REKLAM

Paylaş:
RSS 1.0     RSS 2.0

Toplam bakislar: 1097 - Toplam yanitlar: 0

GONDEREN: SuKuT_ on 09/29/2010 14:39:32


TEFEKKÜR

Tefekkür, sadece insana değil, bütün mahlûkata verilmiş, hayâtî bir kâbiliyettir. Bu kâbiliyeti, her varlık kendi dünyâsı içinde ve kendi yaratılışına uygun bir şekilde kullanır. Ağırlık merkezi de daha ziyade ten ve nefsâniyet plânına âittir. Yiyip içmek, daha iyi, daha rahat yaşayabilmek ve nesli devâm ettirebilmek gibi hususlar ön plândadır. Bunun için bir yırtıcı mahlûkun tefekkürü, ancak avını parçalayıp mîdesini doyurmaya yöneliktir. Bunun dışında onun, hayat, kâinat ve istikbâle dâir herhangi bir düşünce ve endişesi yoktur. Zaten ona verilen tefekkür kâbiliyeti de, ancak bu kadarına kâfî gelir.

Fakat insana gelince… Onun durumu farklıdır…

Nefsânî ve Rûhânî Tefekkür

İnsanoğlu, varlıkların en şereflisi ve kâinâtın gözbebeği olarak yaratıldığı için, onun mes’ûliyet ve vazifeleri büyüktür. Buna göre de kendisine engin bir tefekkür kâbiliyeti ihsân edilmiştir.

Çünkü insan; yiyip içme, yaşama ve neslini devâm ettirebilme bakımından diğer mahlûkatla benzer özelliklere dâir nefsânî tefekkür ile değil, ancak kendisini inkişâf ettirecek ve bu vesîleyle cennet ve cemâlullâh’a nâil edecek olan rûhânî tefekkür ile insanlık haysiyet ve şerefini hâizdir.

Fakat insan, rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, maalesef tefekkür istîdâdını nefsânî arzuların anaforunda helâk etmiş olur. Böyle gâ­fi­lâ­ne bir ha­yat; ço­cuk­luk­ta oyun, gençlikte şeh­vet, er­gin­lik­te gaf­let, ih­ti­yar­lık­ta el­den gi­den­le­re has­ret ve ne­dâ­met­ten ibâ­ret­tir. Yeme-içme ve mal-mülk biriktirme gibi nefsânî hevâ ve heveslerin girdabında, Allâh’ın verdiği tefekkür nîmetini ziyân etmektir.

Rûhî derinliğe ulaşmış bir mütefekkir, bu hakîkati hulâsa ederek şöyle buyurur:

“Bu cihân, âkiller (akıl sâhipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ ve tefekkür); ahmaklar için ise yemek ile şehvettir!”

Dolayısıyla insanı insan yapan husus, onu şuur iklîminde yeşertecek olan rûhânî bir tefekkür derinliğidir. Allah Teâlâ da kullarından, gerek îmânın, gerekse ibâdetlerin yüksek bir şuur ve idrâk içinde tezâhürünü istemektedir. Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışlarını tefekkür ile mümkündür.

Rûh İnkişâfı

Tefekkürde derinleşmek ve böylece rûhu inkişâf ettirmek, kulun en mühim mes’ûliyetlerinden biridir. Zîrâ ibâdetlerde huşûya, kalbin rikkat kazanmasına, muâmelâtta nezâkete ve ahlâkta kemâle erebilmek, ancak rûhu inkişâf ettirecek bir tefekkür ile mümkündür.

Hakîkaten ilâhî kudretin eserlerine ibret nazarıyla bir bakacak olursak, sayısız hikmet tabloları görebiliriz. Meselâ tonlarca ağırlıktaki bir fili on yaşında bir çocuk çekip götürebilmektedir… Sırtı yere gelmeyen bir pehlivanı çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikrop ölüm döşeğine düşürebilmektedir… O hâlde kim güçlü, kim zayıftır? Güç veya acziyetin, varlık veya yokluğun miyârı nedir?

