Toplam bakislar: 2604 - Toplam yanitlar: 4 |
|
GONDEREN: Almira on 12/15/2008 23:43:17 |
|
Sevgili zamane, Belki hiç hatırlatan olmadı sana, belki bilgisayar oyunlarının karmaşık menülerinde yer almadığı için hiç duymadın. Aç gözünü hele, sana “sıla-yı rahîm”i anlatmaya geldim. Merak etme, zamanını almayacak bu sözcük. Seni öyle sözel sayısal telaşlara da koşturmayacak. Sözlüde yahut yazılıda sorulmayacak. Hayatını çoktan seçmeli tercihlerin kıvrımlarına sıkıştıranların da unuttu(rdu)ğu “sıla-yı rahîm”, sana aradığın mutluluğu bulduracak.
Üstelik öykü de anlatıyorum, bak:
İki saka, yani sucu, yolda karşılaşırlar. Biri diğerine, “Kardeş, bana kırbandan bir tas su verir misin? Çok susadım.” der. Öteki şaşırır; “Be şaşkın. Bende kırba varsa sende de kırba var. Neden kendi kırbandan doldurup kendi suyunu içmiyorsun?” Cevap dikkat çekicidir: “Haklısın kardeş, bende de su var sendeki gibi ama ben kendi suyumu içmekten bıktım.”
Hangi kalp su billûrluğunu bile pusta bırakan bu serin çağrıya duyarsız kalabilir ki? Hangi vicdan, içinde biriktirdiği hasret pınarını dudağından dupduru döküveren bu dostu karşılıksız bırakır ki?
Sorun su içmek değil; birinin elinden su içmektir aslında. Birinin elinden su içerken, dudağına sudan fazlası dokunur. Sevdiğinin elinde terleyen kadehi dudağına götürürken, damağına su yerine aşk dökülür; boğazında sevdanın en tatlısı düğümlenir, içine muhabbetin denizi taşar.
Öyle değil mi?
Rahmetle vuslat kurmak, merhamete dokunmak demek “sıla-yı rahîm”. Merhamete dokunmanın yolu ana-babayı, akrabayı, yetimi-öksüzü, yolda kalmışı, fakir fukarayı gözetmekten geçer. Çünkü, onları düşünür düşünmez, içinden bir parça kopar, benliğinden bir tuğla düşer, bencilliğinin kabuğu çatlar, kendinden bir şey eksilir gibi olur. Öyle vurdumduymaz, öyle sıcak ve yumuşacık akıp gitmez hayatın. Onları dert edinmeyerek, kendinden uzakta tuttuğun şey her ne ise, seni içindeki merhametten de uzak tutuyor olmalı... Yanına usulca sokulan bir dilenci, seni niye rahatsız eder ki? Sende olup senin de uyutup unuttuğun merhameti hatırlatır sana. Seni sana çağırır dilenci. Kendi içinde susturduğun merhametin sesini taşır kulaklarına..
Bir de şunu oku:
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslar ve Almanlar Stalingrad’da çarpışmaktadır. Mikhail Goldstein yılbaşı gecesi moral olsun diye Rus askerlerine tek kişilik bir keman konseri verir. Melodiler hoparlör yoluyla Alman askerlerinin siperlerine kadar ulaşır, ateş birden kesilir. O acayip sessizliğe, Goldstein’ın yayından akan müzik hükmeder. Bitirdiğinde, Rus askerleri üzerine derin bir sessizlik çöker. Büyüyü, Alman bölgesindeki hoparlörden gelen bir ses bozar. Kırık dökük bir Rusçayla şunu rica eder Alman subayı: “Biraz daha Bach çalın. Ateş açmayacağız!”
William Craig’in Enemy at the Gates kitabından bu anekdotu alıntılayan Slavoç Zizek, böylesi haller için “kırılgan temas” tabirini kullanıyor. (Bk. Kırılgan Temas, Slavoç Zizek, Metis Yayınları) Çok hoşuma gitti bu tabir! “Hah, işte bu!” dedim...
