Bütün insânî güzellik ve mükemmelliği ihtivâ eden ve insanın rûhunu fazîlette zirveleştiren İslâm ahlâkı, hak ve adâlette de müstesnâ bir öze, sarsılmaz bir temele sâhiptir. Çünkü insanlığın huzûru, ancak hak ve adâleti tevzî etmekle temin edilebilir.
O hâlde hak ve adâlet nedir?
En genel târifiyle:
Herkese ve her şeye hak ettiği şekilde muâmele etmek, doğru hüküm vermek, dengeli ve ölçülü davranmaktır.
Buna göre bir kimseye hak ettiğinden fazla vermek, başkalarının hakkını çiğnemek olduğu gibi, eksik vermek de, hakkı gasbetmek, yâni adâleti ihlâl etmektir. Gerçek mü’minler, böyle bir cürümden son derece sakınırlar. Yâni mü’min, vicdânen, her hak sâhibine hak ettiğini vermek mecbûriyetindedir.
Zîrâ İslâm, hayâtın her safhasında ve her hâlükârda âdil davranmayı emretmektedir. Öyle ki, Allâh’ın râzı olduğu şekilde yaşamak, ancak hak ve adâlet dengesine riâyet ölçüsünde gerçekleşir. Yâni adâlet mefhumu, ilâhî emir ve yasakların merkezindedir. Dolayısıyla bu da, mü’minin; önce Yaratan’ına, sonra bütün mahlûkâta, sonra da kendi nefsine karşı âdil davranmasını gerektirir.
Şu hâlde her mü’min, ölçüp tartarken, insanlar arasında hüküm verirken, konuşurken, yazarken, şâhitlik ederken âdil davranmak mecbûriyetindedir. Ayrıca ilâhî hakîkatlere ve ibâdetlere de gereken ehemmiyeti göstermek ve onların hakkına riâyet etmek mecburiyeti de vardır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak için bir hak, kul için bir borç ve vazîfedir.
Eğer bir mü’min, bu şuur ile hak ve adâlet ölçüleri içerisinde yaşarsa, “ahsen-i takvîm”e, yâni “en güzel yaratılış kıvâmı”na ulaşır. Çünkü hak ve adâlet, Allâh’ın sıfatlarındandır. “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah Teâlâ’nın, hak ve adâletin mutlak sâhibi ve bizzat kendisi olduğunu ifade eder.
Cenâb-ı Hakk’ın bu yüce ismi, her zaman tecellî hâlindedir. Bilhassa ilâhî mahkemenin kurulacağı âhirette bütün ihtişamıyla tecellî edecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47)
Unutmamalı ki, kullarına hak ve adâleti emreden Allah Teâlâ, dâimâ mazlumların yanındadır. Dünyâ âleminde hak, hukuk ve adâleti çiğneyerek yakayı kurtardığını zannedenler, birgün “أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ” “Hâkimlerin Hâkimi” Allah Teâlâ’nın huzûrunda boyun büküp hesap vereceklerdir.
Diyebiliriz ki, hak ve adâlet bahsinde en büyük hesabı, varlıklar içerisinde insanoğlu verecektir. Çünkü insan, yaratılmışların en şereflisi olarak bütün varlıkların kendisine âmâde kılınması dolayısıyla onların hak ve hukuklarının mes’ûliyetini de üzerine almıştır. Bu itibarla insan, sadece kendine âit hakları değil, bütün varlıkların haklarını korumakla da vazifelidir. Yâni bitkilerin de, hayvanların da, eşyanın da haklarını muhâfaza mes’ûliyeti, insana âittir.
Bu bakımdan Hak dostları, diğer varlıkların haklarına riâyet hususunda da son derecede hassâsiyet göstererek bizlere örnek olmuşlardır. Şu misâl, pek mânidardır:
Hak dostlarından Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durur ve yemek yer. Ardından yoluna devâm eder. Bir müddet gittikten sonra, torbasının üzerinde bir karınca görür ve:
“–Allâh’ın bu mahlûkunu vatanından ayrı düşürdüm.” diyerek geri döner. Karıncayı tekrar o ağacın altına bırakır.