Hayat ve kâinâtı ibretle seyrettiğimizde, cevapları rûhumuzun derinliklerinde gizli daha pek çok suâl ile karşılaşırız:

Bu cihâna nereden geldik? Niçin yaratıldık? Bu cihân nedir? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Nasıl yaşamalıyız? Nasıl düşünmeliyiz? Yolculuk nereye? Fânî hayâtın hakîkati nedir? Ölüm gerçeğinin sırrı nasıl çözülür? Ona nasıl hazırlanılır?..

İşte bu nevî tefekkürler, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliği ile ilâhî kudret ve azamet tecellîleri karşısında kulu hiçlik ve acziyetini idrâke sevk eder. Yoktan var edilen insana, varlık ve benlik iddiâsında bulunmanın ne büyük bir yanlış olduğunu hatırlatır.

Hakîkaten insan, dâimâ Rabbine muhtaçtır. Bütün canlılar, var olmak ve hayatta kalmak için nasıl büyük bir kudrete muhtaçsa, insan da aynı kudrete muhtaçtır. Fakat bunun farkında olmamak, ne hazin bir gaflettir.

Tefekkür ile ulvî bir ruh kıvamına eren mü’minin ise kulluk hayâtında ve ibâdetlerinde yüksek bir feyz ve rûhâniyet hâsıl olur.

Tefekkürle inkişâf eden rûh idrâk eder ki:

“İbâdette bedenin kıblesi Kâbe, her nefeste rûhun kıblesi ise Cenâb-ı Hak’tır.”

Bunun içindir ki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“İlimsiz ibâdette ve tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz azalır.” buyurmuştur. Zîrâ Hak’tan gâfil bir gönülle yapılan ibâdetler, derece derece kıymetini yitirir, hattâ bâzen bir yorgunluktan ibâret kalır.

Bu sebeple Hak dostları da; namazı, son namazmış gibi düşünerek kılmayı; orucu, nîmetlerin kadrini ve muhtaçların ıztırâbını tefekkür ederek tutmayı, yâni bütün ibâdetleri mutlakâ tefekkür cihetine de riâyetle edâ etmeyi öğütlemişlerdir.

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibâdetten üstündür.” (Deylemî, II, 70-71, no: 2397, 2400)

Nitekim böyle bir tefekkür de duyuşları derinleştirerek ibâdetleri kolaylaştırır, huşû hâlini ve şükrü artırır.

Dinde îtikâdın tam olması îcâb ettiği gibi, ibâdet de zarûrîdir. Lâkin ibâdetleri makbul kılan, onun gönle nüfûz eden bir tefekkür iklîminde, mânevî dikkat, incelik ve zarâfet içinde îfâ edilmesidir. Bu sâyede kul, Rabbine yakın hâle gelir. Ashâb-ı kirâmın ve onları ihlâsla tâkip eden sâlih mü’minlerin en mühim hasleti de bu kalbî kıvâma sâhip olmalarıydı.

Nitekim Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, ibâdet ehli dostlarına şöyle derdi:

“Siz, ashâbdan daha çok namaz kılıyor ve cihâd ediyorsunuz. Ama onlar dünyâya karşı sizden daha zâhid, âhirete karşı sizden daha rağbetli idi.”

Rabbimiz, biz kullarından, ilâhî kudret ve azametini, kâinattaki büyük nizâmın sır ve hikmetlerini, kullarına olan sayısız ikramlarını tefekkür etmemizi, bu tefekkür neticesinde de dünyânın fânîliğini, asıl hayâtın âhiret hayâtı olduğunu idrâk ederek tevâzû ve hiçlik duyguları içinde, takvâ üzere, güzel bir kul olmamızı arzu etmektedir.

Allah Rasûlü’nün Tefekkür Hayâtı

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek yaşayışı, Rabbimizin kullarında görmeyi murâd ettiği mânevî tekâmül için tefekkürün ne kadar lüzumlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zîrâ O, ge­ce­le­ri ayak­la­rı şi­şin­ce­ye ka­dar göz­yaş­la­rı için­de kul­luk ve ibâ­de­te devâm et­miş, göz­le­ri uyu­sa bi­le kal­bi dâimâ uya­nık kal­mış, Al­lâh’ın zik­rin­den, te­fek­kür ve mu­râ­ka­be­sin­den bir an bi­le uzaklaşmamıştır.

Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî rikkatine ve tefekkür ufkuna dâir bir misâli şöyle nakleder:

“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki; mübârek sakalları, elbisesi, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam oldu.

O, bu hâldeyken Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okumaya geldi ve Allah Rasûlü’nü perişan bir hâlde buldu. Âlemlerin Efendisi’nin ağladığını görünce, O’nu bu kadar mahzun ve mağmûm eden hâdisenin ne olduğunu merak ederek:

«–Yâ Rasûlallâh! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» diye sordu.

Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve şu âyetleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır.

Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve:

Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 157)

İşte bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, güller üzerindeki şebnemleri imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Mü’minlerin, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini tefekkür ile dökecekleri gözyaşları da, Allâh’ın lutfu ile, fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, cennet bahçelerinin şebnemleri olacaktır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tefekkür husûsundaki fermân-ı ilâhîye, daha risâlet vazîfesine başlamadan önce bile, Hira Mağarası’ndaki inzivâ ve tefekkür hayâtı ile tâbî olmuş durumda idi. O’nun Hira’daki ibâdeti, tefekkür etmek, atası İbrâhim -aleyhisselâm- gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.[64] O günlerde olduğu gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha sonraki hayâtında da dâimâ hüzünlü ve tefekkür hâlinde idi. Konuşması zikir, sükûtu tefekkür idi. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardı:

“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ediyorum.)”[65]

“Al­lâh’ın ya­rat­tık­la­rı üze­rin­de te­fek­kür edin…” (Dey­le­mî, II, 56; Hey­se­mî, I, 81)

“Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Ali el-Müttakî, XVI, 121)

Ahmed er-Rifâî -kud­di­se sir­ruh- da şöyle buyurur:

“Te­fek­kür, Rasûlullah -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in ilk ame­li­dir. Ni­te­kim bü­tün farz­lar­dan ön­ce O’nun ibâ­de­ti, Al­lâh’ın mahlûkâtı­nı ve nîmet­le­ri­ni tefekkürden ibâ­ret­ti. Öy­ley­se siz de te­fek­kü­re iyi sa­rı­lın ve ib­ret ve­sî­le­si ya­pın.”

Velhâsıl, ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Fahr-i Kâinât Efendimiz’e lâyık olabilmek için hayat ve kâinatta sergilenen derin hikmetlere gönül vererek tefekkür iklîminde yaşamamız îcâb etmektedir.

Âmâ Bir Sahâbînin Tefekkür Derinliği

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi altında yetişen sahâbe-i kirâmın hayat ve hâdiselere bakışta sergiledikleri tefekkür inceliği de muhteşemdir. İşte bunlardan biri:

Kadisiye Seferi’ne çıkılacağı zaman, âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümm-i Mektum -radıyallâhu anh- da büyük bir îman heyecanı içinde orduya iştirâk etmek istemişti. Fakat kendisine seferden muaf olduğu söylenince, o mübârek sahâbî büyük bir hüzne gark oldu. Yüksek bir îman ufku ve kulluk şuuru ile durumunu tefekkür edince de, kendisinin harpten muâf olduğunu söyleyenlere, -rivâyete göre- şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için düşman kılıçlarını göremem, bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören İslâm askerlerinin de cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”

Âmâ sahâbî İbn-i Ümm-i Mektûm’un bu hâli, gözü gören ve gücü yerinde olanlar için ne müthiş bir fiilî nasihattir…

Hayat ve Kâinâtı Tefekkür ile Okumak

Kâinatta hiçbir şey abes yaratılmamıştır. Yaratılışın hikmet ve gâyelerini her zerre lisân-ı hâl denilen, kendine has bir lisân ile beyân etmekte, gönülleri îmâna ve Allah muhabbetine çekmektedir. İşte gerçek tefekkür, bu beyanları lâyıkıyla okuyabilmektir.

Kâinattaki varlıkları, hayat ve hâdiseleri sırf baş gözüyle seyretmek, olgun bir idrâk için kâfî değildir. Seyredişin, bir de zihin ve gönlün müşterek faâliyeti olan tefekkür ile olgunlaştırılarak, ibret nazarıyla temâşâ sûretinde gerçekleştirilmesi îcâb eder. Ancak bu sâyede kâinattaki ilâhî kudret tecellîleri, rûha apayrı bir zindelik, kuvvet ve kemâlât kazandırır.