Müzikten az önce -ve ne yazık ki, müzikten hemen sonra da!- birbirlerine kurşun yağdıran askerler o anda, dışlarında olup biten savaş halini kıran bir şeyi fark etmişlerdi. İçlerinde kırılgan olan şeyle temaslarını sağlayan bir deneyimdi bu. O kırılgan şey, elleri tetikteyken unuttukları merhametleri olmalarıydı. Sucunun bir başkasının elinden su içmek isterken peşine düştüğü o tatlı serinlik gibi. Aramızdaki farklılıklara, hatta düşmanlıklara rağmen, öteki ile aynı olan yanımızı arar buluruz böyle zamanlarda. Kırılgan merhametimizle temasımız başlar. İçinde kendin olmadığın, içine kalbini koyamadığın mekanlar arasında gidip gelirken, birden, ayak altında süründürdüğün, telaşla paspasın altına sakladığın o yanını, kırılgan temas noktanı fark edersin.
İçinde akıp duran ama bir türlü yıkanamadığın şefkat ırmağının kıyısında bulursun kendini. Şaşırırsın! O kadar şaşırırsın ki, şaşırdığına şaşırırsın!
Mutluluğunu kendinin dışında, kendine uzak noktalar üzerinden tanımlamanı isteyenlere söyleyeceğin bir şey olmalı sevgili zamane! Sahici olman için içindeki o kırılgan teması bulmanı umuyorum.
Mouse’unu avucuna alır gibi avuçla şimdi kalbini... Sol tıkla!
Senai Demirci
|
|
GONDEREN: Almira on 12/15/2008 23:50:44 |
|
“Sevmeyi bilmeyene bilmeyi sevmek ne ki?” diye soruyor İskender Pala.* Ne kadar haklı! Ormanın nerede olduğunu bildiğin halde, ormana yürüyecek heyecanın yoksa, vurdumduymazlığın kor ateşlerinde bütün ormanları yakmışsın demektir. Çiçeklerin taç yapraklarını sayıp sayıp da, bir çiçek yüzünü yüzündeki sevince katıştıramayacağın bir sevdiğin yoksa, çiçek çiçek aşkları doğramışsın, nice demektir. Bülbüller gül yapraklarının kızıllığının kromotografik analizini yapmazlar, yapamazlar. Seslerini güllerin yaprağına doladıkça, sabahı da, gülü de, kendilerini de yeniden kıymetlendiren ve eşsiz bir değere eriştiren bir simya ustası oluverirler. Severler, sevmesini bilirler.
Bilgi yarışması değildir yaşamak; sevgi yoğrulmasıdır. Bilmek, sadece saymadır, sadece ölçmedir, sadece tartmadır. Bakırcılar meselâ... Bakırı sadece tartarlar. Onlar için bakır sadece kalıbıyla vardır. Bakışları bakırın kalbine değmez. Bakırın yüzüne kazınmış on bin yıllık mühür onları ilgilendirmez. Oysa, antikacı bakırın kalıbına değil kalbine bakar. Kalbiyle tartar onu. Antikacı ile bakır fısıldaşırlar birbirlerine. Aralarında hiçbir ölçüye gelmeyen, hiçbir terazi kefesine sığmayan, hiçbir sayıyla hesaplanamayan bir bağ kurulur. Toprağını üzerinden atmış bakır ilk defa konuşur. Bin yılların suskunluğunu/beklemişliğini antikacının heyecanla inip çıkan göğsünde çağıltılı bir nutka dönüştürür. Yüreği kıpır kıpır atar gibidir kıymetinin bilindiği avuçlarda. Bundan böyle kapladığı yer kadar değildir “o bakır”ın hacmi. Bağlı olduğu zamanların habercisi olduğu için önemlidir. Sanatkârına bizi bağladığı için eşsizdir.
Sevmek bağlanmak demektir. Âşık olmak, sarmaş dolaş olmak demeye gelir. Bak ki; aşk bile sarmaşıktan ödünç almıştır anlamını. Sarmaşık döner, dolanır, kıvranır, ama hep bağlıdır, her daim sarıp sarmalar, bağlanır..