Şâir Firdevsî, Şehnâme adlı eserinde ne güzel söyler:
“Bir yem tânesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”
Kıyamet günü insanoğluyla beraber diğer varlıklar da dirilecekler ve dünyâda iken çiğnenen haklarını alacaklardır. Bunun için, bir hayvana cefâ vermek, onu haddinden fazla yormak, hattâ lüzumsuz yere yaş bir dalı koparmak bile dînen yasaklanmıştır. Hattâ zararlı bir mahlûku zarûret dolayısıyla öldürürken dahî zulmetmek câiz kılınmamıştır. Meselâ bir yılanı bertaraf ederken bile, eziyet etmeden, bir vuruşta öldürmek emredilmiştir.
Velhâsıl her mü’min, hak ve hukûkun derin mânâsını en güzel şekilde kavramak ve hayâtı boyunca da adâlet terâzîsini düzgün kullanmak mecbûriyetindedir. Mü’min için, hak ve adâleti yaşayıp tevzî etmek, en büyük fazîlettir. Olgunluk yolunda mesafe alan has kullar için bir üst fazîlet daha vardır ki o da:
Adâlette Af Fazîleti…
Îman ve ahlâkta yüksek bir görüş ufkuna ulaşan kâmil mü’minler, kendilerine karşı işlenen kusurlara, adâlet yerine, af ve merhametle mukâbele etmeyi tercih ederler. Zîrâ âhiretteki ilâhî mîzanda Cenâb-ı Hakk’ın, kendilerine adâletle değil; af, merhamet, lutuf ve ihsân ile mukâbele etmesini ümîd ederler. Bu güzel ahlâk, Cenâb-ı Hak tarafından şöyle takdîr edilmektedir:
“Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan eziyetin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126)
Bütün mesele, âhirette Hak Teâlâ’nın lutf u keremiyle mukâbele görmek değil midir?
Bunun için sâlih ve ârif kullar, bugün kendi şahıslarına yapılan ezâ ve cefâlara aynıyla mukâbele etmezler ve cezâlandırmaya da yönelmezler. Allah için sabra sarılıp öfkelerini yutarlar. Dâimâ af ve müsâmaha yolunu tutarlar. Böylece Allâh’ın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışırlar.
İşte bu düsturla Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, kızı Âişe vâlidemize iftirâ atan şahsı affetmiş ve ona sadaka vermeye devâm etmiştir.[54] Bu yüce ahlâkı teşvik eden şu âyet-i kerîme ne kadar mânidardır:
“İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” (en-Nûr, 22)
Bu itibarla ârif kullar:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluverir.” (Fussilet, 34) âyetinin muktezâsınca hareket ederler.
Bu ahlâkın Kur’ân-ı Kerîm’deki en güzel misâllerinden bir diğeri de, kardeşlerinin ağır zulmüne mâruz kalan Yûsuf -aleyhisselâm-’dır. O büyük peygamber, kendisinden yardım istemeye gelen kardeşlerine kendini tanıtmadan birçok ikram ve ihsanda bulundu. Onlar da bu cömert ikramlardan sonra onun Yûsuf olduğunu anlayınca şâhit oldukları bu yüksek fazîlet karşısında hakkı teslîm ettiler ve:
“«Allâh’a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz.» dediler.” (Yûsuf, 91)
Hazret-i Yûsuf ise büyük bir af örneği sergileyerek:
“Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) buyurmak sûretiyle fazîletini daha da ziyâdeleştirdi.
Ayrıca:
“…Aramızı şeytan bozdu!..” (Yûsuf, 100) ifadesiyle, suçu kardeşlerine değil, iblise izâfe etti. Sonra da:
“Ben bir köle olarak satıldım. Sizin sâyenizde Mısır’da da peygamber evlâdı olduğum bilindi.” diyerek kardeşlerine iltifat etti, fazîlet üstüne fazîlet sergiledi.