Aslında hiç­bir şey, in­sa­nın te­fek­kür iş­ti­yâ­kı­nı, Kâ­inâ­tın Yaratıcısı’nın var­lı­ğı­na vâkıf olmak ve O’na mu­hab­bet duymak kadar tatmîn edemez. Zî­râ âyet-i ke­rî­me­de buy­rul­du­ğu üze­re:

“Kalpler, an­cak zik­rul­lâh ile it­mi’nâ­na (ha­kî­kî hu­zu­ra) eri­şir.” (er-Ra’d, 28)

Rabbimiz, bu âlemde her şeyi ve her hâdiseyi, belli sebepler etrafında meydana getirmektedir. İlimler de bu sebepleri araştırmakla meşguldür. Fakat Müsebbibü’l-Esbâb, yâni sebeplerin sebebi ise, Cenâb-ı Hak’tır. Bu durumda insan idrâkini, sebepleri var eden Hak Teâlâ’ya ulaştırmayan her türlü ilim ve düşünce eksiktir; çıkmaz sokaklarda yorulmaktan ibârettir.

Boş yorgunluk ve çıkmazlardan kurtulmak için, önce Rabbimizin “oku” emrini ârifâne bir tefekkürle kavramalıdır. Sonra da bu emri hayâtın bütün safhalarındaki hâdiselere tatbik etmelidir. Çünkü bu keyfiyet, insanı sebeplerin sebebine ulaştırarak “hikmet”in menbaına nâil eder. İdrâk ve şuurda olgunluk başlar. Akıl ve gönül, Cenâb-ı Hakk’ın her hâdisede ne murâd ettiğini kavrayabilecek bir hâle gelir.

Dolayısıyla, bu âlemde olup biten her şeyi îman penceresinden ibret nazarıyla temâşâ edip rûhu tefekkürle inkişâf ettirmek zarûrîdir. Neticede hâdiselerin özündeki ilâhî murâda dâir hikmet parıltıları, Allâh’ın izniyle damla damla gönle akacaktır.

Hikmetle Derinleşme Yolu: Tasavvuf

Nice âbide şahsiyetler yetiştirmiş olan tasavvufun özü de hakîkatte böyle bir feyz ve rûhâniyeti tahsilden ibârettir. Bu bakımdan tasavvuf, hikmetle derinleşerek Hakk’a doğru mesafe alma yoludur. O aslâ dünyâdan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünmek ve ancak belirli bir evrâd u ezkâr ile iktifâ etmek değildir.

Yâni tasavvuf, her şeyden önce mes’ûliyetimizi tefekkür etmektir, kendimizi muhâsebe hâlinde bulunmaktır, idrakte yol katedebilmektir, iz’anda mesafe alabilmektir.

Kısacası her türlü nefsânî düşüncelerden kurtulmak ve ancak rûhânî tefekkürle derinleşmek ve bu tefekkürle de merhale merhale yücelerek nihâyette ebedî mîrâca ermektir.

İmam Gazâlî -kud­di­se sir­ruh- da:

“Ârif­ler­den ol­mak is­ter­sen; sü­kû­tun tefekkür, ba­kı­şın ib­ret ve arzun tâ­at ol­sun. Zî­râ bu üç has­let, ârif­le­rin alâ­me­ti­dir.” buyurmuştur.

Tasavvuftaki rûhî olgunluğun gerçekleşmesinde de tefekkürün çok mühim bir yeri vardır. Çünkü mesele, kuru kuruya amel işlemek değil, onu rakik bir gönül, yâni kalb-i selîm ölçüleri içerisinde Hakk’a arz eyleyebilmektir. Bu da elbette ki şuurlu bir tefekkür sâhibi olmaktan geçer.