Diyeceğim o ki...
Dinin bilgisi, seni Allah’a bağlamayabilir. Hatta aşırı bilgi zorlaması hazır bağlarını çözebilir bile... Allah’ın bir olduğunu bilmen ve bildiğini bildirmen, O’nun katında biricik olduğunu hissetmenin garantisi değildir. Sözgelimi, otuz iki farzı eksiksiz yazabilsen sınav kâğıdına, “dinci” seni başarılı sayacaktır. Örneğin, “Aşağıdakilerden hangisi Hz. Muhammed’in katıldığı savaşlardan değildir?” sorusunun doğru seçeneğini kalbinden vursan kurşun kaleminle, sana puan verilecek...
Sadece bilmeni ölçüyor sınavlar. Bilmeyi sevmeni umuyorlar sınav koçları. Sevmesen de bilmeni istiyorlar. Sevmeye sevmeye bilmeni bile alkışlıyorlar. Seni hiç yokken sevip, özene bezene var eden Yaradan’ını, ışığı yüzüne dokunmayan, sıcağı tenine dokunmayan uzak bir yıldız gibi tarif ediyor kimi vaazlar. Sana şah damarından bile yakın olduğunu fısıldayan Rabbin ile sıcacık ve içten bir bağ kurmaya ayarlı değil din bilgisi kitapları. Seni hiçlikten çıkarıp “gözde”si eyleyen, kendi kutlu ve müşfik sözüne muhatap eden Rabbini sözel kalabalıklar arasında kuru bir bilgi olarak sunuyorlar sana. Bilmeni istiyorlar sadece... Saymanı, yazmanı, işaretlemeni... Kılına zarar gelmesin diye üzerine tir tir titreyen “ana yürekli” Peygamberin -ne hikmetse- çoğu kez savaşlarını saydırıyorlar sana. Sarmaş dolaş olamıyorsun O’nunla da... Sınav kaygısıyla terlemiş ellerini O’nun ellerinin serinliğine bırakacak o bağlılığı hissetmene fırsat verilmiyor gibi... İbadetleri de sanki Allah’a “sus payı” vermek diye bellemişsindir Allah bilir. “Tamam, tamam; namaz kılacağım Allah’ım, cehenneme atma yeter ki... Bak, oruç da tutuyorum; kızmayasın sakın!” der gibi içinin içi. Sana o güzel yüzü veren, sana o eşsiz gözleri bağışlayan Rabbin, sana niye sevemediğin ibadetleri, niye zoraki yapacağın meşguliyetleri emrediyor olsun ki? Yüzünü güzel eyleyenin dini de güzel değil midir?
Rabbini bilmek, seni O’nu sevmeye vardırmıyorsa, nasıl bilmek bu? Peygamberinin hayatının detaylarını bilmekle, sevildiğini, sevdiğini, sevindirildiğini hissedemiyorsan, nice bilmektir bu?
Senai Demirci
|
Back To Top |
|
GONDEREN: Almira on 12/15/2008 23:52:03 |
|
Kendini kendinle topla
Herkes biliyor ki: Herkes için her şey olamazsın Her şeyi bir anda yapamazsın. Her şeyi mükemmel yapamazsın. Her şeyi herkesten iyi yapamazsın. Sen de herkes gibi bir insansın.
Öyleyse: En azından, birisi için önemli bir şey ol. Bir anda sadece bir şey yap. Bir şeyleri hep eksik bırakacağını hatırla. Bir şeyi herkesten iyi yapmaya bak. Böylece hiç kimsenin “senin gibi” olamadığını gör. Herkesin herkes gibi olmaya çalıştığı yerde, sen “sen” ol, böylece herkesten daha iyi ol.