Böylece kardeşlerinin, vaktiyle kendisine yapmış olduğu zulüm ve haksızlıkların üstüne bir af perdesi çekerek onları bağışladı. Netice itibârıyla, sergilediği bu üstün fazîlet ve ahlâk sâyesinde onları kendisine mest eyledi.
Bu yüce ahlâktan hareketle diyebiliriz ki, suçlular hakkında adâleti merhamete dönüştürerek onları affetmek, apayrı bir ıslah ve irşad metodudur. Tabiî suçlunun pişmanlık ve nedâmet duyması şartıyla…
Unutmamalı ki, suçlu şahsın bir daha o suçu işlememeye dâir samîmî pişmanlık duyması hâlinde onu affetmek, cezâlandırmaktan çok daha hayırlıdır. Fakat suçlunun böyle bir nedâmet göstermediği durumlarda affetmek, bir fazîlet olmaktan çıkar, zaaf ve âcizliğe dönüşür. Yâni merhamet ve af tavsiyesi, suçlu şahsın hâl ve karakterine göre netice verir.
Meselâ suçunda ısrar eden fâsık ve zâlim birini affetmek, onu zulüm ve haksızlığa cesaretlendirmek, hattâ teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. Böyle olunca şahsa karşı işlenen kusurları affetmede, bir ıslah ihtimâli görünmüyorsa, suçlunun cezâlandırılmasını istemek, mağdurun en tabiî hakkıdır.
Diğer taraftan ferdî ve şahsî meselelerde, kusurlu şahsın ıslâhı için onu affetmek, fazîlet ve takvâya daha uygun olmakla birlikte, başkalarını veya umûmu ilgilendiren meselelerde, adâletin tam olarak yerini bulması îcâb eder. Aksi hâlde cezâsız kalan suçlar, suçluların daha da azgınlaşmasına sebep olur. Bundan da bütün bir toplum zarar görür, herkese zulmedilmiş olur.
Hayat rehberimiz Rasûl-i Ekrem Efendimiz, şahsına yapılan kusurları affederdi. Lâkin başkalarına karşı işlenen haksızlıklara tahammül edemez, hak sâhipleri haklarını alıncaya kadar huzur bulamazdı. Böylece mutlaka adâleti temin ederdi. Hak ve adâlet sâhibi olmanın bir ölçüsü de budur.
İşte bu şekilde âdil olabilen kimseler, aynı şekilde adâletli davranışlara mazhar olurlar. Yâni insanlarla münâsebetlerimizde önce kendimiz âdil olmalıyız ki başkalarından da adâlet beklemeye hakkımız olsun. Çünkü beşerî hayâtın huzur ve saâdeti, hak ve adâlet terâzîsinin karşılıklı dengede tutulmasına bağlıdır.
Hâsılı bütün bu gerçekler etrafında adâlet mefhûmu, toplumlardaki nizam, insicam ve huzur için vazgeçilmez ve hayâtî bir ihtiyaçtır.
Ancak bu mefhum, insanoğlunun, Rabbine karşı sâhip olması gereken şuur ve hislerinde çok farklı bir muhtevâ arz eder.
İlâhî adâlet anlayışı, günümüzde pek çok insanın hatâya düştüğü mühim bir meseledir. Çünkü dünyâda herkes eşit imkânlara sâhip değildir. Kimi insan zengin, kimi fakir, kimi doğuştan sakat, kimi sıhhatli, kimi uzun ömürlü, kimi kısa ömürlüdür. Bunu takdîr eden de Allah Teâlâ olduğuna göre; dıştan, kaba bir akılla ve nâdan bir gönülle bakıldığında bu durum, ilâhî adâlete zıt gibi görünmektedir. Ancak lâfta sûret-i haktan görünen bu iddiâlara, îman ve hikmet penceresinden bakıldığında mesele tamamen gözler önündedir. Çünkü:
Adâlet, İstihkâk ile Kâimdir!..
