile olmayan beyhude olacaktır. Asıl maksud Allah’tır ve dünyada her şey O’na ulaşma, O’nun hoşnutluğunu kazanma adına yapılmalıdır. Hayatın anlam ve değer kazanmasının yegane şartı Cenab-ı Hak için olunmasıdır. Velhasıl her şey Allah için olmalıdır. O’nun için olanı O yüceltir. Bu bir yiğitlik meselesidir ki gerçek kahramanlık Allah’a kul olabilmektir.

Yaşı açısından daha küçücük bir çocuk iken, Allah Teâlâ’nın hususî lütuflarına mazhar olan ve kendisine hikmet verilen Hazreti Yahya (aleyhisselam) bu yiğitler için en güzel örneklerden birisidir. Rivâyete göre; yaşıtı olan çocuklar, “Yahya, gel, sen de bize katıl; beraberce oynayalım!” dedikleri zaman, “Ben, oyun için yaratılmadım” diyen Aziz Nebî, oynamak çocukların şiarı olmasına rağmen, kendisi daha o yaşta hilkatin gayesini kavramış, dünyevî meşgalelerden mümkün olduğunca uzaklaşmış ve yaratılış hikmetine uygun bir gidişâtı ihtiyar etmiştir.

İnsanın manası, hakikati ve önemi nispetinde dünyaya gönderilmesindeki gaye de ulvi bir hal almaktadır. Öyle ki hayattan kam alma ana gaye değil Allah’ın ikramı olduğunca makbuldür. Bu manevi alemde dahi olsa istenilmez ama geldiğinde de şükredilir. Asıl gaye kulluktur. Ücret ise ötede ikram edilecektir.

Yeryüzüne memuriyetle gönderilen insan, burada misafir olduğunun farkındalığı ile bir hayat yaşaması onun kulluğu ve imtihanı açısından önemli bir dinamiktir. Bu yolda kendisine Allah’ın ilk mevhibeleri hükmünde olan maddi-manevi tüm cihazlarının zerresini zayi etmeden veriliş gayelerine uygun kullanılması, dünyalık lezzet ve zevkler adına hırsa kapılmadan, şükür duygusu ile gerilip Allah’a itimat içinde bulunması, insanın kulluğu adına ne güzeldir. Öyle ki verilen nimetlere şükür mülahazası ile yoğrulmuş bir mü’min, özellikle uhrevi hizmetlerde mükafaat söz konusu olduğu zaman da nefsini büsbütün unutması kendine yakışan halis bir tavırdır.

SuKuT



12/27/2024



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***