Kendini kendinden çıkar
Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Yaşın kaç ise, bir o kadar rakamı yaşından çıkar ki geriye sıfır kalsın. Hayata başladığın güne git. Doğduğun gün ağzından çıkan ilk çığlığı hatırla. Şu anda yaşadığın şehirde bir günde yüzlerce, binlerce bebek doğuyor. Hepsi de bir çığlıkla karışıyorlar hayata. Kendine bir sor; onların doğması ne kadar umurunda? Ne kadar önemsiyorsun uğramadığın bir yerde, tanımadığın bir kadının tanımadığın/tanımayacağın bir bebeği doğurmasını? Doğduğu gün işte sen de böylesine umursanmaz biriydin. Şükür ki yanı başında annen baban vardı da, dünyaya ilk acemi bakışlarına şefkatli bakışlarıyla karşılık verdiler. Elinden tuttular, ninni söylediler, büyüttüler, beslediler seni. Seni önemli kılan onların sevgisiydi. O sıralar seni ne Nike tanıyordu, ne Coca-Cola önemsiyordu, ne de LCW düşünüyordu. Seni önemeyenler, üstünde hiçbir şey olmadığı halde önemsiyordu seni. Seni sadece sen olduğun için seviyorlardı.
İstersen doğduğun günden biraz daha geriye gidelim. Birkaç ay daha geriye.. O zamanlar annenin karnında karanlıklar içindeydin. Sadece onun fark ettiği, onun hissettiği biriydin. Oracıkta kala kalsaydın ya da hiç çıkamasaydın, kimse önemsemeyecekti seni. Bildiğin bütün markalar seni hesaba katmadan satmaya devam edecekti, sevdiğin bütün reklamlar seni düşünmeden oynayıp duracaktı. Bir de şöyle düşün: Sen “içerideyken” henüz gözlerin tamamlanmamıştı; gözlerinin olmadığını gören, gözlerinin olması gerektiğini düşünen, gözlerini olması gerektiği gibi olması gereken yere koyan ne annendi, ne babandı, ne de kendindin. Sana sorulmuş olsaydı, henüz ışığı bile tanımadığın için gözlerine ihtiyacın olmadığını söylerdin. Sana sorulmuş olsaydı, henüz yolları, bahçeleri, kaldırımları, vitrinleri görmediğin için ayaklarıma gerek yok derdin. Belki ellerini bile istemeyecektin. Belki yüzünü bile gereksiz görecektin. Şimdi bir düşün seni önemli kılan, gözlerinin önüne taktığın gözlük mü, ayaklarına geçirdiğin ayakkabı mı, ellerine taktığın eldiven mi, boynuna doladığın atkı mı?
Birkaç ay daha geriye gidelim. Henüz iki hücreden ibaretsin. Annen bile farkında değil varlığının. İki hücre hâlâ daha nasıl olduğunu anlayamadığımız bir hızla, olağanüstü bir düzenle çoğalıp ayrışmasaydı da, anne rahminden düşüverseydin kimse fark etmeyecekti seni, kimsenin fark ettiği biri olmayacaktın. Hatta, bir adın bile olmayacaktı.
Hiç doğmasaydın, şu an aramızdan eksik olacaktın. Ama eksikliğini bile fark etmeyecektik. “Caner şimdi burada olsaydı!” bile diyemeyecekti annen baban ve sınıf arkadaşların. Çünkü olmayacaktın ve olmadığın için de olmadığın fark edilmeyecekti. Örneğin “Sümeyye seni ne kadar özledim!” diyen bir arkadaşın olmayacaktı. Çünkü hepten eksik olduğun için arkadaşın eksikliğini çekmeyecekti.
Senin anlayacağın hiç var olmamak ölmekten beterdir. Öldüğünde hiç olmazsa, ardın sıra ağlayanların olur, eksikliğini çekenler olur, özleyenlerin olur. Ama hiç yaşamadığında, hesaba katılmazsın, sözün bile edilmez.
İşte şimdi hesabını yeniden yap; kendini kendinden çıkar. Geriye sıfır kaldığında, yani sen adı bile olmayan bir hücre topluluğu olduğunda seni önemseyen kim olabilir? Tanıdıkların içinde öyle biri var mı? Sevdiklerin arasında seni hiç yokken seven biri var mı? Örneğin, yüzün ortada bile değilken yüzünü özleyen biri var mı?