Hiçbir insan, hak etmiş olmasından dolayı yaratılmış değildir. İnsanın yoktan var edilişi, şükründen âciz kalınacak kadar büyük bir ilâhî lutuftur. Yokluktan varlık âlemine çıkmak, varlıklar içinde de; yılan-çıyan, taş-toprak veya ot-yaprak değil de varlıkların en şereflisi olan “insan” olarak var edilmek, ne muazzam bir ilâhî ikramdır.
Bu ve benzeri daha nice mazhariyetler, tamamen ilâhî bir lutuf olarak meccânen bahşedilmiş değil midir? Bizler bu nîmetlere nâil olmak için acabâ hangi bedeli ödedik?
Hâl böyleyken, yaşadıkları birtakım gel-geç mahrûmiyetler sebebiyle Cenâb-ı Hak’tan -hâşâ- hesap sorarcasına bir gaflet içerisinde adâlet isteyenler, yok olurlar! Çünkü kulun var olmak için bir hakkı ve sermâyesi yoktur ki, Allah’tan adâlet istemeye hakkı olsun! Zîrâ adâlet, ancak istihkâk ile, yâni hak etmekle, çalışıp kazanmakla ve bedel ödemekle kâimdir.
Düşünmeliyiz ki:
Biz insan olarak yaratılmak için hangi bedeli ödedik? Hangi çalışma ve hangi kazanç ile insan olduk?
Herkesin cevâbı belli:
“Hiç! Kocaman bir hiç!..”
O hâlde şunu iyi idrâk etmeliyiz:
Hayâtı, dünyâ ve ukbâ olarak iki safha hâlinde murâd eden Cenâb-ı Hak, bunların birincisinde “Latîf”, ikincisindeyse “Âdil” sıfatını daha bâriz tecellî ettirmektedir. Yâni âlemi ve insanı var eden, Allâh’ın “Âdil” sıfatı değil, “Latîf” sıfatıdır. Mahlûkâtın yaratılıştan gelen ne sermâyesi varsa, hepsi de Allâh’ın bir lutfudur.
Bu durumda Allah Teâlâ, nîmetlerini eşit vermeye -hâşâ- mecbur değildir. Zaten yaratılanlar içinde sadece iki varlık bile mutlak mânâsıyla eşit yaratılmış olsaydı, onlardan birinin varlığı abes, yâni hikmetsiz olurdu. Abesle iştigal ise, kâinâtı son derece hassas dengeler içinde yaratıp tanzim eden Allah Teâlâ’nın “Müteâl” yâni hayal ötesi mükemmellik sıfatı için bir noksanlık teşkil ederdi. Allah ise bütün noksanlıklardan münezzehtir.
Bu itibarla hiç kimse; “Benim ne kabahatim var da boyum kısa? Niye bir âlimin değil de bir câhilin çocuğu olarak doğdum?” veya “Niye zengin değil de fakir bir babanın çocuğu olarak dünyâya geldim?” diyemez. Çünkü bütün bunlar, tamamen ilâhî lutfun dağılımındaki farklı tecellîlerden ibârettir.
Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, işte bu gerçeği sergilemektedir:
Zengin olmak için kendisinden duâ isteyen Sâlebe’ye Allah Rasûlü:
“Sâlebe! Şükredebileceğin az bir varlık, şükrünü îfâ edemeyeceğin çok varlıktan daha hayırlıdır.” buyurdu.
Sonra da onu iknâ için:
“Ey Sâlebe! Benim hâlim sana güzel bir misâl değil mi?..” diye sordu.
Sâlebe ise bu nebevî işâretlere âmâ kaldı. Israrla zengin olmayı istedi. Allah Rasûlü de onun zengin olması için duâ etti. Efendimiz’in îkazlarını idrâk edemeyecek kadar hırsa kapılmış olan Sâlebe, neticede zengin olduysa da Kârun’un düştüğü nankörlük çukuruna yuvarlanmaktan kurtulamadı. Ömrünün sonuna doğru da, Efendimiz’in nasihatlerini tatbik etmediği için büyük bir teessür yaşadı. Ölüm döşeğindeyken de:
“Ah keşke Peygamber Efendimiz’in nasihatlerini dinleseydim!” diyerek ebedî hayâtını zindan eden ihtirâsının nedâmetiyle kahroldu.[55]
Bu itibarla:
“Nihayet o gün (dünyâda yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) âyet-i kerîmesini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb etmektedir.