Tefekkür-i Mevt

Kal­bin di­ri­li­şi ve rûhâniyetin inkişâfı, an­cak nef­sâ­ni­yet­ten vaz­ge­çe­bil­mek­le müm­kün­dür. Pey­gam­ber Efendimiz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de âdetâ bunun usûlünü ifade sadedinde:

“Bü­tün zevk­le­ri kö­kün­den yok eden ölü­mü çok­ça ha­tır­la­yı­nız!” bu­yurmuştur. (Tir­mi­zî, Kı­yâ­met, 26)

Hakîkaten fânî dünyâ hayâtı, ebedî âhiret hayâtı yanında kısacık bir an gibidir. Anlık zevkler uğruna ebedî saâdeti zâyi etmek, ânı sonsuza tercih etmek, hangi aklın kârıdır?

Bastığımız toprak, bugüne kadar gelen milyarlarca insanın cesetleriyle doludur. Sanki üst üste çakışmış sayısız gölge gibi… Onlar da iki kapılı bir hân olan bu cihâna bir kapıdan girdiler, sonra nefsânî veya rûhânî davranış ve hislerle dolu dar bir koridor olan dünyâ hayâtını yaşadılar, en nihâyet mezar kapısından geçip ebedî âleme intikâl ettiler. Yarın bizler de aynı durumda olacağız. Bir gün gelecek ki, o günün yarını olmayacak! O gün, hepimiz için meçhul bir gün!

İşte tefekkür-i mevt, o meçhul gün gel­me­den evvel ölü­mü çokça ha­tır­la­mak­tır. Nef­sâ­nî taşkınlıklardan uzak­la­şa­rak Rab­bimizin hu­zû­ru­na ha­zır­lanmanın dâimî bir şuur hâline getirilmesidir. Gâye; ölümün ürkütücü manzaralarından kendimizi koruyup, ölümü güzelleştirebilmektir.

Rabbimizin beyânı çok açık ve nettir:

“Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57)

Velhâsıl hayat ve kâinât, ilâhî bir ibret dershânesi… Bizlere düşen de, bu dershânenin ihlâslı ve gayretli bir talebesi olabilmek… Fânî bir misâfirhâne olan dünyâda kalıcı edâsıyla oturma gafletine düşmemek…

İn­san te­fek­kür-i mevt ne­tî­ce­sin­de nefs en­ge­li­ni aşarak âhiret azığını iyi tedârik edebilir­se, ölüm, ha­yâl öte­si mu­az­zam ve mükemmel olan Allah Teâlâ’ya vus­la­tın mec­bû­rî bir şar­tı ola­rak addedilir. Böy­le­ce, ek­se­ri­yet­le in­san­lar­da so­ğuk ür­per­ti­le­re se­bep o­lan ölüm duygusu, vuslat he­ye­ca­nı­na dö­nü­şür. Böy­le ölüm­ler, ta­sav­vuf yo­lu­nun bü­yük­le­rin­den Mev­lâ­nâ Ce­lâ­led­dîn-i Rû­mî’nin tâ­bi­riy­le âdeta bir “Şeb-i Arûs”, yâ­ni dü­ğün ge­ce­si­dir…

*

Hâsılı tefekkür, en fazla muhtaç olduğumuz hasletlerden biridir. Rûhumuzun inkişâfı, îmânımızın kuvvet kazanması, ibâdetlerimizin huşû ile edâsı, muâmelâtımızın istikâmet bulması ve gönül ufkumuzun sadece dünyâ planda sıkışıp kalmaması, tefekkür hasletini lâyıkıyla yaşamamıza bağlıdır.

Rabbimiz, şuur ve idrâkimize olgunluk ihsân eylesin! Allah Rasûlü’nün, sahâbe-i kirâm’ın ve evliyâullâh’ın tefekkür iklîminden gönüllerimize hisseler ikrâm eylesin! Dünyevî ve nefsânî düşüncelerin kıskacında bunalan gönül ve dimağları, ulvî duygu ve düşüncelerin huzur ve sükûnuna nâil eylesin! Hayat ve hâdiseleri îman ışığıyla ve ibret nazarıyla temâşâ ederek; “Oku” emr-i ilâhîsini ârifâne bir tefekkürle hayâtımıza tatbik edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Âmîn…


 




--------------------------------------------------------------
RAHMAN ve RAHİM olan ALLAHın adı ile ..
11/16/2024



*** SanalKahve.com 2008-2023 ***