Nasıl olabilir ki? Seni en çok sevenler bile seni sen varolduğun için sevdi. Şimdi sen, seni sen yokken bile seven birini düşünmek istemez misin? Seni sen var olduğun içen sevenleri hatırladığın kadar, seni sevdiği için var edeni hatırlamak istemez misin?
Kendini kendinle çarp
Bu sabah aynaya bir bak. Bakalım kimi göreceksin. Elbette yeryüzündeki bütün insanlara benzeyen bir insan yüzü. Kaşları, gözleri, yüzü, burnu, kulakları, saçları ile sen de herkes gibi bir insansın. Ama aynada herhangi bir insanı görüyor değilsin. Kendini görüyorsun. Tümüyle sana özel, sadece senin için yaratılmış bir yüz görüyorsun. Yani senin yüzün gibi başka bir yüz yok. Onun için yüzüne bakanlar seni, sadece seni görüyorlar. Seni tanıyanlar yüzünden tanır, sevenler yüzünü sever. Herkese benzeyen birini değil. Bütün zamanlarda, senin yüzün gibi bir yüz olmadı, senin yüzün gibi bir yüz olmayacak.
Şimdi tekrar düşün. Sen, en azından yüzüne bakarak anlayabileceğin gibi, seni yaratan için bir tanesin, biriciksin, çok özelsin. Aynaya bakıp yüzünü gördüğünde, hep bunu hatırla. Sen hayran olduğun birilerine benzediğin için önemli değilsin. Sen şarkılarını severek dinlediğin şarkıcı gibi konuştuğun için özel değilsin. Sen giydiğin ayakkabı sayesinde, tuttuğun takımın başarıları yüzünden, tişörtünün üzerinde yazan marka için biricik değilsin. Sen, sadece “Sen” olduğun için önemlisin. Seni biricik, bi’tanecik ve özel olarak yaratan, yaşatan bir Yaratıcı seni önemsediği için önemlisin.
Kendini kendine böl
Etrafına bir bak. Ne kadar çok insan ne kadar çok şey peşinde koşuyor. Çok para, çok mal, çok yer, çok iş, çok yemek, çok araba, çok tatil, çok çok… Ne kadar telaşla yaşıyorlar. Herkesin çok acelesi var, çok telaş içindeler, çok koşturuyorlar, hep bir yerlere yetişmek istiyorlar. Durup kalsalar kaybedecekler sanki.. Koşturmasalar ellerindekileri düşürecekler gibi. Şimdi bir de kendine bak. En çok ne mutlu ediyor seni? Kimler sana gerçek dostluk yüzü gösteriyor? Kaç sahici arkadaşın var? Kaç sırdaşın var? Çok az şey mutlu ediyor seni. Dostların pek az. Arkadaşlarının ve sırdaşlarının sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Bazen sadece nefes almak seni mutlu etmeye yetiyor. Özlediğin bir dostunu görmek, özlediğin bir sahilde yürümek, sevdiğin bir yiyeceği yemek, sevdiğinin iki gözünün içine içine bakmak mutlu ediyor seni. Hepsi az şeyler.. Çok az şeyler…
Şimdi geri dön. Dur ve yeniden bak. Meydanlarda koşturan insanların aradıklarını bir düşün. Merdivenleri telaş içinde tırmanan, otoyolları son hızla tüketen kalabalıkların neyin peşinde olduğunu düşünmeye çalış. Aslında onların çoğu senin çoktan bulduğun çok az şeyin peşinde. Ama çok koşturdukları için bir türlü durup kendilerine soramıyorlar. Yazık ki aradıklarını sandıkları şeyi bulduklarında da tanımayacaklar.
Sen senin için önemlisin. Biricik olduğun için önemlisin. Kendini başkalarıyla kıyaslamayı bırak. Kendini kendinle kıyasla. Kendini başkalarının yaşadıkları ile tanımlamak yerine kendi yaşamınla tanımla. İçinde başkasının plağı çalmasın. Kendi sesinle konuş. Kendi yüzünle bak hayata. Kendini önemli bilerek yürü sokaklarda.