Allâh’ın verdiğine râzı olmak, kul için hem bir mes’ûliyettir hem de bir olgunluk îcâbıdır.
Bu bakımdan lutfedilen nîmetlerde eşitlik olmaması, adâletsizlik değildir. Allah Teâlâ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini çok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurur. Bundan dolayı mahlukâttan herhangi birinin îtirâza aslâ hakkı yoktur.
Esâsen hayvanatta da ancak hayâtını idâme ettirebilecek derecede bir akıl, idrak ve hissiyat bulunduğu için, hepsi de hâlinden memnundur. Mîdelerini doyurup fıtratlarındaki tabiî arzularını tatmin etmekten başka bir dertleri yoktur. Bu yüzden, niçin insan olarak yaratılmadım, diye düşünmeleri veya bunun ıztırâbını duymaları söz konusu değildir.
Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi, sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet vs. gibi birtakım sıkıntılar içinde bulunanların da, Allâh’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm etmeleri, en başta akla-mantığa, iz’an ve vicdâna zıt bir keyfiyettir.
Kaldı ki bir kul hakkında ilâhî lutuf ve ikramların azlığının mı, çokluğunun mu daha hayırlı olduğu, ancak âhiretteki mîzanda belli olacaktır. Zîrâ az nîmetin doğurduğu borç az, çok nîmetin doğurduğu borç ise çoktur.
Kaderin hikmet ve sırlarını lâyıkıyla idrâk etmekten âciz olan insana, Allâh’ın takdîrine teslîm olmaktan daha doğru bir yol yoktur.
Bu hususta, sahâbeden Ebû Talha ile zevcesinin rızâ hâli ne güzel bir numûnedir. Hulâsa olarak hâdise şöyledir:
Ebû Talha’nın ağır hasta olan bir çocuğu vefât etmişti. Ebû Talha o sırada evde değildi. Hanımı Ümmü Süleym, çocuğunu gasledip kefenledi. Ebû Talha gelince oğlunun nasıl olduğunu sordu. Ümmü Süleym:
“–Çocuğun ıztırâbı sakinleşti, rahatladığını zannediyorum.” dedi…
Sabah olup da, Ebû Talha evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sâhibi bir hanım olan Ümmü Süleym:
“–Ey Ebû Talha! Şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemedi.” dedi. Ebû Talha:
“–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym:
“–Ey Ebû Talha! Oğlun senin yanında Allâh’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talha önce biraz şaşırdı, sonra bir müddet sustu ve:
« ِانَّا لِلّهِ وَ اِنّاَ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ» “Biz Allâh içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz.” dedi… (Bkz. Buhârî, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23, Fedâilu’s-Sahâbe 107)
İşte bir imtihan âlemi olan bu dünyâda Allâh’ın nîmetlerine karşı sâhip olunması gereken emânet şuuru…
İşte Allah nîmet verdiğinde de, verdiğini geri aldığında da gösterilmesi gereken rızâ ve teslîmiyet…
Zîrâ Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmenin en mühim şartlarının başında, tıpkı İbrâhim -aleyhisselâm-’ın hâli gibi, değişen imtihan şartlarına rağmen dâimâ; “أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ” “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.”[56] diyebilmek gerekmektedir.
Yâ Rabbî! Böylesine yüce, mânâlı ve hakikatli bir rızâ ve teslîmiyet içinde yaşamayı bizlere nasîb eyle! Bizleri hak ve adâletten ayırma! Hak ve adâletle birlikte cümlemizi af ve merhamet ile de taçlandırarak mahşer gününde affınla muâmele eyle!
Âmîn…