Nefes alıp verebildiğin için, güneşe çıplak gözle bakabildiğin için, rüzgârı hissedebildiğin için mühimsin. Yaratıldığın için önemlisin. Kendini kendine bölersen, eline tam tamına bir 1 geçecek. Ne yarımsın, ne eksiksin, ne de kimselerin seni tamamlamasına ihtiyacın var. Sen mühimsin.
Senai Demirci
|
Back To Top |
|
GONDEREN: Almira on 12/15/2008 23:53:29 |
|
Yolculukları sırasında bir genç kızı sırtına alıp ırmağın öbür kıyısına geçiren dervişe, arkadaşı günler boyu sitem eder:
“Sen nasıl olur da bir kızı sırtına alırsın?” der de der.
Sonunda derviş dayanamaz:
“Ben kızı ırmağın beri yakasında sırtımdan indirdim; sen günlerdir kızı kafanda taşıyorsun; kafandan indir artık şu kızı…” der.
Irmağın bu kıyısına kadardı bizim işimiz; seçim oldu ve bitti.
Kardeşliğimizi siyasal taraftarlığa endekslemedik çok şükür(!)
Siyasi tercihimizi kutsallaştırmadık; Kimseyi de hatasız ve kusursuz ilan etmedik.
Benim çoktan sırtımdan indirdiğim şeyi, hala kafalarından indiremeyen kardeşlerimize muhabbetlerimi gönderiyorum.
Kafanıza yük etmeyin partileri...
Senai Demirci
|
Back To Top |
|
GONDEREN: Almira on 12/15/2008 23:55:05 |
|
Sen çekip gitmek nedir bilir misin Bekir Amca?
Geçmiş zamanlardı, Bekir Amca. Nazenin genç kızlar yurtlarından çekip gitmek zorunda kaldılar. İstemeye istemeye. Ayaklarını sürüyerek gittiler. Analarını son defa koklayarak. Çekip gittiler. Babalarına bir daha sarılamama korkusuna sarılıp gittiler. Genceciktiler. Kelebek gibiydi kalpleri. Al aldı yanakları. Moldova’ya gittiler, meselâ. Dillerini anlamayan ve dinlerini bilmeyen adamlardan medet umdular.. Romanya’ya uçtular. Hollanda’da hasret çektiler. Orta Asya’nın demir perde artığı soğuk ve suskun şehirlerine çekildiler. Viyana’ya çekip gittiler. Niye mi? Dillerini bilen, dinlerini bilen, Bekir Coşkun amcaları gibi taze mısır ekmeğinin mis gibi kokusunu seven büyüklerinden, kırılgan hayallerine analık etmelerini bekledikleri kadınlardan, tazecik umutlarına babalık etmelerini umdukları adamlardan çektiler. Varlıkları, yere göğe sığmayan bir ayıpmış gibi sınıftan uzaklaştırıldılar. Sınavdan kovuldular. Umutlarını nokta nokta dizmeye hazırlandıkları kurşun kalemlerini gözyaşları içinde çektiler kâğıttan. Başları önde, çekip gittiler.
Çekip gitmesini bildi o incecik kızlar. Rantiye hesaplarının üzerine perde olarak çekilen laik-Müslüman çekişmesinin gerilimini 13-14 yaşlarındaki dal gibi kızların saçlarının ucuna bağladılar. Kızlar da “Bana mısın!” demediler, çektiler. Çekip gittiler. İhale takipçilerinin aç gözlerine sürme yaptığı “irtica geliyor!” tehditlerinin kapkara dehşetini 17’lik kızların omuzlarına yıktılar. Kaçmadı kızlar. Kaçamadılar. Çaresiz, çektiler. Ağlayacak gibi olsalar da, belli etmediler. Boylarını aşan hıçkırıklarını içlerine çekip gittiler.
Bazıları, okul kapısında bir kuytuya çekildi. İlk defa ulu orta. İlk defa herkesin göreceği yerde. Ak duvağının arkasına koymak üzere cevher gibi sarıp sarmaladığı saçlarını yağmalatırcasına. Sadece helâlinin bakışına sakladığı zülüflerini çamura yatırırcasına. Her defasında ilk defa yapıyormuşçasına gibi ezilerek. Utanarak. Çekinerek. Sıkılarak. Yutkunarak. Ağlayarak. Ağlamıyormuş gibi yaparak, başından örtüsünü çekti. Çekip gitti sınıfa. Bazıları da elini eteğini çekip gitti. Okuma hayallerini kirli bir mendil gibi katlayıp, köşelerine çekildiler. Şimdi, ülkenin aydınları olarak çıkacakları üniversite kapılarının önünden, başını örterse, kızını nerede okutacağını kara kara düşünen “oku(tul)mamış ev hanımları” olarak iç çeke çeke geçiyorlar. Yaralı geçmişlerini, ezilmiş gençliklerini hatırlıyorlar: Arkadaşlarının yanında aşağılanmışlardı, utandırılmışlardı. Kardeşçe sarmaş dolaş oldukları, sırdaş edindikleri başı açık arkadaşlarıyla aralarına s/ağır mı s/ağır setler çekmişlerdi. Başı açık olanlar da çekmişti. Onları da utandırmışlardı. Yanı başından kaldırılan arkadaşının ardından sınavı terk etme “delikanlılığı” ile sınavı verip okulu bitirme “pısırıklığı” arasında, vicdanları yalım yapalak bir oraya bir buraya çekilmişti. Okul kapısında bekletilen “kanka”larının yüzüne bakamadan, kendilerini en çetin hesaplara çekip de gitmişlerdi amfiye.
Kimisi hazırlık sınıfına başlayamadan. Kimisi diplomasına birkaç ay kala. Çekip gitmişti. Bekir amcalarının güzelce tarif ettiği o yeri, kendisi ya da eşi başörtülü ya da başörtüsüz olsa da, kendisi ya da anası/kızı/kız kardeşi çarşaflı yahut dekolte olsa da, “her insanın asla kovulamayacağı, kovuldukça kalacağı, gönderilmek istendikçe yerleşeceği, atıldıkça geleceği” o yeri arayıp durdular. Her defasında, karşılarında, “kamusal alan” uydurması etrafına çekilmiş dikenli teller buldular. Ülkelerinin orta yerinde, habire genişletilen ve nerede kardeşlik umudu varsa üzerine sünger çeken o dikenli tellerde kanadı hayalleri.
Dün ben de çekip gittim. Kamusal alandan rahmetsel alana attım kendimi. Medine’deyim. Başını örteni de, örtemeyeni de, örtmek istemeyeni de, örteni istemeyeni de huzuruna alan Muhammed-i Emin’in [asm] huzurundayım. Kin ve nefret çöllerinden kardeşlik vahaları yeşerten Sevgili’nin yurdundayım. Çekip gelse, Bekir Coşkun’u da R. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül kadar sımsıkı kucaklayacakları, kırk yıllık dost gibi ağırlayacakları, teklifsiz sofraya buyur edecekleri yer burası. Çekip gitmiş kızların, kendilerine çektiren büyüklerini görecek olsalar, ömürlerinde görmedikleri içten bir sevgiyle, her şeyi unutarak kucaklayacakları yer burası. Kardeşler arasına ayrıkotları dikenlerin ayakları altına gül dikenlerin bağı burası. Misilleme, rövanş ve intikam duygusunu yanağında serinleten O Gül’ün [asm] gülüşleri çoğalttığı yer burası. İstanbul’un sokaklarına serin huzurların taştığı pınar başı burası. Ankara’da komşuyu komşuya sevdiren sırrın doğum yeri burası. Bekir’i, Abdullah’ı, Tayyip’i birbirine kardeş yapan muhabbetin mayalandığı yer burası. Benim ülkemi de baştan başa dost sıcağıyla ısıtan Muhammedî medeniyet güneşinin doğduğu yer burası.
SENAİ DEMİRCİ
|
Back To Top |
|
|